25 Ocak 2008

Shibori

Bu aralar el işlerine pek dalmış durumdayım. Zevkle, elde dikebildiğim kırkyamalarla oynayıp duruyorum. Yeni yeni ''Redwork'' yapmaya başladım ki, kırkyamada kullanabileyim. O yüzden devamlı internette, bir web sitesinden diğerine, gezinip duruyorum. Hatta, YouTube'ün içine düşmüş vaziyetteyim. Diğer yandan, bir de benim verdiğim kurs var biliyorsunuz. O yüzden, ''Türk El İşleri'' kursu için internette keçe ile ilgili araştırma yaparken, her nasılsa YouTube ''Shibori'' 'yi karşıma çıkartıverdi. Neyin nesidir diye bakınca da batiğe çok benzediğini gördüm. Ancak bambaşka bir dünya çıktı karşıma. Kursa katılan Japon teyzeye sordum. O da, batikten daha farklı olduğunu söyledi. Teknik aynı batikteki gibi. Kumaşı bağlamaya, boyamaya, kurutmaya, sonra da açmaya, dayanıyor ama işçilik batikle kıyaslanamayacak derecede fazla ve değerli kanımca. Ayrıca kumaş bağlamadan dolayı bürümcük haline dönüşmüş oluyor. Ütülense bile, bağlanan yerlerin buruşukluğu hissedilir gibi. Özetle batik ile akrabalığı var ama batik shiborinin torununun torunu gibi.

Shibori genellikle ipek kumaşlar üzerine uygulanıyormuş. Tarihçesi milattan sonra 8.yüzyıla dayanmaktaymış. Özellikle kimono yapımında, desenleri oluşturmak için kullanılmaktaymış. Öğrencim olan teyze özellikle kimononun bel kısmında kuşak gibi kullanıldığını söyledi. Ama internet çeşitli şekillerde kullanabileceğini söylüyor. Tarihçesi hakkında çok fazla şey bulamadım. Kaynaklar ingilizceye çevrilmeyince, dünya üzerinde hızla yayılamıyor herhalde. Aynen Türk el işlerinde olduğu gibi. Elimizde bir hazine var, çalıyorlar, başka isimlerle karşımıza çıkıveriyor birgün ve bakıyorsunuz karşımıza çıkartanın malı olmuş bile. Allah'tan iğne oyası gibi yapımı zor olanlar var da, onlar bize kalabiliyor. Ama bugünlerde ''Crazy Patcwork'' yapanlar bizim iğne oyalarını pek sevmişe benziyor; çeşitli el işi günlüklerinden edindiğim izlenimlere göre...
Shibori tekniklerinden birinin adı ''Yuzen'' imiş. İsim bana çok tanıdık geldi. Zaten Japonlarla da bir akrabalık var mıdır diye düşünüp durmaktayım. Konuştuğumuz dilin yapısı da çok benziyor diyor bilenler.

Bizim Japon teyze, ben göreyim diye bugünkü derse birkaç tane örnek getirmiş. Ben kırmızı olanına bayıldım. Kendisi bir elbise dikip, yırtmaç kısmını bu kumaş ile süslemiş. Elbiseyi de görmeyi çok isterdim ama utanıp söyleyemedim.
Yaratıcı olmayagörsün insan. Neler buluyor neler. Yaratıcı hanımların ellerinde de shibori ülkeden ülkeye, modelden modele şekillenmiş. Ama elbette en güzel örnekleri tekniğin esas sahibi Japonların. Bazı hanımlar doğadaki şekillerden ilham alıp onları shibori tekniği ile kumaş üzerine taşımışlar. Görmek isterseniz buraya bakabilirsiniz. Flickr'daki(bu arada flicker ingilizcede ışık ve ışığın titremesi ile ilgili imiş, kıvılcım benzeri hani... tahmin ediyorum ki, Flickr da adını buradan alıyor.) fotoğrafları görmek isterseniz buraya bakabilirsiniz. Shibori tekniği ile ilgili olarak burada ve burada güzel bilgiler var. Benim başlangıç noktam olan filmcikleri de izlemek istiyorsanız sizi burada ve burada bekliyorlar. Aslında filmcikleri siteye eklemek isterdim ama farkettim ki, bir süre sonra görünmez oluyorlar. Başka siteleri ziyaret ettiğimde, özellikle eski yazılarda filmlerin görünmediğini farkettim. Bu benim bilgisayarımdaki ayarlarla mı ilgilidir, yoksa sizlerde de aynı sorun var mıdır bilemedim, o yüzden sadece bağlantılarını verebildim.

