29 Mart 2008

Türk El İşleri Kursu

27 Kasım 2006 tarihli yazım ile Türk El İşleri kursu vermeye başlayacağımı söylemiş, sizlerden de yardım rica etmiştim. Bana gerek desen göndererek, gerek fotoğrafları ile yardımcı olan herkese çok teşekkür ederim. En çok canım Ayşem'ime, sevgili Meliha hanıma...


Canım Ayşem'im kumaşlarından, boncuklarına, Türk İşi nasıl yapılırı anlatan notlara kadar her detayı düşünülmüş bir paket yolladı taaa İngiltere'ye kadar. Sevgili Meliha hanım, nakışları sabırla anlattı, hammadde sağlayan üreticilerin web sitelerini iletti, kendi el işlerinin fotoğraflarını çekerek gönderdi, yardım elini hiç eksik etmedi. Her zaman destek verdi. Posta kutumda onun ismini gördüğüm zaman, sabırsızlık ve mutlulukla açtım e-postaları her seferinde. 21 Ekim 2007 tarihli yazım ile kursa başladığımızı haber vermiştim. Ekim ayından, Easter dönemine dek, iki dönem boyunca kursa devam ettik. Üçüncü dönem, genellikle U3A üyelerinin bahçeye bakım yapma zamanına, seyahatlere denk geldiği için katılım çok fazla olmuyor. O yüzden üçüncü dönemi iptal ederek, önümüzdeki sene devam etmeye karar verdik.


Başlangıçta kursa kayıt olanların sayısı 15 idi. Bu sayı benim koyduğum sınırdı. Zira yeni başlayanlar olacağını düşündüğüm için, tek tek herkesle ilgilenebilmek amacı ile böyle bir sınır koymuştum ve ilk sene o sayıya ulaşabileceğimi hiç düşünmemiştim. Öğrendiğimde inanılmaz mutlu oldum.

Sonrasında bir de iş teklifi geldiği ve Londra'da çalışmak zorunda olduğum için kurstan vazgeçmedim, sadece gününü cumartesi olarak değiştirdim. Günde 5 saat yolculuk yaptığım, kendime ayıracak çok zamanım kalmadığı halde ben bu kursa zaman ayırmakla çok mutlu oldum. 1 ay 6 gün dayanabildiğim işi bıraktım, ama kursu bırakmadım. Gene cuma gününe döndük, ama kan kaybettik... Cumartesi günü başlamamız nedeniyle, torunlarına bakan teyzeler gelemediler. Haftasonu gezenler, gelemediler. O yüzden 6 kişi ile yolumuza devam ettik. Ben teyzeler diyorum, zira U3A'e gelenler emekliler olduğu için yaş ortalaması 60'ın üzerinde.


Katılan teyzeler arasında en istikrarlısı, Miyako idi. Miyako, yıllar önce bir İskoçyalı ile evlenmiş ve İngiltere'ye yerleşmiş dünya tatlısı Japonyalı bir hanım. Prensipli, programlı. Asla ders kaçırmadı. Başlangıçta yemenilerin kenar süslemelerini beğendi ve tığ işi yapmayı öğrenmek istedi. Modelini çok sevmediği siyah penye bir bluza dikmek üzere tığ işi süslemeler yaptı. İlk denediğimizde umutsuz vak'a diye düşünmüştüm. Zira tığı öyle bir tutuyordu ki, gözüme batıracak zannettim. Ne ipliği, ne tığı tutuşunu değiştiremedim. Cambridge'deki dostlarımdan Sevda'dan yardım rica ettim. Miyako'ya öyle güzel öğretmiş ki, tığ ve iplik tutuşu aynı kalmak kaydı ile tekniği öğrendi. Hem 3 renkli olarak, hem de siyah olarak uyguladı aynı modeli. Miyako da altında kalmadı, yaptığı yılbaşı süslerinden bizlere hediye etti.


