28 Şubat 2011

Wimpole Home Farm

 Wimpole Hall Home kısmını Esra uzun uzun, güzel fotoğraflar eşliğinde, 2009 Temmuz ayında anlatmıştı. Ben ise çiftlik kısmını anlatmak istiyorum. Her gidişimde keyif aldığım, özellikle kuzulama zamanı(2011 yılı için 19 Mart - 8 Nisan arasında imiş) çok güzel oluyor. Minik yeni doğmuş, annesinden süt emen kuzuları görmek! Elbette Türkiye'de doğada görüp ellemek, sevmek en güzeli ama bu çiftlik işini de İngiltere'de yaşarken çok sevmiştim. Çiftlik aynı zamanda müze görünümünde. Hem yıllar içinde neler değişti, kullanılan aletler nelerdi, onları görüyorsunuz, hem de hayvanları tanıyıp, onları sevebiliyor, besleyebiliyorsunuz.

 Bu teyze gelenleri avluda karşılıyor. Koyunların kırkılmış yünlerini eğiriyor ve yün olarak satıyor, bazı zamanlarda da örülmüş bir çift eldiven, bir atkı size sunuluyor.
Bu atlar özel, Shire Horse olarak geçiyor isimleri. İsteyenler at arabası ile geziyorlar. İsteyenler de at arabası kullanmak için ders alıyorlar. Püsküllü ayakları ise benim favorim. Aynı zamanda çok insan canlısı olduklarını söylememe bilmem gerek var mı?

 Doğum zamanlarını bekleyen koyunlar. Diğerlerinden ayrı, özel bir bölümde tutuluyorlar.

 Bu da dost canlısı meraklı bir arkadaş.

Yeni yavrulamış anneler, kuzucukları ile birlikte ayrı özel bölümlere alınıyorlar. Daha önceki yıllarda web sitelerinde, özellikle hamilelerin bu koyunları ellememeleri salık veriliyordu. Ama bu sene böyle bir uyarı görmedim. Hijyen için özel ilaçlar kullanılıyordu da, bu mu kaldırıldı, başka bir durum mu var bilmem, ama o dönem oralara yolu düşecek hamilelerin aklında bulunsun dedim.

Yeni doğmuş, sıcak kapalı alanda bir gece bekletilmiş ve sağlıklı olduğuna kanaat getirilmiş ve annesi ile birlikte yeni kapalı alanına alınmış uykucu bir kuzucuk.


Doğum sonrası sıcak ayrı bölümde bekletilen kuzucuklar.

 Gene anneciği ile birlikte ayrı kapalı alanında tutulan bir başka kuzucuk.

Kuzucuklar kitaplarla büyütülmedikleri, anneleri bu konuda ihtisas yapmadığı için güzel güzel uyuyor olsalar gerek!


Bu kuzucuklar da Wimpole'de yetişen özel bir nesil. Diğerlerine göre daha büyümüş, güçlenmiş ve dışarıda oyun hakkı kazanmışlar.

Bizim gezme zamanımız domuzların beslenme zamanına denk geldi ve bu vatandaş inanılmaz aç gözlü idi. Bakıcısının elindeki kovayı kapıp kafasına geçirdi. Deli gibi yedi ve yetmedi, devam etmek istedi. Dehşet kötü kokuyordu! Onların olduğu bölümden geçerken burnumuzu tutmak zorunda kaldık resmen. Oldum olası uzaktan şirin bulsam da yavrularını ve minik boyuttaki türlerini, kendilerine, etlerine hiç mi hiç tahammülüm yok ne yazık ki. Bu koku işi, bu uzak durma meselesine son damgayı vurdu zaten.

Domuzlar görüldüğü üzere bir defada epeyce fazla yavruluyorlar. Kocaman gövdeleri ile bu yavruları eziyorlarmış da. O yüzden yavrular kendilerini koruyacak kadar büyüyene dek annelerinin olduğu yerden metal bir çubukla ayrılıyorlar. Süt emebiliyorlar ama uyurken anneden uzak olmalarına çalışılıyor ki, ezilmesinler.

Büyükbaş hayvanlar da vardı çiftlikte. İsteyenler beslenme saatlerinde o öğünün yiyeceklerinden satın alarak onlara elleri ile yedirebiliyorlar.
Midilli atları oldukça dost canlısı. Yanlarına gittiğinizde sevilmek üzere geliyorlar. Eğer elinizde civardan koparttığınız otlardan varsa da çok seviniyorlar.

Guinea Pig ailesi de oralardaydı. Guinea Pigler de sık yavrulayan hayvanlardan. Laboratuvarlarda tercih edilme sebeplerinden bu da. Bir batında tek ya da iki yavru veriyorlar ama iki ayda bir de yavruluyorlar.

Bu kaz türünün adını bilmiyorum ama berbat bir sesi vardı onu biliyorum. Sesi metrelerce uzaktan duyuluyordu ve en uzak noktada dahi kulağı tırmalıyordu. Karga yanında hiç kalır!