Umarım siz de ''Shibori'' 'den benim kadar keyif almışsınızdır. Japonlar ve el işleri de apayrı bir güzellik. Ellerine sağlık.

19 Ocak 2008

Kaç Tavuk Kaç!

Kaç tavuk kaç! Hem de insanoğlundan olabildiğince uzaklara...

İngiltere'ye ilk geldiğimde yumurta almaya gidip, çeşitler karşısında şaşırıp kaldığımı daha önce de yazmıştım. Sınıflama iriliklerine göre, kuşların yaşam şekillerine göre, kuşların çeşitlerine, organik olup olmadığına göre idi. Artık kombinasyon hesabını size bırakıyorum.

Tavukların(ben tavuk tercih ettiğim için tavuk olarak devam edeceğim yazının geri kalan kısmında. Bıldırcın yumurtası, devekuşu yumurtası tercih edenleri de zevkleri başbaşa bırakıyorum.) eti ve yumurtası için ayrı ayrı yetiştiriliş şekilleri beni hayrete düşürmüştü. Zavallıcıkları küçücük, sadece üç tarafı olan metal kafeslerin içine tıkıştırıyorlar, önlerine yemeleri gereken miktar kadar yiyecek ve su koyuyorlardı. Eğer eti için yetiştiriliyorlarsa bol yem, yumurta için yetiştiriliyorlarsa yaşamalarına yetecek kadar yem veriliyordu.

Bundan başka bir de kapalı alanda serbest dolaşan ama kalabalıktan yürüyemeyecek kadar dar alanlarda yetiştirilenleri vardı. Gene kapalı alanda, dolaşmalarına azıcık izin verilen, oynasınlar, hareket etsinler diye yaşam alanlarına top, CD gibi oyuncaklar konulanları vardı. Bir de özgür tavuklar vardı(tam değil ama diğerlerine göre özgür diyelim) Bol gıda, güneş(bu ülkede ne kadar görebiliyorsak!), yeşillik, istediklerinde kapalı alan, istediklerinde açık alan... Eh elbet onların eti, yumurtası da diğerlerinden epey bir farklı ve de pahallı!

Bu aralar ünlü ahçılar arasında bir tavuk muhabbetidir dolaşmakta. Televizyonu açıyorsunuz, hepsi ardı ardına programlarda bu konuyu işlemekte. Hatta yanyana gelip kampanyalar düzenlemekteler.

Artık sponsorları olan büyük marketler mi etken, vicdanlarının etkilenmesi mi bilmiyorum. Ama bir gerçek var ki, tavuklar hakikaten sırf insanlar yesin ya da yumurtasından faydalansın diye işkenceye tâbi tutulmakta.
Önce Hugh'u farkettim televizyonda. Büyük bir alan buldu ve oraya tavuk çiftliği kurdu.Yarısına kısıtlı bir alanda büyüyecek olan tavukları yerleştirdi. Serbestlerdi ama alan o kadar dardı ki, bir süre sonra birbirlerini dıdıklamaya, hatta yemeye başladılar. Oturmaktan eklem yerleri yara olmaya başladı. Gün ışığı görememekten perişan hale geldiler. Jamie(Fawl Dinners programında) onları görmeye gittiğinde ayaklarına dolaştılar. İnanılmaz kötü bir sahne idi! Ayaklarına adeta yapıştılar ve gitmediler.
Hugh'un bulduğu alanın diğer yarısında da nispeten diğerlerine göre daha düzgün yaşam şartları olan tavuklar vardı. Onların oyuncakları, ara ara dışarı çıkma şansları vardı. Refah içinde yaşayıp gidiyorlardı.
Hugh çeşitli yerlerden insanlar bularak turlar düzenledi. Çoğu gelen 1.grupta yeralanları görünce, yaşadıkları yerden ağlayarak, feryat figan çıktı. Hugh'un bu ayaklanmasına Jamie ve Gordon da eşlik edince, ''Chicken Out'' operasyonu başladı. Hayvanları koruma cemiyeti diyebileceğimiz RSPCA de kampanyaya katılınca, hemen logo hazırlandı ve kampanyaya katılanlar kullanmaya başladı.
Bunun neticesinde büyük marketlerden bir kısmı, belirledikleri süreler içinde refah düzeyi kötü olan tavukları satmayacakları garantisini verdiler. Bazı marketler de gelir seviyesi düşük olan müşterilerimizin de hakları var deyip, bu kampanyaya katılmadılar.