İkinci dönemde de nakış işlemeye karar verdi. Elimizde bulunan desenlerden seçti. Modeli Türk, kumaşı %100 ipek ve Japon malı, nakışı karma bir nakış işledi. Deseni o kadar beğendi ki, seramik çalışmalarında da uyguladı. Amacı bana hediye etmek üzere bir potpori kasesi hazırlamakmış, ancak kullandığı boyaları birisi karıştırdığı için fırınlandığında istediği renkler çıkmamış. O yüzden bana hediye etmekten vazgeçmiş. Onun yerine dönem sonunda Türk yemeklerinden oluşan bir davet verdi. Elindeki ingilizce kitap yardımı ile çok güzel yemekler hazırlamış olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Onu, mütevaziliği, hanımlığı, dostluğu ile çok sevdim. Önümüzdeki sene tekrar gelmesini dilerim.


Derslere devamı ile rekor kıranlardan biri de sevgili Ann idi. Ann, 60'lı yaşların sonlarına yaklaşmış olmasına rağmen bisikletle heryere giden, uzun boylu, bilgili, görgülü, zarif bir hanım. Türk çinilerini çok sevdi. Bir de boncukla nakış işlemeyi. O yüzden ona çini deseni bir örnek seçtik, gözlerindeki parıltı ve şevkle nasıl nakış işlediğini görmeniz gerekirdi. Saatlerini alıyormuş. Nakışın arka yüzü neden saatler aldığının kanıtı aslında. Anlatmaya çalışmama rağmen, farkettim ki çok zorlamamam lazım. Kendi istediği şekilde yapması onun kolayına gidiyor. Eğer zorlarsam, saatlere saatler eklenecek. İkinci dönemim sonunda, nakışı yukarıda gördüğünüz kadarıyla tamamlanmıştı. Erkek arkadaşı ile Yeni Zellanda'ya ve Amerika'ya tatile giderken, yanında götüreceğini, işlemeyi çok sevdiğini söyledi.
Barbara, yakınlarda eşini kaybetmiş. O yüzden tek başına yaşamaya alışmaya çalışıyordu kursa başladığında. Sağlıklı beslenmeyi kendisine ilke edinmiş. Şekerle küseli çok oluyormuş. Tatlı hiçbirşey yemiyor. Bunun karşılığı olarak da yaşını hiç mi hiç göstermiyor. Güzel giyinen, maviş gözlü, çok tatlı bir hanım. Evdeki kitaplarının arasından bulup, tuğra işlemeye karar verdi. Kumaş olarak tafta seçti. Tasarım tümüyle ona ait. Kumaşın şekli sebebi ile ancak gördüğünüz kasnak boyutunda kaydırarak işleyebildi. Ne yapıp edip sene sonuna yetiştirdi. Eli işlemeye en yatkın, kumaşları, malzemeleri en çok tanıyan da Barbara idi.

