30 Haziran 2007

Sokak Hırsızlarına Karşı Önlem

Fotoğraf Cambridge'de kolejlerin bulunduğu sokaklardan birinden...

Bilin bakalım bu görülen alan ne için? demiştim...


Cevaplarınız, ilginç tahminleriniz için teşekkür ederim. Merak edenleri beklettiğim için de özür dilerim. Sokağı da içeren başka bir fotoğrafla olayı tam olarak açıklamak istedim ve ancak bugün yağmur altında(1 aydır hiç dinmeden yağıyor!) ikinci fotoğrafı da çekebildim.


Daha önce, ilk Berceste'yi açtığım aylarda, Cambridge'in tarihçesini anlatmıştım. Üniversitenin kuruluşunu, o dönemi, yaşanan olayların özetini...

Buradaki üniversite, kolejler sistemi nedeniyle, bizdeki üniversitelerden biraz farklı. Her bir kolej, ayrı ayrı olarak, öğrencilerin yatma, yeme, içme gibi ana ihtiyaçlarından sorumlu olduğu gibi, sosyal aktivitelerden, toplantılardan, çalışma gruplarından da sorumlu. İyi bir koleje üye olan öğrencinin başarısı arttığı gibi, iş bulmak için edineceği sosyal çevre de gelişmekte.

Gezmiş olanlar bilir, bilmeyenler için King's College'in çaprazında, senato binasının tam karşısında Great St Mary's Church vardır. Cambridge'deki ilk saat onun giriş kapısının üzerine takılmış. Hatta Big Ben'in bile ondan esinlenerek yapıldığı söylenmekteymiş. Bu kilise, saatin olmadığı dönemlerde bile, öğrencilerin bağlı bulundukları kolejlere geri dönmelerini sağlamak için, zamanı hesaplamakta ve çan çalmakta imiş. Bu çanın, belli bir sayıda çalmasından sonra, bütün kolejler kapılarını kapatır, geç kalan öğrenci olursa da ceza olarak içeriye almazlarmış! Bunun adına ''curfew'' denmekteymiş. Hala, hostel gibi, bazı yerlerde uygulanmakta...

O devirde, sokaklarda yolların olmadığını, heryerin sık yağan yağmur nedeniyle çamur olduğunu düşünün... Öğrencilerin, emniyetli, paralarını koyacakları bir yeri de olmadığından, üstlerinde taşıdıklarını düşünün... Akşamın bir vakti, yatacak yerleri de olmadığından, şehir halkına o gece onları evlerine almaları için yalvarırlarmış. Bu olaydan bıkan, üniversitenin şehri ele geçiriyor olmasına kızan halk da, genelde onları evlerine almazmış. Onlar da hırsızlardan korunmak için, çatılara çıkıp, oralarda uyurlarmış. Böylece şehirde, çatılara çıkma konusunda uzmanlaşan, pek çok öğrenci olmuş. Ama bir sokak varmış ki(senato binası ile Gonville and Caius College arasındaki), o sokağın hırsızları acımasızmış. Köşelerde avını bekler, üzerine atlar, döver, elindeki bütün değerli eşyaları alıp kaçarmış. Bu gördüğünüz demirler de yüzlerce yıl öncesinin hırsızlarına karşı, önlem olarak yapılmış.

Günümüzde de o günleri hatırlayıp, aynı eyleme kalkışılmasın diye hala durmakta, korunmaktalar!


Bir sonraki hikaye, gene bu çatılarda yatma olayı nedeniyle, ortaya çıkan bir adet üzerine olacak ve oldukça ilginç! Şehir üzerine duyduğum en ilginç hikaye diyebilirim...

23 Haziran 2007

Cirque Du Soleil

Bilenler bilir, adı sirk ama tadı sirkten öteye, nefis bir topluluk var. Kendilerine ''Güneşin Sirki'' diyorlar... Kıyafetleri, kullandıkları araç gereçler, ayrı ayrı birer tasarım harikası! Gösteri dünyasında, yepyeni bir akım yaratmış haldeler.

İlk tanışmamız, daha 2000'lere ermeden, bir arkadaşımın izlemem için verdiği DVD ile oldu. Adı ''Quidam'' idi. Sonra gene aynı arkadaşımdan aldığım ''Allegria'' hayranlığımı pekiştirdi.