Traktörlerin, kümes hayvanlarının, çapa, tırmık ve benzeri çiftlik aletlerinin bulunduğu müze kısmının videosunu çekmişim, o yüzden fotoğrafları yok ne yazık ki. Ama herbiri görülmeye değerdi. En güzeli de İngiltere'deki her gezilecek yerde çocukların düşünülmesi ve bu tarz yerlerde onlar için bir etkinliğin bulunması. Wimpole Home Farm'da bu aletlerin durduğu kısımda traktörlere çıkabiliyorlardı. Kendi boylarında zararsız olan aletleri ailelerinden bir büyük eşliğinde deneyebiliyorlardı. Ayrıca kafeterya kısmının dışındaki çocuk parkı da çiftlik ekipmanları şeklinde düzenlenmişti. Minik arabalar vardı çocukların binebileceği, traktör şeklinde. Salıncaklar, kaydıraklar hep çiftliğe uygun tasarlanmıştı.

Bu tarz yerler hayvanların özgürlükleri açısından bir tehdit oluşturmayacak şekilde, Wimpole'deki gibi tasarlanırsa, çocuklar, özellikle de şehir hayatının çok dışına çıkamayan çocuklar için inanılmaz güzel bir hazine. Elleri ile yumurta toplamak şehirde yaşayan kaç çocuğa nasip olur? Kaç çocuk keçilerle koşuşturur ve bir keçinin hırkasından çekiştirmesine kahkahalarla güler? Dengenin sağlandığı, adil birer çiftliği, şehirlerimizin yakınında görmek dileği ile...

Aaa bu arada Aysun the Sütçümüzden güzel bir haber geldi, Gündönümü TaTuTa kapsamına girmiş. Haberiniz ola...

24 Şubat 2011

Love Actually


Hazır sincap beni eski şirketimin sokaklarına götürmüşken, orada çekilmiş bir filmden bahsetmeden geçmeyeyim!

(Film setinde kullanılan ekipmanlardan o sırada kullanılmayanlar yağmura maruz kalmasın diye kenara çekilip üstleri örtülmüş)
Bu film yapımcılarının sokakları, kıyafetleri, mekanları, filmin içinde her ne varsa meşhur etmelerine şaşırıp kalıyorum. Bazen de hoşuma gidiyor. Mekanlar özellikle... Hiç bilinmeyen yerler birden popüler oluveriyor. Bir bakıyorsunuz bu kalıcı hale dönüşüyor, bir bakıyorsunuz sabun köpüğü gibi anında yok olup gidiyor... Kings Cross tren istasyonundaki Harry Potter'in içinden geçip kaybolduğu duvar, yıllardır orada sadece turistler için durur mesela. Aslında film sahnesinde kullanılan da, o değildir üstelik. Sonra Nothing Hill yani Portobello Road var, beni her daim kendisine çeken, çok sevdiğim... Yeni çekilen bir film ekibinin kısa bir süre çalıştığım şirketin sokağını işgal ettiği o günlerde öğrendim ki, Love Actually'nin de bazı sahneleri bizim şirketin binasında çekilmiş meğer!

(Elinde telsizle çalışan set ekibi elemanlarından birisi)

Her Christmas öncesi televizyon kanallarının birinde mutlaka gösterilen bu film ilginçtir üstelik, özellikle de şarkısı ve şarkıyı söyleyen... Şimdiye dek seyretmeyen varsa, mutlaka seyretsin, özellikle de konusundan çok, filmin geçtiği mekanlara dikkatle baksın derim.

(Yeni çekilen film için özel hazırlanan kapı)
Bu kapı hangi filme sahne oldu, onu öğrenme şansım olmadı ama bizim eski şirket, filmlere mekan olmaya devam ediyor, onu haber alıyorum...

18 Şubat 2011

Sincabın Götürdüğü Yer

Yazı olarak, ne yazsam diye düşünüp fotoğrafları karıştırırken, bazılarının isimlendirilmediklerini farkettim. Yıl, ay, gün, fotoğraf numarası, çekildiği yer şeklinde bir adlandırmamız vardı eskiden. Ama sırala deyince sorun çıkarttığını farkedip sadece sayısal verileri tutmaya, isim yazmamaya başlamıştım. Dosya adında topluyordum onları da. Ama bazı yerler vardı ki, onları dosya adı olarak da oturtamadım. Adreslerini ararken sevgili tonton sincabımı gördüm ve çekildiği yere, Londra'da çalışırken, güneşli, yağmursuz bir öğlen arasında, yemeğe çıktığımızda(İngiltere'de şirketler yemek vermezler, siz ya evden götürürsünüz ya dışarıda yersiniz ya da şirket bir firma ile anlaşır-kampüs ve enstitüler bunu uyguluyor, o da şehirden uzaklarsa-bir alanı kiraya verir, siz de paşa paşa paranızı ödeyip yemeğinizi yersiniz) mezarlıkta karşılaşmış, yemeğini paylaşan insanların sayesinde bir iki poz yakalamıştık. İşte o mezarlığın bulunduğu yerin adı nedir diye GoogleMaps'e girmiştim, büyüt derken, tesadüfen bir baktım sokaklarda canlı canlı dolaşıyorum! Muhteşem!