Pauline vardı... Kurs ilanını ilk gördüğünde telefona sarılıp: ''Sizin oyalarınız var ya, ben onlara bayılıyorum, beni kursunuza mutlaka kaydedin'' diye arayan. Doktormuş emekli olmadan önce. Türkiye'ye tatile gitmiş ve el işlerimizi çok beğenmiş. Ballandıra ballandıra anlattı herkese. O da boncukla işleme yapmayı seçti kendisine. Ama herkesten faklı olarak siyah kadife üzerine. Boncuklar için Londra'ya gidip bir avuç kadarına 36 pound ödemiş. Duyduğumda kulaklarıma inanamadım. Oysa ben yarım kilosunu 1 pounda almıştım eylül ayında İstanbul'dan. Pauline, hevesle başladı derslere. Ancak önce Amerika'ya gitmesi gerekti. Dönüp geldikten sonra da erkek arkadaşı ile Libya'ya gittiler gezmek için. O yüzden çok fazla derse katılamadı ama e-postalar ile benden bilgi almayı, çaya çağırmayı, dostluk kurmayı ihmal etmedi. El işi biriktiriyor. Gittiği her ülkeden el işi örtüler alıyormuş. Gördüğü, beğendiği birşey olduğu zaman hiç affetmiyor, mutlaka alıyor. ''Benden sonra kimbilir ne olacak?'' diyerek bir de yürek burkuyor. Hapishanede, müebbet hapse mahkum olmuş mahkumları, hayata bağlamak için nakış yaptıran bir hayır kurumuna yardımcı olmaya çalışıyor, boş kalan vakitlerinde. Ama anlayacağınız üzere, pek de boş vakti yok.
Kursa ikinci dönemde başlayan N'ye ait bu nakış da. Amerika'ya kızının yanına tatile gittiği için çok fazla ilerleyemedi. Kursa geliş amacı daha çok içini dökmek ya da anlattıklarımı dinlemek. Dizinden ameliyat olduğu için ilk dönem başlayamadı. Yaşanmış hikayeleri ile aramıza güzel bir renk kattı...
Bir teyzemiz daha var. İngiltere'de doğmuş. Babası bir tarikat üyesi olduğu için Almanya'da Yahudilere İngilizce kurs vermek üzere gitmişler. Ama ikinci dünya savaşı zamanı kaçmak zorunda kalmışlar. Önce Rusya'ya gitmişler, oradan da Kıbrıs'a. Ardından da Bursa'ya. 5 yaşına kadar Bursa'da yaşamış. Emekli olmadan önce aşçı imiş. Hala fırsat bulursa bu işi yapıyor. Ama emeklilikten sonra ilk olarak Türkçe öğrenmeye karar vermiş ve kurslara kaydolmuş. Ardından da benim verdiğim kursu duyunca, hemen gelmiş. Tek tük Türkçe konuşuyor. Yemeklerimizi seviyor. Renkli, ilginç, torunları ile haşır neşir olan bir teyze. O da boncukla işleme yapmaya başladı kendi isteği olarak, karanfilli bir desen seçti kendisine. Son derse grip olup katılamadığı için, nakışının fotoğrafını çekemedim.

Bir seneyi bulduğum filmcikleri izleterek, el işlerimizi anlatarak, ardından da uygulama yaparak geçirdik. En çok kutnu belgeseli dikkat çekti... Nazar boncuklarımız... Sivas çorapları... Yemeklerden bahsedildiğinde herkesin söyleyeceği birşeyler vardı. Çiniler herkeste hayranlık uyandırdı. Renkleri büyüledi. Benim işlediğim Türk işi nakış için gözlerinin yeterli gelmeyeceğini, o yüzden kolay işlemeler seçmem gerektiğini anladım. Sonraki sene için neler istediklerini sorduğumda, Türk tasarımları ile kırkyamayı nasıl yapacaklarını öğrenmek istediklerini söylediler. Var mıdır bu konuda yardımcı olabilecekler aramızda?

Ann de kendisine çorap deseni arıyor şimdi. Yelek örecek seneye...
Eylül ayına kadar benim yeniden hazırlık yapmam, yeni filmler, yeni desenler bulmam gerekecek.

Gene sizlerden yardım rica edebilir miyim?

20 Mart 2008

Dostlar, Dostluklar...


Tijen'ime yorum yazarken bitkileri, çiçekleri, canlıları bizler kadar seven bir arkadaşımızı farkettim. ''Basit bir yaşam'' günlüğünün adı. Sade, ama içi dopdolu günlüğü. Yazarı, araştıran, tek tek detaylarını bildiği halde, gayet sade bir dille, özetini anlatan, dünya tatlısı Evren. Onunla bir konu üzerinde konuşurken, Ay Çobanı'nı farkettim. Hep beraber, o konuyu beyin fırtınasına dönüştürmeye karar verdik aramızda. Bunun yazışmaları sürerken, Ay Çobanı'nın Cambridge'e geleceğini öğrendim. Yeni yazışıyor olmamıza rağmen çok ortak noktalarımız olduğunu farkettim. Dedim, aman haber et gelince, bizi çiğneme, zaman ayır mümkünse.