O zamanlar bir Riverdance vardı hayranlıkla seyrettiğimiz, bir de Cirque Du Soleil DVD'leri... Riverdance'i zaten o arkadaşım bana hediye etmişti. Amazon'dan ben de ısmarladım, geldi Quidam. Defalarca izledim, bıkmadan usanmadan. Hala da izlerim. Bulduğum ne kadar müzik CD'leri varsa olnları da tek tek aldım. Aramızda konuşurduk, İngiltere'de olsa gösterileri, bilet alsak, gitsek bir haftasonu... Ne olurdu ki, hayatımızda bir defa! Yok vize, yok bilet bulmak falan vız gelmiş demek ki gözümüze! O kadar gözü karaymışız.

Gel gelelim, geldik yerleştik bu ada ülkesine, kaç gösteri için geldiler Londra'ya bilmiyorum. Kısmet değilmiş, gidemedik dedik... Sonra düşündüm, e artık o bekarken yapılan delilikler de yapılamıyor ki evlenince! Alt tarafı Londra'da ama, olmadı da olmadı! Bir kısım gösterilerinin DVD'lerini aldım, onunla yetindim.

Geçenlerde belediye binasına, işim düştü, gittim. Tam çıkarken gözüme
Cambridge Corn Exchange'deki (adı sizi yanıltmasın Cambridge'in bir nevi AKM'si olur kendileri) gösterileri içeren broşür ilişiverdi. Bir baktım, Cirque Du Soleil'den esinlenerek kurulmuş, Spirit Of The Dance'in ardındaki kişilerce düzenlemeleri yapılan Le Grande Cirque'in gösterisi var, hem de Cambridge'de.

Eh dedim gitmeden olmaz! Koşa koşa aldım biletleri, çılgınca, fiyatına bile bakmadan!

Cumartesi günü bu gösteride idik.

Neymiş, yerler iyi seçilmeliymiş...

Neymiş, Cambridge Corn Exhance'in sahnesi bu tarz gösteriler için epeyce küçükmüş...

Bir daha bu özellikler akılda iyice tutularak para harcanmalıymış. Herşeyi ince ince düşünüp akıl eden yöneticilerin, çocuk izleyicileri düşünmeyişine çok şaşırdım. Arkamızda oturan cici kızın, bizim önüne oturacağımızı farkedince yüzündeki ifadeyi de hiç unutmayacağım. Söz dedim, eğer boyu kısa birileri gelirse, ben de senin boyuna küçüleceğim! Ama ne mümkün!!! Oturulan koltuk, koltuk değil, Nuh ve Nebi'yi özleyip haber vermeyen, antik değer taşıyan, eşi benzeri görülmemiş berbatlıkta birşey. Eşime: '' Türkiye'deki en kıyrıtık sinemanın koltuğu bile bundan iyidir'' dedim. O da: ''Eee adamlar lükse değil, ne kazanacaklarına bakıyorlar. Gösteriyi seçiyorlar, alternatifi yok, izleyici mecbur!'' dedi. Doğru söze ne denebilir ki?

Bir sağ, bir sol yapa yapa seyrettim gösteriyi. Sahnedekiler kadar güç harcadım mı bilmiyorum ama sonunda yorulduğum kesin. Arkadaki ufaklık da dedesinin kucağına tünedi. Zavallı dedenin bacaklarının hissetme oranına bakmak lazımdı, garibim, zaten zor yürüyorken, üstüne bir de torunu eğlendirmek uğruna bacaklardan oldu, kesin!

Aaaa ne çabuk bitti derken, gösteri gelmiş, geçmiş oldu... Güzel miydi? Evet güzeldi. Değer miydi? O fiyata değmezdi. 1,5 saat bile sürmeyen bir gösteri için adam başı 28,5 pounda elveda demiş olduk. O fiyata ekmek makinesi alınıp, içinde mis kokulu ekmekler pişirilebilirdi mesela ya da gene DVD alınıp, istenildikçe bol bol seyredilebilirdi. Eh ne yapalım, bu da bir defa dedik, sine-i devlet eyledik. Hâlâ aklım Cirque Du Soleil'de takıldı kaldı benim. Seneye Londra'da ve Birmingham'da olacaklarmış. Bu hüsrandan sonra, goncam götürür mü ki?

Neye benziyor şu Quidam derseniz, size en sevdiğim iki sahnesi... Başlangıç ve kırmızı iplerle dans eden kadın. İyi seyirler.

Başlangıç ve Alman Çemberi...


İpte ateşle dans!


19 Haziran 2007

Çileği Dalından Toplamak...