Her sabah Cambridge'den, Liverpool Street istasyonuna gelişim, sabahları promosyon ürün dağıtanların arasından hızlı hızlı yürüyüşüm, bazen konserve bir çorba, bazen bez bir çanta içerisinde reklam broşürlerinin elime tutuşturuluşu, insanların karınca gibi hızla akıp gitmeleri, Pret A Manger'in önünden her geçişimde Blueberry Muffin'ini çok sevip benim yerime de ye bir tane diyen Sedef ablamın kulaklarını çınlatışım, Marks and Spencer'dan, şirketin muhasebecisinin aldığı acayip sütümsülere nispet, organik sütümü alışım, Gap'in vitrinine şöyle gözucu ile bir bakışım,




binanın tepesindeki heykele içimden el sallayışım, çiçeklere, ağaçlara, büyülenmiş gibi bakışım, ani fırlayan arabalara, yoğun trafiğe takılmadan rahatça karşıdan karşıya geçişim, iş ve ev arasında rahat yürüyebilmek, vasıtaya binebilmek için takım elbiselerinin altına spor ayakkabı giyen hanım ve beylere gülümseyişim(çok komik duruyor kesinlikle, muhteşem formal bir kıyafet ve altında spor ayakkabı! İş yerinde değiştirip gene yürüyüş sırasında spor ayakkabıya dönüyorlar), bisikletinin pedalına asılanlara ha gayret deyişim, her sabah rutin karşılaştığım insanların bana, benim onlara selam verişim, tarihi binalara hayran hayran bakışım... Hepsi tek tek gözümün önüne geldiler. Gelmekle kalmadılar Googlemaps ile birlikte yeniden o yolu yürüdüm. Şirkete sabah ilk ayak basan genelde ben oluyordum. Bu da patronumu şaşırtıyordu. Kahvesine benim aldığım sütten katıp, muhasebeciye gıyabında söylenirken, en uzaktan gelen ilk geliyor, en yakındaki en son deyip duruyordu. Hep öyle olmaz mı? O geç kalmasın diye motosikleti ile gelirken, eşi son model kocaman arabasıyla trafiğe söylene söylene işe varıyordu. Birisi Hacney'de doğup büyümüş bir sokak çocuğu, diğeri hanım hanımcık, sosyetik bir İngiliz kızı idi. Birisinin üstündekileri görseniz eline üç beş kuruş tutuşturursunuz, diğeri ise podyumdan fırlamış manken sanırsınız...Bu uyumsuz uyuma şaşardım hep...

Dönüş yolunda, bu sefer ben de hızlanırdım. Treni kaçırmamak ve oturmayı başarmak gerekli idi. Gece tek başına Londra'da kalmak da vardı ucunda, kalmak birşey değilde, önceden rezervasyon yaptırmayınca hiçbir otel kabul etmeyeceği gibi, maaşı kediye yüklemek de vardı ucunda. Zaten yarısı trene gidiyordu, kalanın yarısı da yemeğe... 

Bu sefer aynı dükkanlar, aynı doğrultuda ücretsiz gazete dağıtanlar elime çeşit çeşit gazete tutuştururlardı. Şehirde kalanlar publarda buluşup sohbet ederlerdi. İngiliz publarının sadece içki içilen yerler olmadığını, aynı zamanda birer lokanta da olduklarını söylememe bilmem gerek var mı? Işıltılı kocaman şehirden, kalabalık yüzünden peronunu güç bela öğrendiğim trenime binip Cambridge'e doğru yola koyulduğumda, okumak için işyerinden aldığım bir dosya ya da gazetelerim olurdu, varıncaya kadar da nefes almadan onları bitirirdim. Kendi minik, yeşil şehrime vardığımda ise herkes evine çekilmiş, sokaklar bomboş olurdu. Terkedilmiş gibi... Issız.. Buz gibi... O beklediğim otobüs bir türlü gelmez, bazen bozulur, bazen seferi kaldırılır, bazen saatlerce bekletirdi. İşte o anlar bisikletle gelseydim keşke derdim ama pedala basacak hal kalmamış olurdu çoğu zaman. Saat 22:00 sıraları eve vasıl olduğumda, goncam yemeğini yemiş, kahvesini yudumluyor olurdu. Eh onun 18:00'de eve vardığını düşünürsek... Yemek bile yemeden kafayı vurup yatmak en güzeli gelirdi ama yorgunluktan uyuyamazdım...