Sağolsun, kısacık, oradan oraya koşuşturduğu gezisinde bize de pay düşürmeyi başardı ve tanıştık. Cıvıl cıvıl, dünya tatlısı, bilgili, kültürlü, ama bir o kadar da mütevazi Ay Çobanı. Zaman kısıtlı, hava yağmurlu olunca, aynı gün bir de senede bir hafta sadece Mart ayında düzenlenen bilim festivalinin de son günü olunca, jet hızı ile birkaç koleji gezebildik ancak. Hani bir nefes alımı...

Neyse ki, sonradan gene buluşup bir pub'da oturabilme, bol bol sohbet edebilme şansımız oldu. Eşler gayet güzel anlaştı, biz gayet güzel anlaştık. Bu yurtdışında yaşayanlar için nasıl büyük bir nimettir, bir bilseniz. Ayrılmayı, onları uğurlamayı hiç istemedik. Ne iyi ettiniz de geldiniz. Ayaklarınıza sağlık.
Ay Çobanı bizi mutlu etmekle kalmadı. Bir de yazı yazarak beni mahçup etti. Yok Ay Çobanım, güzel sözlerin için teşekkür ederim ama o, senin ruhunun güzelliği, ben bu övgülere layık değilim. En kısa sürede, sizleri yeniden bekliyoruz. Bu sefer o kadar kısa oldu ki, ne beraber bir yemek yiyebildik, ne de uzun uzun gezebildik. 31 tane kolej var. Siz daha iki tanesini gördünüz hem...Arayı uzatmadan yeniden bekliyoruz.

Günlük yazmaya başladığımdan beri, beni kıranlar, üzenler, dost görünüp arkadan vuranlar olmadı değil... Bütün iyi niyetimle bıraktığım mesajları yanlış algılayanlar, sorup sorgulamadan idam kararı verenler olmadı değil. Hep aferin, hep övgü bekleyenler olmadı değil. Yaptıklarına çok kırıldığım halde, sevinçlerini ya da üzüntülerini paylaştığım halde, yorum gözükmesin diye yoruma kapatanlar yok değil... Bilsinler ki, ben kasıtlı olarak birşey yapmadım. Gördüğümü dilim döndüğünce söyledim ya da uyardım. Siz beni tanıyamamışsanız, ben de sizleri tanıyamamışım, üzgünüm.

Ama tüm bunlardan çok çok daha güzelleri, çok çok daha değerlileri var benim için. Dostlar, dostluklar var. Düsturundan, düşüncelerinden ödün vermeden paylaşan, sevmediği şeyi açık açık bana söyleyen, uyaran, siyasi görüşleri, inançları ile dostluklarını karıştırmayan dostlar hem de... Bir ses duymazsa nasılsın diye soran dostlar, paylaşan, yazdığım tek bir kelime ile ne düşündüğümü anlayan, halden anlayan dostlar... En güzel günlerinde yanlarında olmam için beni evimden gelip alan dostlar...

Ne diyebilirim, iyi ki varsınız, sağolun, varolun. Hep kalbiniz bu kadar yüce, dostluklarınız bu kadar güzel olsun. Sonsuz sevgiler sizlere.

14 Mart 2008

Cromwell'in Başı

Punto amca bugünlerde, benim çok hoşuma giden bir konuya değinmiş İstanbul'un tarihini yansıtan çınar ağaçlarını anlatmış. Orada adı geçen bir ağaç var ''Kanlı Çınar''...

Kanlı Çınar'ın hikayesini duyanlar, içlerinden bir ''ay! olamaz'' diyebilirler. Ama bence o döneme, o dönemlerdeki diğer ülkelere, yaşam tarzlarına bakmak gerek. Bizlere bilmeden barbar diyenlerin de, çuvaldızı kendilerine batırması gerek.

Cambridge tarihi kursunda, kolejleri gezerken Sidney and Sussex College'e geldiğimizde bahsetmişti hocamız, inanamamıştım! Doğruymuş.