Babamın en yakın arkadaşının eşi anlatırdı, Londra'da kaldığı dönemde yakınlardaki çilek tarlalarına gittiklerini, elleri ile sepetlere beğendikleri çilekleri topladıklarını, toplarken de yemelerine izin olduğunu söylerdi... Hatta o dönem, orada öğrenci olanlar, özellikle tarlalarda çalışır, çilek toplayarak cep harçlıklarını da çıkartırlarmış...

Ben de şehir çocuğu olarak nasıl birşey diye meraklanırdım.

Evlendiğimiz sene, kayınvalidem, bir komşusunun bahçesine ektiği çilekleri göstermişti... Yerde, uzun uzun şeritler halinde yeşil bitkiler... ''Hımm!'' demiştim, ''Demek ki, böyle bir şeymiş çilek tarlası''... Ama o zaman daha çilekler olmaya başlamadığı için toplayamamış, meyvesini üzerinde görememiştim.
İngiltere'ye gelince, arkadaşlar bahsettiler. Gidip bol bol yediklerini anlattılar... 2 - 3 sene boyunca merak etmekle kaldım. Gidemedim bir türlü. Zira tarlaların olduğu alanlar hep toplu taşıma araçları ile gidilemeyecek yerlerde oluyordu.
Birgün arkadaşlarımızdan biri: ''Haydi dedi... Çilek tarlasına gidiyoruz...'' Küçük bir çocuğun oyuncağını bulması gibi, mutlu, mesut katıldık peşlerine... Gittiğimizde onlar şaşırdılar, ben hiç gitmediğim için anlamadım... Çilekler yukarıda imiş meğerse! Aslında yere, toprağa ekilmesi gereken çilek fidelerini, yukarıda, masa gibi hazırlanmış alanlara, Fransa'dan getirttikleri toprak poşetlerinin içine dikmişler. Sulama hortumcukları ile donatmışlar dörtbir yanlarını da. Olgunlaşan çilekleri, zahmet çekmeden pıtır pıtır topluyorsunuz... O gün çatlayıncaya kadar çilek yiyip, iki kutu çilek topladık. 5 pounddan da çok para verip ayrıldık tarladan! Eve gelince, mis kokulu, Fransız toprağında ama İngiltere'de yetişmiş çileklerimizden, Türk usulü reçel yaptık! Evrenselleşme mi diyorduk buna?

Çocukluğumda, Halkalı'daki Ziraat Fakültesi'ne taze yumurta almaya gittiğimiz günleri getirdi aklıma çilek tarlası... Dünyanın en tatlı komşu amcası kurt, ben ve bebeklik arkadaşım olan kızı, kırmızı şapkalı kız olarak ormanlık alanda koşuşurduk... Bu arada annelerimiz de, bize çift sarılı yumurtalar alırlardı. Bayılırdım çift sarılı yumurta yemeye. Değişik gelirdi bana çok. Elbet kendilerine de, birer saksı değişik renkte Afrika menekşelerinden alırlardı. Yapraklarını değişecekleri için, aynı olmamasına özen gösterirlerdi. Eve gelince, annemin canım cicim diye çiçeği sevmesine gıcık olurdum. Ben varken neden çiçeğe canım demek ama değil mi? Şimdi ben aynı şeyi yapıyorum, o ayrı!
Önceki cuma günü de, başka bir arkadaşım: ''Haydi bu seneki çilek mevsimini açalım!'' dedi. Fransız arkadaşı ile sözleşmişler, çocuklara değişiklik olsun diye, baş çocuk olarak beni de aldılar. Hepbirlikte, bahçe marketlerinden birinin yanındaki tarlaya gittik. Elimize birer kutu tutuşturdu, tarlanın sahibi ve yarım saatiniz var, çabuk dedi! Kapanma saatine yakın gitmişiz meğerse. Ben hızlı hızlı fotoğraf çekmeye çalışırken, arkadaşım, arkadaşına, ''Dilek fotoğraf çekmeyi sever'' diye açıklama yapıyordu. Zira onlar tarlada olmuş çilekleri ararken, ben etrafı keşfetme ve fotoğraflama eyleminde idim! Fransız kızcağız da, ne yapıyor acaba diye, beni anlamaya çalışıyordu!
Haftasonu çilek toplamaya gelenler, bitirmişler hep olgunlaşan çilekleri. Kuşların akıbetine karşı, sahipleri üzerlerini ağlarla örtmüş. Solucanların ve don olayının akıbetine karşı da, zemine naylon torbalar sermişler ve o torbaların üzerine minik minik mavi parçacıklar halinde ilaçlar dökmüşler. Çileklerin olgunlaşmış olduğu bir serideki ağı kaldırdılar ki, biz toplayabilelim...
Sıraların arası da özellikle saman kaplıydı ki, çamurlu toprağa batmayalım! Bu adamlar, en ince ayrıntıyı bu kadar düşünmek zorunda mı?
Üstte yaprakları görünen çileklerin, yapraklarını kaldırıp, alta bakmanız gerekiyormuş, esas hazine orada imiş. Çilek yatağıymış adı da! Tarla sahibi baktı, ben çileklerden çok ertafla ilgiliyim, gitti, bir avuç çileği toplayıp kutuma attı. Kendim toplamadığım için, aslına bakılırsa, biraz sinirlendim bu duruma. Aklıma bizim pazarcıların, domatesleri öyle kesekağıdına atmaları ve çürük çıkması geldi. Ama eve geldiğimde adamcağıza haksızlık ettiğimi anladım! Gayet güzellerinden seçmiş. Tarla uçsuz, bucaksız... Müşteri kazanması, müşteriyi devamlı kılması, o gün satacağı bir avuç çilekten çok daha önemli demek ki...
Minik Onur ve minik Luke, koşuştura koşuştura topladı çileklerden... Önce annelerinden hangi çilekleri seçmelerinin doğru olacağına dair ders aldılar. Birlikte bir iki tane topladılar. Sonra kendi kendilerine söylenenleri tekrarlaya tekrarlaya, kutularını doldurdular. Hallerini, şekerliklerini görmeniz lazımdı. Bu arada minik Nora da annesine yapışmış, işaretleyerek gösterdiği çilekleri yemekle meşguldü! Dolayısı ile annesinin çilek toplayacak zamanı pek kalmadı!