Sabah trende de uyuyamazdım... Ama insanları gözlemlemek çok hoşuma giderdi. Kim hangi istasyondan biniyor, hangi vagonu tercih ediyor, nerede iniyor, ezberlemiştim! İngilizler'in asla yapmayacakları birşey bu herhalde. Ondan başka, sabahları perde kapatma ve evlerin içine bakma adeti olmayan bu memlekette, hangi evlerin ışıkları yanıyor, o evde kimler yaşıyor, hangi şirketler tren yolu üzerinde, kapıları ne zaman açılıyor, bunları da öğrenmiştim... Oyuncak müzesi görünüyordu iki istasyon arasında Londra'ya yaklaştığımızda. Birgün diyordum, buraya gelmeli... Başka bir tekstil firması vardı gene tren yoluna yakın o Oyuncak Müzesinden sonra, bu işten ayrılırsam, o firmaya müracat edebilirim diye geçiyordu içimden... Sonra yok yok istasyona uzak ve kötü bir mahalleye benziyor oraları olmaz diyordum...

Sonra gene en başa dönüp o yolda yürüyordum... Liverpool Street istasyonu ve şirket arasındaki.

Öğle tatillerini sever olmuştum. Civarda makarna ve benzeri ev yemekleri yiyebileceğimiz bir Türk lokantası bulmuştuk, yakında bir kebapçı. Oralara gidince Türkçe konuşmak en büyük lüksümdü. Arada ikram ettikleri bir çay kırk yıllık dost hediyesi gibiydi. Bazen minik pazarlara denk geliyorduk dönüş yolu üzerinde. Bazen de yıkılan bir binanın boş alanına kurulmuş bir parka, soluklanmak için. Ama en güzeli tek başıma, şu kadar dakikada şuraya gideceğim işte, ya bir daha fırsatım olmazsa diye kaçtığım o binaların fotoğrafını çektiğim günkü öğle tatilimdi. Hakikaten de ne 30 St Mary Axe'ı(The Gherkin) ne de Llyod's Binasını u bir daha göremedim!

Oxford Street'teki Arcadia Group(Top Shop, Top Men gibi markaların üreticisi) binasındaki Fit Session'lara(canlı mankenler üzerinde tekstil ürününün numunelerinin nasıl durduğuna bakılıp, yapılacak düzeltmelerin, değişikliklerin üreticiye gösterilmesi diyebiliriz özetle) , tasarımcıların uçuk kıyafetleri ile önümden süzüldükleri bekleme salonuna, mayodan, şapkaya, hamile kıyafetlerine numunelerin uçuştuğu o bankoya bir daha gidemedim.

Güzel miydi, güzeldi. Yorucu muydu? Yorucu idi. Ama sevince hisseliyor muydu? Hissedilmiyor, hissedilse de gam yenmiyordu. Şimdilerde özleniyor mu? Zaman zaman dalıp gidip hatırlamak hoşuma gitse de(şu anda yazılı yaptığım gibi) yanımda öyle güzel bir Uğur Böcüğü var ki, onunla olmak dünyalara bedel! Ülkemde olmak ise paha biçilmez!

Not: Sincabı sevenler için buyrun bir de buraya bakın diyorum. Oradakileri daha çok seveceksiniz.

09 Şubat 2011

Çocukken Mutlu Olmak


Deli Anne sormuştu, ''Mutlu çocukluğun sırrı ne?'' diye.

Ben mutluydum evet hem de çok mutluydum diyenlerdendim.

Beni neler mutlu etti? Durup biraz düşündüm. Aynı şeyler bizim Böcüğü mutlu eder mi bilemem, ama ben çok mutluydum.

Evin kalabalık olması beni mutlu ediyordu. Babaannem, dedem, babam, annem, ben. Her daim etrafımda birileri oluyordu. Ne sorsam cevabını alıyordum. Öyle baştan savma, işim var, sonra gel demeden. Hemen. Uzun uzun, keyifle. Anlatan mutlu, ben mutlu... Hem kendi kendime idim, oyuncaklarımla, hem insanlarla içiçe idim sımsıkı.

Her daim benimle oynayacak birisi bulunuyordu eğer istersem. Dedemin hakkını asla ödeyemem bu konuda. En iyi oyun arkadaşım oldu hep. Babaannemin de hakkını ödeyemem. Ondan çok şey öğrendim. Salıncak kurmayı, ip atlamayı, nakış işlemeyi(hem de 5 yaşında), dikiş dikmeyi. Bir tek tığ vermedi elime. Yaşadığı acı bir hikaye yüzünden. Bana batmasın ucu diye hep kaçırdı. O yüzden tığ işinde çok başarılı olduğum söylenemez. Olsun, ben böyle de mutluyum... Bebeklerimin tüm elbiseleri babaanem ve benim tarafımdan dikilirdi, örülürdü. Sonraları kimya mühendisliğini ve tekstili seçmeme sebep hatta bu! Hep oyuncaklarla oynanan oyunlar da olmadı benimkiler. Bazen çamaşır katlayıp çekiştirdik, ütüye hazır ettik, bazen cam silerken bez verdim, bazen toz almaca oynadık! İş bile oyundu bana... Şimdi hiç de öyle gelmiyor o ayrı.