Oliver Cromwell, İngiliz tarihine imza atmış isimlerden birisidir. Cumhuriyetçidir. Krallıktan, meşrutiyete geçişte rolü büyüktür. Tudor's dizisini ya da The Other Boleyn Girl filmini izlediyseniz oralarda da görmüşlüğünüz vardır. Hayatı ile ilgili detayları öğrenmek istiyorsanız, buraya bakabilirsiniz. Konuyu, tarihten daha iyi anlayanların eline bırakmam lazım. Zira hayatı, İngiltere tarihi ile özdeştir. Ben esasen hayatının sonu, hatta sonundan sonrasıyla ilgili bir olaydan bahsetmek istiyorum.

Oliver Cromwell, 1599 - 1658 yılları arasında yaşar. 59 yaşındayken önce malaryaya yakalanır. Ardından böbrek iltihabı nedeniyle eceliyle ölür. Krallara layık bir törenle de gömülür. 7 saat sürer tören. Törenin maliyetinin oldukça yüksek olması, Cromwell'in devlet için önemini gösterir o dönemde.

Cromwell, cumhuriyet rejimine geçmek istendiği dönemde I.Charles'in ölüm emrine imza atan 3 kişiden biridir. Kendi ölümünden sonra da meşrutiyet ilan olunur ve II.Charles başa geçer. II. Charles, I.Charles'a yapılan şeyi ve tahtın tek varisi olmak yerine meclis ile birlikte yönetimi sindiremez. I.Charles'in ölüm yıldönümünden 4 gün sonra Cromwell ile ölüm fermanına imza atan diğer iki kişinin mezarlarını açtırır, kafalarını gövdelerinden ayırtır ve Tyburn'e yani I.Charles'in öldürtüldüğü yere astırır. Mumlanmış baş, 20 yılı aşkın bir süre, hızlı bir rüzgar esip de kafayı aşağı uçurana dek aynı yerde direğe asılı olarak kalır. Bazı rivayetlere göre de bulunduğu yerden aşağıya indirilir. Genel inanış, rüzgardan düştüğü yönündedir. Sonra baş, bir müze kayıtlarında görülür. Samuel Russell, Cromwell'in eğitim gördüğü Sidney Sussex College'e satmak ister ama kolej kabul etmez. Bunun üzerine Russell, onu teşhir etmeye başlar ve görmeye gelenlerden para alır. 1787'de, 118 pounda, James Cox'a satar. O da, 230 pounda, Hughes isimli 3 kardeşe satar. Onlar da sergilerler ve Cranch adlı birisi kafayı boyar! Sergi çok başarılı olmaz. Bazı deliller bu olaydan sonra başın halk müzelerinde de sergilendiğini söylemektedir ama net bir bilgi (hangi müze, ne zaman, nasıl ellerine geçmiş vb...) yoktur. 1814'te, Josiah Henry Wilkinson satın alır ve yıllarca onun ailesinde kalır. 1930'da, Canon Horace Wilkinson, kafatasının incelenmesi için izin verir. İki bilim adamı 1935'te 100 sayfalık, çizimleri de içeren bir kitap yayımlar ve başın kesinlikle Cromwell'e ait olduğunu söyler. BBC, konuyla ilgili film yapmak ister, ancak Wilkinson ailesi İngiliz çocuklarının bu hikayeyi duyması ve kafatasını görmesinden endişe ederek, bu teklifi kabul etmez. Canon Wilkinson'ın ölümünün ardından, 1960 yılında, Sidney Sussex College başı kabul eder ve teslim alarak, bahçesine gömer. Böylece baş, 300 yıl sonra bedeninden ayrı bir yerde toprağa verilmiş olur.

Beden ise ayrı bir hikaye ve nerde olduğu bilinmemektedir. Hakkında ancak rivayetler sözkonusudur ve net bir bilgi yoktur.

O dönemlerde, kimi veliaht kral öldürülmüş, pek çok oyun, pek çok katliam yapılmış. Zaten VIII Henry dönemi pek çok ilginç olaya sahne. Adam sevgilisi ile evlenebilmek için, karısı ile evliliğinin iptaline çalışmış, bu yüzden dini bile değiştirtmiş. Bu konu ile ilgili daha detaylı bilgi edinmek istiyorsanız buraya bakabilirsiniz.