Kutularımızı tepeleme doldurduğumuzda, süremizi de bitirmiştik. Kendimi yarıştan çıkmış gibi hissettim! ''Money, money!'' diye bize şaka yaparak gelen tarla sahibi, kutu başına 1.20 pound aldı ki, bu marketlerde satılanlara göre çok daha iyi bir fiyat! Mis gibi kokan çileklerimiz oldu üstelik...
Tarla sahibi de: ''Haftasonu gene gelin, bol bol çileğimiz var, hem de geyik gelip size hediyeler veriyor.'' dedi, minişlere...
Tarlada üç ayrı tür çilek vardı. Birisinin yaprakları da fidesi de kocamandı. Meyvesi nasıl bir şey diye merak ediyorum...Daha olmaya başlamamışlardı, biz gördüğümüzde.

Eve gelir gelmez yıkanıp, tüketildiklerinden çilekleri Sanem gibi, başka yerlerde kullanma fırsatım da olamadı! Şimdi arkadaşım tatilden gelse de, yeniden gitsek diye sabırsızlıkla bekliyorum.

12 Haziran 2007

Bahçede Son Durum

Daha önce ''Bahçeye Bakım Zamanı'' demiştim. O dönemde aldığım çiçekler büyüdü, serpildi, güzelleşti. Hatta zamanları geldi de geçti bile. Hercailer uzadı da uzadı, çiçeği bol ama şekilsiz bir hal aldı. Ama çiçeklenmeye de devam ediyor. Bilmem bu zamanda verdiği dallardan kopartıp da yanına ekilse tutar mı?
Bizim Amerika görmüş petunyalar(Amerika'daki soydaşlarıyla çaprazlandığını söylemiştik hani), epey uzun süre çiçek açmadılar. Kendilerini geliştirmekle meşgullerdi. Sonrasında bir coştular ki anlatamam... Kadifemsi dokusu olan, çingene pembesi renkli çiçekler açtılar. Ben de çok sevdim. Zira geçen sene, burada hanging basket denilen, bütün pubların camlarından eksik olmayan sepet içindeki çiçeklerden biri bu surfinialardı ve ben renklerine, şekillerine bayılıyordum. Bu sene henüz öyle coşmuş, güzel sepetlerle karşılaşamadım ama onları kimler hazırlıyorsa ve de kimler akıl edip, adet haline getirmişse, ellerine, beyinlerine kuvvet diyeceğim. Bu ülkede en çok sevdiğim şeylerden çünkü.Arkadaşımın hediyesi dağ çileklerim çiçek açmışlardı, artık minik minik çilekler veriyorlar. Ama o kadar küçükler ki, ağzınızda yok olup gidiyorlar. Mini minnacık haplar kadarlar. Kendilerine has, değişik bir kokuları var. Onları diğer çileklerden ayıran özellikleri de bu sanıyorum. Ben minikliklerine bakıp, daha fazla büyüyecekleri zamanı bekliyordum. Arkadaşım, kızarmış, koyu kırmızıya dönüşmüşlerse sakın bekletme, çürürler dediğinde, inanamadım. Toplamaya gittiğimde elimde ezilecekler diye korktum, öyle miniklerdi!Komşumuzun erikleri, bizim mürdüm eriği dediğimiz türe benzemekle birlikte, daha ekşi ve kokusuz. Anca marmeladı yapılabiliyor diye söyleniyordu komşum, ama ben onunla minik kekler yapmayı da başarmıştım geçen sene. Bizim tarafa sarkan dalı gene bana bırakırsa, hem marmelat, hem de minik kekler için, hazır ve de nazır beklemekteyim!