Anlatılıp gülünecek çok hikaye vardı babaannemde. Eskilerden, babamın küçüklüğünden, kendi küçüklüğünden, yaşadığı yerlerden, canım Atatürk'ümden, kısaca hayata dair pek çok hikaye vardı bana insanları, yaşamı, sevmeyi, insan olmayı öğreten. Hep bir ders vardı içinde, bana doğruyu gösteren.

Arkadaşlarım çoktu. Benimle yaşıt. Aynı apartmanda, aynı mahallede oturan. Kardeş gibiydik onlarla. Has kardeşten daha yakın üstelik. Çocukların oynayacağı her oyunu öğrendik, oynadık birlikte. Yakan topun en hasını oynadık saatlerce. Badmington oynadık. İp atladık. Lastik oynadık. Seksek oynadık. İstop oynadık. Tilki tilki saat kaç oynadık. Beş taş oynadık. Saklanbaç oynadık. Bizim araba kale olurdu hep. Hala anılır bu özelliği ile. Evcilik oynadık. Bu sırada otları tanıdık, yaprakları tanıdık, çiçeklerden mahsuscuktan esans yaptık. Ağaçlara kurulan salıncaklarla havalara uçtuk. Yere serilen kilimde evcilik oynadık. Makarnadan kolyeler boyadık.  Patates partileri yaptık. Mikado oynadık. Tahta oyuncaklardan kaleler yaptık. Uzay yolu oynadık apartmanın merdivenlerinde. Kız erkek ayrımı yapmadık, futbol maçı bile yaptık. Misket oynadık hepbirlikte. Büyüdük liseye giderken gene ağaçların arasına ağ gerip voleybol oynadık! Bilen, bilmeyene en iyi olana dek bilmediği şeyi öğretti. Bazen ders oldu bu, bazen oyun.

Arkadaşlarımın anneleri ile annem, babaları ile babam akrandı. Onlar da arkadaştı. Gene en hasından. Birisi imdat dese koşulurdu. Evine tamirci girmezdi hiç kimsenin. Bilen bildiği konuda yardımcı olurdu bir kuruş talep etmeden.

Sitede arabası olan nadir insanlardandık. Babam nice bebeği hastaneye yetiştirmişti doğmadan. Havaalanına yolcu oldu mu, taksi bulunmazdı. Babamdan rica edilirdi. Topluca fabrika satış mağazalarına giderdik. Bütün mahalleye siparişlerini alırdık. Böylece bizimle birlikte herkes en tazesini yerdi, en güzelini giyerdi. Ayrı gayrı yoktu aramızda.

Televizyonu olan ilk ailelerdendik. Herkes bize gelirdi, akşamları pür neşe eğlenerek televizyon seyrederdik. Yerdik, içerdik. En hasından...

Dedemin tansiyon ölçme makinesi vardı, mahallenin yaşlı teyzeleri sabah kahvesini bahane edip bir tansiyon baktırıverirdi. O sırada yapılan sohbetleri dinlemek en keyifli anlardandı. Çok şey öğrenirdim.

Bol oyuncağım oldu. Her istediğim alındı ama hakkı verilerek. Tadına varılarak. Öyle isterim diye tutturmalar olmadan. Ben söylemeden farkına varırlardı ne istediğimin. En acı hatıram bu konuda ağlayan bebek idi. Gözlükçüde görmüştük ilk. Adamın biri kucağında bir dolu ağlayan bebek, pnları ağlata ağlata inmişti merdivenlerden. Annem ile babaannem arkasından bakmışlardı. O günden itibaren bana alınmasına karar vermişlerdi. Ama bir türlü fırsat olmamıştı. Aradan seneler geçti, babaannem unutmamuş, babam iş sebebiyle Kıbrıs'a giderken(o yıllarda ülke dışına sık çıkılmazdı ve Türkiye'de herşey bulunmazdı) ona para verip benim adıma Dilek'e ağlayan bebek al demiş, büyüdü ama olsun, hatıra olsun demiş. Babamın döndüğü gün babaannemi kaybettik talihsiz ve acı bir şekilde. Aniden, kalp krizinden, içtiği o lanet sigara yüzünden. Babam bebeği çıkartıp verdiğinde ona sarıla sarıla ağladığımı hiç unutmam. Hala evin en güzel yerindedir o bebek.

Babam işten en yorgun geldiği günlerde bile, nerede benim kardan beyaz kızım, diyerek kucaklardı beni. Yemek hazır olana dek oynardık birlikte doya doya. Bu bazen güreş tutmak olurdu, bazen trenimin raylarını dizmek olurdu, bazen isim şehir olurdu, bazen el yakmaca olurdu, bazen çizgi roman okurduk birlikte. Evin bütün elektrikli aletlerini kullanmayı küçük yaşta babamdan öğrendim ben. En keyifli anlardandı babamla geçirdiğim zamanlar benim için...