Gene üst satırlardaki ile aynı şeyi söyleyeceğim... Bize laf edenler, önce şöyle bir tarihlerini gözden geçirsinler. Gelip size birileri laf mı ediyor, sizler de laf edenin ülke tarihine bir bakıverin, vardır mutlaka benzer olaylar! Belki de o dönemin olmazsa olmazları hatta bu olaylar.

10 Mart 2008

Redwork


Benim gene ilginç bir hikayem var anlatılacak...

Bu seferki el işinin menşei Avrupa ama esin kaynağı Türkler. Daha doğrusu Türk kırmızısı... Bilenler bilir, bizim kök boyalarımız çok meşhurdur. Renklerin taklit edilemeyişi, kullanılan maddeler, en önemli kısım da yıkandığı zaman renklerin solmaması!

İşte Türk kırmızısı ipekli iplikler de, böyle meşhur olmuş Avrupalı hanımların elinde. Solmayan ipek iplik ile basit nakış teknikleri ile nakış işler olmuşlar. O dönemde 1 penny'e satılan 6 inch'lik kare kumaşlar üzerine redwork işleyerek kırkyama yapmışlar. Bu kırkyamalar bazen örtü olmuş, bazen yorgan.

Catharine of Aragon'un redwork'ten yapılma elbiseler giydiğini yazan belgeler varmış.

İngiltere'de meşhur olmasının sebeplerinden biri bu ama daha da önemlisi Royal School of Art Needlework in Kensington'da konunun ayrıca ele alınması, nakış tekniklerinin geliştirilmesi olmuş.


O dönemde ipek iplik alamayan az gelirli halk, pamuklu ipliklerle işlemiş bu nakışı. Kumaşı çay ile boyayarak eskitilmiş havası vermiş. Kumaş olarak genellikle beyaz ya da krem renk tercih edilirmiş.

Zamanla renk atmayan diğer renk ipliklerin çıkışı ile bu nakış eski değerini kaybetmiş ama hala günümüzde özellikle kırkyama ve yorganlama teknikleri ile çalışanlar arasında sevilmekte.


Ben de bu kolay ve renkleri bizden olan nakışla bir deneme yapmak üzere aldım elime. Nakış kısmı bitti, şimdi kumaşlarla üzerinde oynaması kaldı geriye...


Yazılı İngilizce kaynak ararsanız buraya , örnek ararsanız da buraya bakabilirsiniz.

02 Mart 2008

Çini - İznik Çinisi

Kendimi bildim bileli, mavi rengi severim. Belki su burcu olduğumdan, belki denize yakın büyüdüğümden... Sebebini bilmiyorum ama maviyi sevdiğimi biliyorum.

Mavinin en güzel tonlarını çinilerde görür, onu da çok severdim. Fayansı sevmem ama çini gözüme hep güzel görünmüştür. Desenleri, işçiliği...

İş için Mısır'a gönderildiğim zamanlarda, bir gün tatile denk geldim. Tatil için Türkiye'ye geri dönüp yeniden gitmek de masraflı olacağından, benim orada kalmam ve haftasonu tatilimin bir gününü orada geçirmem doğru bulundu. İyi, güzel de tek başıma ne yapacaktım, otel odasında raporlarımı yazacaktım. Pek iç karartıcı bir durumdu bu. Allah'tan orada bizimle birlikte çalışan acentadaki bir hanım imdadıma yetişti ve beni alıp Mohamed Ali müzesine götürdü. Genelde gezmek amaçlı gittiğim ülkelerde ne, nedir hep öğrenirim ama bu sefer o kadar çabuk oldu ki herşey, vakit bulamadım. O zamanlar, internete otel odalarında ücret mukabilinde girilebildiği için de araştıramadım. Gidiyoruz dediler, tamam masrafları cebimden olmak kaydıyla dedim ve gittim... Müze güzel, gayet hoş, değişik ama herşey pek bir tanıdık geldi. Birden İznik çinilerinin olduğu bir odaya girdik. Aaa buraya kadar gelmişler, bunları dünyada bir tek İznik'te üretiyorlar dedim, o kadarını bilmişim ancak... Dedim demesine ama neden buraya gelmişler diye, kendi kendime sormadan edemedim. Sonra bir baktım heryer tuğra, en son padişah resimlerini de görünce ''Aaaa bunlar Osmanlı padişahları'' demişim! Götürenler de benden cahil ya da işlerine gelmiyor açıklamak...