Ahududumuz epey verimli bu sene. Ama kuşlar rahat bırakmıyor! Turuncu gagalı, kargaya benzeyen bir kuş var. Black Bird diyorlar adına. Türkiyede karatavuk diyorlarmış onlara. Bahçedeki solucanlarla meşgul olup, beni solucanla mücadeleden kurtarıyordu ne güzel... Ama ahududu olgunlaşmaya başladığından beri onun tepesinde. Yese, sorun değil. Bir gaga vurup bırakıyor. Güzelim meyveyi mundar ediyor. Yere düşürüp, karıncaların üşüşmesine sebep oluyor. Çok kızgınım onlara çoook! Üzerine ağ germek lazım sanırım. Çilekler minik minik olunca, portakal filesi ile kurtardık durumu. Arkadaşımdan da talimli idim. Önceki senelerde yetiştirip, gözü gibi baktığı çilekleri toplayacağı gün kargalar perişan etmişti. O yüzden önlemimi almıştım. Ama ahududu geçen sene böyle bir ihtiyaca gerek duymadan meyve verdiğinden, ben de bol bol yediğimden aklıma gelmedi. Daha önceden solucanları topluyor diye, bulgur koyup alıştırdığım kuşlar da başıma dert oldu! Deneye yanıla, hergün yeni bir şey öğreniyorum işte.

Ölmek üzere, bir daha çiçek falan açmaz diye düşünüp, gene de kıyamayıp ektiğim primrose yani çuha çiçeği, bana nispet güzel mi güzel çiçekler veriyor. Bunda da önemli nokta, dead head dedikleri, ölmüş çiçekleri bitkiden uzaklaştırmakmış. Ölmüş çiçek ve tomurcuklarını toplamıştım. Aynı noktalardan coşmuş halde çiçek verdi!
Küpe uzun süre kendisini büyüttü. Epey epey serpildi. Bulunduğu saksıda begonya soğanları var, geçen seneden, bilmem bu sene de açar mı ya da küpe onun besinini topraktan alır mı? Umarım begonyalarıma birşey olmaz. Küpeler de epey bir büyüdükten sonra gonca vermeye başladı. Katmerli olmasına rağmen, goncaları küçük, umarım haylaz çocuğun biri bahçe malzemeleri satan dükkanda, etiketlerini değiştirmemiştir! Goncaları açınca anlayacağız bakalım nasılmış durum.

Böğürtlenler çiçek aşamasında. Bazıları taç yapraklarını döküp meyve vermek üzere hazırlığa başladı. Onun da, bir dalı kurumuş diye üzülmüştüm ama kesince, aynı yerden yeni bir dal vererek aynı boya getirmeyi, büyütmeyi başardı. Bakalım geçen senelerdeki kadar çok böğürtlen verecek mi?

Haseki küpeleri, İstanbul'daki komşularımızdan en sevdiğimin bahçesinde, renk renk açardı, uçuk maviler, uçuk pembeler... İki renkliler... Çok severdim. Meğer ev sahibimiz de ekmiş. Bizde de varmış. Bizim bahçedekiler katmersiz, tek renkli ve pembe! Bahçesi olanlara kesinlikle önereceğim bir çiçek. Çok uzun süre çiçeği eksik olmuyor ve çıtır, çıtır, hoş havası ile renk katıyor.