Kitaplarım vardı. Bir ev dolusu, hala atmaya, vermeye kıyamadığım. Ansiklopedilerim... Babaannem ile özene bezene seçtiğimiz okuma kitaplarım, ders kitaplarım. Babamın arkadaşlarının(yazarların) bana özel imzalı kitapları, şu anda kimisi kocaman bir tarih değerinde olan... Öyle çok zengin bir aile de değildik. Hani şu vardı bu vardı denilirken. Kendi özel zevklerinden kısar, benim için bütçe yaparlardı. Ortak istekler için bütçe yaparlardı hepbirlikte.


Komşularımız değerli insanlar oldular hep. Kimi zaman önemli bir yazar, kimi zaman bir gazetenin yazı işleri müdürü, foto muhabiri, bazen THY'den, bazen bir matbaadan. Ama onlar benim için önce tatlı birer amca, birer teyze idiler. Karşı komşumuz İngilizce öğretmeni Kadriye teyzem, kulaklarınız çınlasın. Beraber az Burda dergisi bakmadık sizinle., Hatta o TV'da Bu Gece'ye konulan fotoğrafım sizin evde çekilmiş. Hayatımda en güzel anı oldu bu...

Haftada bir gün mutlaka dışarıya gidilirdi. Alış veriş için, akraba ziyareti için, bir sebebimiz olurdu hep... Yol boyunca tek tek semtler öğretilirdi bana. Yolda gördüğümüz farklı ne varsa anlatılırdı. Bazen arabamızın içinden, bazen otobüs, bazen tren, bazen vapur... Her ne idiyse taşıt, özellikleri mutlaka anlatılırdı her seferinde. Sonra denizanalarına bakardık, martılara bakardık vapurlardan. Tren ya da otobüse binmiş isek semtleri öğrenirdim. Okuma yazma öğrenmeden semtlerin isimlerinin yazılışını öğrenmiştim nerede ise tabelalardan. Un almak için Çatalca'ya giderdik. Balık için Rumeli Kavağına... Araba yoktu ki yollarda, trafik sorunu olsun, benzin pahallı olsun! Tıngır mıngır giderdik maaile, eğlenip dönerdik. Akşamına börekler açılırdı ya da balıklar pişerdi... Sonu da ödüllü olurdu yani.

Ödevlerimi yaparken benimle hiç ödev yapmadılar. Hep nasıl yapacağımı öğrettiler. Ansiklopedilerimiz vardı evde. Onların indeksini kullanmayı, açıp bakmayı, bulmayı öğrettiler. Asla al bak burada demediler. Sözlük elimizde Türkçe ödevlerini yaptık. Ayaklı sözlük babaannemdi zaten, o söylerdi, sözlüğe bakıp doğrulardık bazen de. Matematik uzmanı annemdi. Çarpım cetvelini hep birlikte ezberledik güle eğlene oynaya. Fizik, kimya uzmanı babamdı. Sosyal bilgiler uzmanı dedemdi. Ama hepsi bana balığı tutmayı öğretti, yemeği değil.

En yoğun işin arasında bile beni işin içine katmayı ihmal etmezlerdi. En önemlisi buydu sanırım. Hayatı yaşamak, yaşarken paylaşmak.

Kuzenlerim vardı. Dayılarım. Şehirlerarası birbirimize gider gelirdik tatillerde. Ne büyük keyifti o.

Her açıdan dünyaya bakmayı öğrendim ailem sayesinde, çok yönlü oldum, araştırmacı oldum, en önemlisi de çok sevildim ve sevgiyi hep hissettim. Kocaman kocaman sarıldılar, sımsıkı. Öptüler. İyi birşey yapınca başımı okşadılar. Kötü birşey yaptığımda neden yapmamam gerektiğini anlattılar cezalandırdılar en hasından! Başarılarım onların da başarıları oldu. Hüzünlerim, onların da hüznü oldu. Herşeyi, hepbirlikte paylaştık. Yanyana idik, dizdize idik, gönül gönüle idik. Birimiz demek hepimiz demekti. Birimizin acısı hepimizin oldu, sevinci de. Birlikte varolduk. Aile olduk...

Aklıma bir çırpıda geliverenler bunlar Deli Annem. Sence mutlu olmama yeter mi bunlar, yoksa işin sırrı bende mi? Ben çok sevmiş ve sevilmiş miyim ya da kişiliğim mi böyle imiş? Alan kadar, veren olmak adına mı kurulmuş benim dünyam?