Sonradan öğrendim ki, Mohamed Ali Paşa, Osmanlı'nın Hidiv Paşası olmakta ve Mısır'ın idaresinden sorumlu tutulmaktaymış. Müze de onun evi. Bu kadar Osmanlı'ya ait eşyanın orada oluşunun sebebi de buymuş...

Yukarıdaki ilk iki fotoğraf eski makinamla çekilmiş ve taranmış olduğundan kalitelerinde sorun var ama bu anlattığım hikayenin kahramanı olan sahneleri simgelemekte. İlk fotoğraftaki meyve çanağının gümüşten yapılmış olduğunu, içine 50 kg evet yanlış okumadınız 50 kg meyve aldığını da belirtmem lazım. Daha detaylı bilgiyi Sevgi'ye danışabilirsiniz. Onun Mısır'a ait bilgilerinin benden çok çok daha iyi olduğu kesin!

2005 senesinde Londra'da Türklerin 1000 yılı sergisi açıldı. Muhteşem bir sergi idi. İnsanlar defalarca gittiler. 1 günde bitiremediler. Yaşlı, genç, pek çok insan orada idi. Bizler de...

Mısır'da yaşadığım olayın birkaç yıl sonrasında İznik çinileri bu sefer Londra'da idi. Aşağıda gördüğünüz fotoğraftaki çiniler Paris'ten, Louvre müzesinden gelmişti. Ayasofya'dan restorasyon için gittiği halde Fransızlar tarafından bize satıldı bunlar denip el koyulan çinilerden midir bilmem ama renkleri, çizimlerin güzelliği beni adeta büyüledi. Karşısından çekilemedim bir türlü... Türkiye'ye gittiğimde bu deseni bulup, nakış olarak işleme fikri doğdu kafamda. Aynı deseni bulamadım ama boncuklarla işlediğim nakışın fikir babası bu çinilerdir.

Yukarıdaki fotoğraftaki çini ise kartpostal olarak salonda şöminenin üzerinde devamlı karşımda...

Geçtiğimiz cuma günü Türk el işleri kursunda Ann'in özel isteği ile konumuz İznik çinileri idi. Ann, boncuk nakışı için çini desenini seçmişti. 2 dönemdir onu bitirmeye çalışıyor.

Konuyu araştırırken öyle şeyler öğrendim ki, hayran olduğum şeylere bir defa daha hayran oldum. Hatta hayranlık az kalır, aşık oldum!

Tarihte ilk Türk çinisi Göktürklerde (546 - 745) görülmüş. Tapınak döşemelerinde Türkler için kutsal renk olan sırlı mavi ile, hakanların saraylarını hayvan ve bitki figürleriyle süslemişler. Uygurlar'da çini görülmüş. İdikut ve Karahoçu kazılarında köşelerinde çeyrek rozetli, ortalarda tam rozetli gri mavi sırlı tuğla, tapınak tabanlarında aynı renkte kare tuğlalar bulunmuş. İlk Türk çinileri ''Kaşi'' olarak adlandırılmış.

Gazneliler, Karahanlılar, Büyük Selçuklular, Anadolu Selçukluları en son olarak da Osmanlı mimarisinde çiniler yapıları süslemiş.