Geçen seneki sardunyamı kıştan koruyamayınca, bu sene kırmızı sardunyalara göz koymuş halde geziniyordum. Fırtınada uçan çiti, uzun süre tamir etmeyen komşumuz, benden özür dilemek için iki beyaz sardunya almış! Bana sürpriz oldu! Ne diyeceğimi, ne yapacağımı bilemedim. Ama çit için de 3 ay kızarak beklemiştim. Üstelik inşaat yapmayı planlıyorlardı ve ustaların bizim bahçeye dalmaları hiç hoşuma gitmeyecekti. Neyse ki çiti onardılar. Bana da sardunya getirdiler. Ben de Türk bayrağı renkleri olsun dedim. Kırmızı bir tane aldım ve hepsini uzun, sulama gerektirmeyen bir saksıya ektim. Bu saksıların özelliği, altlarında özel bir boşluğun olması. Susuz zamanlarda, oraya biriken suyu kullanıyor. Böylece altına su vermiyor ve cam önüne de koyabiliyorsunuz. Zeminin boyasını bozmuyor ya da bulunduğu yere nem vererek bakteri oluşturmuyor! Bizimki şimdilik asmanın önünde duruyor.

Allium... Ben, morlarını çok seviyorum. Top top, bazen iri, bazen küçük... Yemeklik soğan ile akrabalığı varmış, bizdeki türünün. Komşum öyle dedi! Mis gibi bir kokusu var ve bol bol arı geliyor ziyaretine... Ama annem bizi ziyaret ettiğinde de keşfettik ki, kendileri sarımsak olmaktalarmış! İnanamayıp topraktan çıkarttım ve soğanını kokladım. Evet bildiğiniz sarımsak!



Bir de güzel çiçek açan chives var. Frenk soğanı deniyormuş sanırım kendisine... Peynirlerin, sosların içine de bir nevi yaprak sayabileceğimiz kısımlarını koyuyorlar. Tad, koku olarak çok sevdiğimi söyleyemeyeceğim. Çiçeği güzel ama çiçeği...



Şimdilik bahçede durum böyle. Bakalım ilerleyen günler neler getirecek? Çim biçip, ot yolmaktan yorgun halde olan eşim ve de ben neler anlatacağız? Gerçi eşim yazmıyor ama olmadık yerde aklına pat diye geliverenlerle, bana ilham kaynağı oluyor.


Sanırım güzel havalarla birlikte herkes dışarılarda, bilgisayar karşısında çok fazla zaman geçirmemek için nadir uğruyorsunuz buralara... Biz buralardayız, bekleriz!

08 Haziran 2007

Cambridge Çilek Festivali - Cambridge Strawberry Fair

Geçtiğimiz haftasonu şehir merkezine indiğimizde karşılaştığımız bu manzara karşısında, ''Neler oluyor acaba?'' dedik. Sonradan anladık ki Çilek Festivali'ni unutmuşuz... O gün Çilek Festivali günü imiş. Bu gördüğünüz bisikletli vatandaş, bir sağlık görevlisi, bisikleti de ambulans. Evet evet yanlış okumadınız ambulans! Açık havada acil müdahale edebilmek için hazır ve de nazır bekliyor.
Çilek festivali konvoyu, geçmeye hazırlanırken, bu hanım hızla gelip geçiverdi yanımızdan. Şehirdeki değişik bisikletlerden birini kullanarak. Geçen gün de tek tekerlekli bisiklete, buradaki adı ile monocycle'a binen birisini gördüm ama fotoğraf makinama uzanana dek, ilerledi, gitti...



Yazları öğrenciler evlerine gidince, şehir oldukça ıssız kalıyor. Turistler de bu açığı her ne kadar kapatsalar da ele ayağa dolaşmaktan başka birşey yapmıyorlar, onların ilgisini çekecek birşeyler lazım. Ayrıca, okullar kapanınca, çalışıp, tatile gidemeyen aileler de yapacak değişik birşeyler aramaya başlıyor. Belediye bu konuyu düşünüp, yüzyıllardır süregelen adetlerle günümüzdeki bu açığı biraraya getirerek değişik etkinlikler düzenliyor. Havaların iyi gitmesi de onlara yardımcı oluyor. İki senedir, yazın en sıcak gününü aratmayacak derecede güneşli havada yapılıyor Çilek Festivali. Eşimin deyişi ile de panayır! Bizim köylerde, kasabalarda kurulan panayırdan gerçekten de hiçbir farkı yok! Yiyecekler, içecekler, satılmak için çeşitli yerlerden getirilen eşyalar, şarkıcılar, coşarak eğlenen insanlar... Aaa bu arada ''Çilek'' dediğimize bakmayın, adı böyle ama biz daha henüz çilek satışı göremedik orada!