06 Şubat 2011

Wall-E



Bu dönem bol bol yeni filmler var sinemalarda. Okulların tatile girmesiyle birlikte, tam benlik filmler festivali var bile diyebilirim hatta. Ama Böcük daha film seyretme sabrına ermiş değil. Onun kriterleri var. İçinde bol şarkı olacak, hareketli olacak o şarkılar da, uyutmayacak, film ağır tempoda, ama hızlı gidecek(o da neymiş demeyin, tanıyım bizimkini size anlatır). Karakterlerini tanıyor olacak hani şu Penpanterimiz(Pembe Panter'in bizde iki adı var; kestirmeden Penpanter o) gibi vs vs... Bazen neyi neden seyrettiğini ya da 10sn bile seyretmeden, ''ben beeenmedi bunu deeeştir'' demesini çözümleyebilmiş değiliz. Bu şartlar altında ben hala gizli gizli çocuk filmleri seyretmekteyim çaktırmayın! Oysa bir çocuğum olsun, bari onunla sebepleneyim demiştim. Eh sabırla biraz daha büyümesini bekleyeceğiz artık ne yapalım?

Bu konuda en güzeli, aile içinde yalnız değilim. Goncam da sever çocuk filmlerini, özellikle animasyonları. Böcüğe hamileyken bizi ziyareti sırasında(biz İstanbul'daydık, o da Cambridge'de idi o dönem) havaalanındaki HMV'de(üfff şimdi indirim de vardır ne güzel orada, gene kaçırdık) görüp bana bir Wall-E kapıp getirmişliği, bir zamanlarki sevgililer gününde çıkmasını merakla beklediğim Nemo'yu sürpriz yapıp almışlığı da vardır sağolsun. Diyorum ya, sabırla bekliyoruz bizimki filmleri bizimle seyreder yaşa gelsin diye.

Doğumgünüdür, misafirdir ortalığı toplayıp düzen yapayım derken, ne kadar fazla pırtıcı olup, bu sonra kullanılır deyip, birşeyleri bir kenara attığımı ve orada unuttuğumu bir defa daha görmüş oldum. Aferin bana! Lazım oluyor mu? Oluyor. İşte filmle bile sabit! Ama biriktirecek alan kalmayınca işler sarpa sarıyor! Ben bir yandan bu konuyu düşünedurayım, diğer yandan okuduğum, yediğim, yaptığım herşeyde Wall-E'den bir sahne geliyor gözümün önüne... Bir düşüncedir alıp gidiyor beynimde, hani derler ya, kırk tilki dolaşıyor, kırkının da kuyruğu birbirine değmiyor diye. Benimki kurnazlıktan falan değil, çaresizlikten. Daha doğrusu gitgide kendimi çaresiz hissetmeye başlamamdan. Motivasyona ihtiyacım var. Benim gibilerin varolduğunu bilmeye ihtiyacım var. Pırtıcılıkta değil. Hayat tarzında, çocuğunu doğru gıda ile beslemeye çalışma konusunda...Yaşam alanlarını, oksijenini, ağacını, ormanını koruma konusunda...

Dün annem tuzlu bir bisküvi almış. Çörekotlu, mahlepli, tadına doyum olmuyor. Böcüğüm biz ne yersek aynısını yemeye çok meraklı. Misafir var ve tabağımıza konulmuş bu bisküviler de. Ben çayları dağıtırken, bizimki hemen başımıza tüneyip 'bundan bundan' dedi. Annem, gıcık olduğum(bu cümle sigortalarımı attırıyor, başka cevap mı yok?) bir şekilde, anne vermiyor ona sor buyurdu! Bizimki babasına gitti, babası da aynı cümleyi kurmasın mı? İkisine de söylendiğimde cevapları, biz verirdik, sen engel oluyorsun olmasın mı? O baba ki, bana daha o sabah nişasta bazlı şeker haberini yollamış ve sakın kıza içinde bunun olduğu birşey almayalım olur mu diye beni engellemiş insan, kalkmış şimdi ne diyor!!!