Osmanlı İmparatorluğunun gerileme devrinde İznik çinileri için mali kaynak bulunamamış ve yapan atölyeler tek tek kapanmış. Böylece bir sanat da sona ermiş. Eski İznik çinilerinin paha biçilmez oluşu bu sebeptenmiş. Yokolan bu sanat tam 400 yıl sonra yeniden canlanmış. Sırları tam olarak çözülemese de eski çinilere çok yakın çiniler günümüzde de yapılmaktaymış. Ama domates kırmızısı ve patlıcan morunun sırrı hala çözülememiş. Bu tarz boyaların imalatında tümüyle doğal malzeme kullanılmakta olduğundan belki de bu malzemelerin kaynağı da tükenmiştir, kimbilir? Mavi renk kobalttan, kırmızılar ise demir oksitlerden elde edilmekteymiş.

Esas sır ise çininin yapımında kullanılan kuvars imiş. Kuvarsla imal edilen, kaplanan çini inanılmaz bir mucize gibi. Kuvars yarı değerli taşlar kategorisinde imiş ve en büyük özelliği strese karşı kullanılmasıymış. (Yapan ustaların sinirleri alınmış gibi çalışıyor olsalar gerek!)

İznik çinileri yüksek sıcaklıkta (900 santigrat derece) imal edildiği için ısı dayanımı oldukça yüksekmiş. Bundan başka çok iyi bir izolasyon maddesiymiş. Nemi iletmezmiş. Çini ile kaplı mekanlar kışın sıcak, yazın serin olurmuş. Radyoaktif elementlere karşı dirençliymiş. Işığı yansıtması gözleri rahatsız etmeyecek şekilde imiş. Mekanları daha geniş gösterirmiş. Bu sebeple klastrofobik dar, sıkıcı alanlar özellikle İznik çinileri ile kaplanırmış. Üzerinde bakterilerin yaşamasına izin vermezmiş. Tümüyle, her bir yapım aşaması tamamen el işçiliği gerektirdiği için yapımı zor malzemeler arasındaymış.

Bu bilgileri buradan okuduğumda İznik Çinisine olan hayranlığım bir kat daha arttı. Milattan sonra 500'lü yıllardan günümüze... İnanılmaz bir öykü.

Karo şeklinde kullanılan İznik çinilerinin yanısıra bir de mutfak eşyası olarak kullanılanları var. Bunlara da ''evani'' denilmekteymiş. Topkapı sarayında pek çok çinili bezeme görüldüğü halde evaniler pek görülememekteymiş. Ne olduklarını Allah bilir... İstanbul'da çıkan büyük yangınla yok oldukları düşünceler arasında.(haydi biz de iyimser olalım ve böyle düşünelim. Böyle düşünmeyelim. İnşallah dünyanın dört bir köşesindekiler Topkapı Sarayından giden evaniler değildir diyelim)

Mükemmel bir işçilik. Elbet çini kadar, çininin kullanıldığı mekânların tasarımı, mimarîsi de önemli. Malzemenin doğru yerde kullanımı önemli. Bu okuduklarımdan sonra o yılları, insanların canla başla, dürüstçe bu işlerin peşinde koşmaları, hayatlarını bu işe adamaları gözümün önüne geldi. Sonra günümüz ve günümüz telaşeleri, yaşadıklarımız geldi aklıma. Yukarıdaki İstanbul Metrosunda çektiğim fotoğraftaki çiniler için acaba çininin klastrofobik mekanlarda kullanımına örnek mi olacak yıllar sonra dedim kendi kendime...

Tarihimizi, tarihimizde varolanların değerini bilmeyi ne zaman ve nasıl öğreneceğiz diye sordum kendime sonra... Ben İngiltere'ye gelip, onlardan uzak kalınca bin kez daha değerlendi gözümde, umarım insanlar Türkiye'de yaşarlarken kaybetmeden değerlerini anlarlar dedim sonra da... Unutmazsınız değil mi? Sizler de İznik çinisi en az bir parçayı, evinizin bir köşesinde tutar, bu bilgileri, ilk Türk devletinden bugüne gelen bu sanatı hatırlarsınız değil mi?