Midsummer Common (Eşimin deyimiyle Panayır Çayırı), Çilek Festivali'nin mekanı. Festival, yürüyüş ile başlıyor. Bu sene Market Square'den yani şehrin meydanından başladı yürüyüş. Aşağıdaki fotoğrafta festival perilerimiz var... Peri olmak için biraz iri kıyım göründüler gözümüze ama herhalde uzaktan seçilebilmeleri gerekiyor! O sebeple, bu cüssede olanları seçildi ya da en çılgınları onlar idi, kim bilir?
Festival konvoyundan mutlu, gülücükler dağıtan bir kelebek...


Bando... Dikkat çekebilmek için takıp takıştırmışlar, boyanmışlar...


Uzun çubuklar üzerinde yürüyenler... Birisi değnekten yapılma ayağına, çocuk patiği giymiş, es kaza patik çıkarsa neler olur diye düşünmeden edemedik.


Aşağıda da festival alanında satış/tanıtım yapanlar var.



Bu minişler yeterince cep harçlığı kazanmışlar mıdır sizce?


Bangır bangır şarkı söyleyen grubumuz... Bir ara özel bir istek var deyip, doğumgünü şarkısı söylediler. Doğumgünü olan kişiyi orada bulunan herkes alkışladı. Çok hoştu!


Ufak ufak demlenmeye başlayan, akşama doğru içtikleri biralar yüzünden uzun tuvalet kuyrukları oluşturan halk!



Festival ile ilgili detaylara resmi web sitelerinden ulaşabilirsiniz. BBC Cambridge'in yazısı ve de Flickr'daki fotoğraflar da görülmeye değer kanımca.

04 Haziran 2007

Coronation - Kraliçe'nin Taç Takma Töreni


Son dönem hep ilham kaynağım BBC programları oluyor sanırım. Geçen hafta pazar günü Coronation yani, İngiltere kraliçesinin taç takma töreni anlatılıyordu.
Kraliçe, 2 Haziran 1953 tarihinde taç takmış. Yani tam 54 önce.

Esas kral olma hakkı, şu andaki kraliçenin amcasına ait! 1936'da George V ölünce, başa geçmesi gereken kişi Edward VIII. Ancak, Edward VIII gönlünü Wallis Simpson'a kaptırıyor. Wallis Simpson daha önceden 2 kez evlenip ayrılan bir dul olduğu ve kral adayı ile de uzun süredir yaşadığı için, eş olarak uygun görülmüyor. Elbet bu uygun görülmeme kısmında, şu andaki kraliçenin annesinin etrafa yaydığı bazı sözler de etkili oluyor (TV programlarının yalancısıyım! Zira kraliçenin babasının krallığı döneminde de ana kraliçenin ağır bastığı söylentisi de sözkonusu. Hatta kraliçenin babasının
kekeme olması nedeniyle, çoğu konuda ana kraliçe yardımcı olur, çoğu konuşmayı o yaparmış.) Ana kraliçe acaba 2 defa evlenme teklifini reddettiği, üçüncüsünde kabul etmek zorunda kaldığı eşinin kral olabileceğini biliyor muydu?

Edward VIII, Wallis Simpson'a evlenme teklif ederek, aşkı uğruna tahtından vazgeçiyor. Şu andaki kraliçenin babası George VI da 12 Mayıs 1937'de kral oluyor. 6 Şubat 1952'de akciğer kanserine yenik düşünceye kadar da tahtta kalıyor. 8 Şubat 1952'de kızı, aile içindeki adı ile Lilibet, resmi adı ile Elizabeth 26 yaşında başa geçiyor. 1 yıl sonra da taç takıyor.

Taç takma törenindeki ilginç noktalar anlatılıyordu televizyon programında... 50 yıl boyunca saklanan bir sır var mesela... Kraliçenin tören sırasındaki makyajını yapan hanım ölene kadar saklamış sırrını, o öldükten sonra, o sırada yanlarında olan oğlu tarafından açıklanmış... Sır ise çok komik, kraliçe kendi makyajını kendisi yapmış! Ancak, makyajı yapması gereken, kendisi yapmış gibi dergi ve gazetelere demeç vermiş...