Misafir gittikten sonra aldım paketi elime, o kadar yiyecek şey yaptık evde hazır almayalım diye, bunun ne işi vardı tabakta diye önce anneme soruş... Zira ben tabağı hazırladıktan sonra, bunlar içine hooop düşmüş gökten zembille, suçlu yok ortada, ayakları var ya, kendi kendilerine gelmişler!!! Sonra tek tek içindekileri elimde büyüteçle okuyuş... Büyüteçsiz okumak mümkün olmadığı gibi, büyüteçle bile zor okunuyor, özellikle ve kasıtlı yapıldığını düşünüyorum bunu ve İngiltere'de yaşarken hiç büyütece gereksinimim olduğunu hatırlamıyorum paketlerin üzerini okurken. Bu şekilde bir kanun ya da yönetmelik olsa gerek orada, küçük yazılmamasına dair. Neyse, paketin ek yeri içine saklanmış, küçük yazılı içerik satırı satırına aynen şöyle:
  • Buğday unu
  • Hidrojene bitkisel yağ(Palm, Soya, Ayçiçek, Pamuk) --- Palm, soya ve pamuk sakat GDO'lu olma olasılığı yüksek. Pamukta da izin verdiler. Onun da ne idüğü belirsiz. Bir de bu 4 yağın karışımı mıııı, yoksa biri mi var?
  • %3,5 çörekotu --- Yüzde neyin ifadesi? Hamurun? Bisküvinin? Neyin???
  • Glukoz şurubu --- GDO'lu mısırlardan yapılan Amerikan mucizesi!!!
  • Kabartıcılar(Amonyum hidrojen karbonat, sodyum hidrojen karbonat) --- Araştırmaya bile korkuyorum, ellemeyeyim, bilmeyeyim en iyisi
  • Şeker
  • Furuktoz şurubu --- Of of of... Bugünlerde zararlarını hergün anlatıyor Kenan Demirkol
  • Peyniraltı suyu tozu
  • Tuz
  • Mahlep
  • Doğala özdeş aroma(peynir)
  • Emülgatör(soya lesitini) --- Paso GDO'lu
  • Kraker enzimi --- Her neyin nesi ise???
  • Koruyucu(sodyum metabisülfit)
  • Gluten içerir
Aman ne güzel bir paket bisküvi ile yemediğimiz zararlı şey kalmıyor! Harika!!!
Olan oldu, çaktırmadan, gözümüzün içine bakıla bakıla iki GDO'lu soya fasulyesinin, hayvan yemi olarak geçişine izin verildi. Et, süt soya yemi yemiş hayvandan diye etiketlenmeyecek nasılsa. Ekilir biçilirse, çiftçinin tarlası, bağı bahçesi gidecek nasılsa. Patentli tohum çünkü, patent ödemesi gerek. Ödeyemedi mi, güle güle mal varlığı... Birilerinin bize mısırı dayayıp, kendisinin zengin olduğu yetmedi(bu dini bütün aile insanların günahlarını, haklarını nasıl ödeyecek bilmem), şimdi bir başkası belki de aynı kişiler soyadan zengin olurken, halkın başına kimbilir neler gelecek. Ne önemi var ki, birilerinin de ilaçlardan zengin olması gerekiyor.

İşte bu noktada, o minik saksıdaki filizlenmiş tek bir tohumun önemini anlatan Wall-E gene gözümün önüne geliyor. Yağ tulumuna çevrilen obez insanlar, aman kıpırdamasınlar, spor salonlarına gider gibi yapsınlar, sahte gıdalarla beslensinler, bir yerden bir yere yürüyen bantlarla taşınsınlar, iletişim sistemleri kurulsun hep bunları üretenler zengin olsun! İnsanlar amaçsız, kişiliksiz, birbirinin kopyası kan içiciler tarafından kanları emilen yaratıklara dönüşsünler. O noktada da pırtıcı ve saf robot Wall-E, Eva'ya aşkı uğruna insanların gözünü açsın. Farkında mısınız, biz de artık aynen böyle, o filmdeki gibi yaşar olduk. Mis gibi havada spor yapmak, yürümek varken, spor salonlarına tıkıştırılıyoruz, en son moda o olarak sunuluyor bize. Dans dersleri, pilatesler, ha bir de Zumba çıkmış, bilmeyenlere müjde, bir dolu ne işe yaradığını bilmediğim,öğrenmek de istemediğim alet edevat. Nereden geldiğini, ne olduğunu bilmediğim bir dolu insanla aynı odaya tıkıştırılacakmışım, ter kokularını çeke çeke(var valla en modern, en ala geçineninde bile ter kokusu vaaar, yok diyen yalancı, inanmam) adı spor olan birşey yapacakmışım. Ooooooldu! Kim karlı çıkacak bundan? Spor salonu ve o salonun bileşenlerini oluşturan alet edevatçılar, inşaatçılar vs vs... Ben parkta Tai Chi yapmak istiyorsam ne olacak? Yapamam ki, hani nerede parklarım TOKİ? İstanbul'da çivi çakmadığın ne sahil kaldı, ne kara parçası. Benim parklarımı, boş, nefes alacak alanlarımı ne yaptın? İhtiyacı olana olmayana ev! Ormanlarımın yanına inşa ettiğin sitelerden ağaçlarım ne halde acaba? Obez olalım, sağlıksız beslenelim, hasta olalım, koşacak yer bulamayalım, hep para ödeyelim, köle gibi çalışalım, birileri oturduğu yerden zengin olsun! Ne âlâ düzen...

En doğal hakkım değil mi benim beslenmek? Ama adil gıda ile beslenmek. Bunu defalarca yazdım, durmadan gene yazacağım. Herşeyden çok Meyvelitepe'nin hikayesini anlattığı bir Zambia kadar olamadık ya, ben ona yanarım!

Benim gibi çocuk filmlerini sevenlerdenseniz mutlaka, yok değilseniz gene mutlaka Wall-E'yi seyredin, seyrettirin. Dünyamız, en önemlisi ülkemiz o hale gelmeden önlem alın. Yok mu buraların bir Wall-E'si? Eva'sı?

Waaaaal-EEEEE , Eeeeeevaaaaa....