Tören sırasında BBC, ilk defa bir taç takma törenini naklen yayınlıyor. Ancak bunun gerçekleşebilmesi için zor izin alınıyor, çünkü bir önceki tören de kamera ile kaydedilirken krala tacını takan kişi yani başpiskopos(arcbishop) bir türlü tacın ön kısmını bulamamış, elinde çevirip çevirip durmuş, emin olamadan da tacı takmış ve bu kayıtlara geçmiş. Böyle bir hatanın anlaşılmaması için töreni kaydetmek üzere sadece bir kameranın girişine izin verilmiş!

Halkın kraliçenin geçiş yolundan, katedrale gidişini seyredebilmesi için, özel localar hazırlanmış ve localardaki yerler tek tek dünya kadar paraya satılmış! Geçiş süresinin saniyeler olduğunu belirtirsek, pazarlama anlayışlarını bir kez daha anlamış oluruz herhalde. Bandonun işi, bekleyenleri oyalamakmış. Bu sebeple bütün gün belli sürelerle locaların önünden geçip durmuşlar.İnsanlar sabah günün ilk ışıkları ile yerlerini alıp, kraliçeyi birkaç saniye görebilmek için beklemişler.

Taç takma töreninden sonra da izlemeye gelen resmi misafirlere özel bir yemek hazırlanmış. Her dinden insan bu yemekte yeralacağı için, ikinci dünya savaşı ardından bitap çıkmış ülkede elde bulanabilecek en iyi malzeme olarak tavuk saptanmış. Isıtma sorunu olacağından soğuk servis yapılmasına karar verilmiş. Böylece Costance Spry tarafından icat edilen bir tarifle, adı yıllarca
''Coronation Chicken'' olarak anılacak bir yemek doğmuş! Halk da mahalle içlerinde, okullarda, kiliselerde kurulan sofralarda yemekler hazırlamış ve bu yemeklere katılabilmek için biletler satılmış. Gene dünya kadar paraya... O dönemden, bu zamana erişen herkesin aklında bu taç takma töreni yemekleri var. Tören için, bütün İngiliz sömürgelerinden kraliçeyi temsil eden askerler gelmiş ve kendilerine gösterilen yerlerde çadır kurarak, kendi yemeklerini pişirip, yemişler.

Nedimeler özel olarak seçilmiş. Bayılmamaları için özel bir karışım hazırlanmış ve kollarına takılmış, bayılacak kadar heyecanlananlar bunu koklayarak ayakta kalmışlar. Hepsi kraliçenin ne kadar genç olduğundan bahsediyordu. Gerçekten de kraliçe çok genç görünüyordu ama o sırada evli ve iki çocuk annesi, sorumluluklarının da gayet bilincinde biri olarak tacını giymiş kanımca.

Kraliçenin oturduğu taht çok eskilerden kalmış. Ancak, saklandığı yer gençlerin eline geçmiş, bir gece orada kilitli kalıp epeyce harap etmişler. Gene de günümüzdeki en eski tahtlardan birisi imiş. Tipine gelince, öyle abartılı birşey beklemeyin, dümdüz, sandık gibi, ağacı özel ama kendisi gayet sade bir taht!
Tören görüntülerine de buradan ulaşabilirsiniz.

Tören sırasında edilen yeminin detaylarına buradan ulaşabilirsiniz.


Gelelim günümüze, ilahi bir kader midir bilinmez, kraliçenin oğlu gene evlenip, boşanmış Camilla Parker Bowles'a aşık olur. Lady Diana'nın, '' Biz bu evlilikte üç kişiyiz.'' Sözü uzun yıllar hafızalarda kalır. 1995 yılında Camilla Parker Bowles, 1996 yılında da Prince Charles eşlerinden boşanırlar. İlginç bir kaza ile Lady Di, hayata veda eder. Bu konuda Harrod's mağazasının sahibi Mısırlı Mohamed Al-Fayed'in kraliçenin eşi ile ilgili çok ilginç iddiaları vardır ve kendisini mahkemeye vermiştir.

Hatta tarihte ilk defa kraliyet ailesi bu konuda sorgulanacaktır! Kraliyet ailesi ile savaşı nedeniyle pek çok hasar almıştır. Ne demiştik, tarih tekerrürden ibarettir. Ama tekerrür etmemesi, annesinin amcasının başına gelenlerin Prince Charles'in başına gelmemesi için, birileri önlem almış olabilir mi?