Büyük zincir lokantaların bir kısmı da kampanyaya katılıp, bizim tavuklarımız refah içinde yetiştirilmiştir ibaresi koymaya başladılar.
İşin sağlık boyutunu da incelemek gerekli elbet. Ama sırf insanoğlu karnını doyursun diye de hayvancıkların, o çileyi çekmeleri gerekmiyor.
Jamie'nin video mesajı için buraya bakabilirsiniz, Hugh'la yapılan röpörtajı buradan, yapılan tartışmaları da buraya tıklayarak okuyabilirsiniz.

Şimdi merak ediyorum, acaba Türkiye'de gitgide çoğalan tavuk çiftlikleri ne halde? Nasıl bir yaşantı tarzına sahip bizim tavuklar? Onlara da buradan avazımız çıktığı kadar kaç tavuk kaç dememiz gerekiyor mu?

Var mısınız araştırıp haber etmeye? Var mısınız böyle bir kampanyayı orada başlatmaya?

04 Ocak 2008

Çıldırtan Detaylar...

Sözleri tutma zamanı...

Uzun zaman önce, Arzu beni sobelemiş ama Türkiye'de tatilde olduğum için, haberim olmamış. Geçen ay keşfettim, ama bir türlü yazamadım. Gecikme için özür dilerim Arzu'cuğum.


Gelelim beni nelerin çıldırtabileceğine...


Bazen en olmadık şeyde alevlenen ben, bazen öylesine sabredilmeyecek şeylere sabrediyorum ki, kendi kendime bile şaşırdığım oluyor. Nasıl sabretmişim diye.


En tahammül edemediğim beyinsizlik ve çözümsüzlük olsa gerek. Hani çok kolay bir çözümü vardır ama karşınızdaki ya bencilliğinden ya da beyin kapasitesinden dolayı işi yokuşa sürer de sürer...


Haksızlığa çıldırırım. Hakkı olmadığı halde, yaptığı şey karşısında hak iddia edenlere...

Hatta aklıma gelen ilk yaşanmış olayı da anlatayım.

Babamın vefatının ardından miras işlemleri için adliyeye gidilmiş, adliyede 6 ay sonraya gün verilmiş ki, aslında 3 ay içinde halledilmezse cezası var!!! Cezayı da ödemesi gereken biz! Yalvar yakar yurtdışında yaşıyorum denilmiş, gün önceye alınmış, yapması gerekeni doğru yaptığı için görevliye minnettar kalınmış, ama bir kuruş da haksız kazanç verilmemiş. O moralle de arabaya oturulmuş. Eşim arabayı kullanmakta, annem olan bitenden bitap, üzgün arka koltukta,önde de bendeniz. Sokak tek yön, yarısından fazlasını da gitmişiz, çıkışa çeyrek kalmış. Zibidinin teki sokağa tam gaz dalmış! İki taraflı araba park edildiği için, sokakta iki arabanın yanyana geçmesi imkansız! Zaten geçmesin de, karşıdan gelen yanlış yapmış. Yok yetmemiş, ağabey bir de elini kolunu sallayıp hak iddia etmekte, camdan sarkmış: ''Geri gitsene be kardeşim!'' demekte. Ben kopmuşum, eşim gayet sakin. Bakmışım onda kıpırtı yok, adama ben başlamışım bağırmaya...


Adam bir daha camdan dışarı çıkmış, pişkin pişkin: ''Yenge ne diyor?'' diyor. (Ölür müsün, öldürür müsün?)

Eşim gene sakin: ''Kocamın İngiliz ehliyeti var, geri gitme özürlüdür, soldan direksiyon ile geri gidemez diyor'' diyor.

Adam: ''Aaaa öyle mi ağabey, pardon yaaa...'' diyor ve ben eşimin sakinliğine, çözümüne ağzım açık bakarak olay mahallinden ayrılıyorum. Dinsizin hakkından, imansız gelir sözü de bu olayda gerçek oluyor.

Hani detaylar dedik ya, detaylara çıldırırım bazen. Bazen çok boğarlar, bazen de ben insanları boğarım onlarla.

Son dakikada en luzumlu şeyin yok olmasına çıldırırım. Pek giymem ya, etek giyesim tutmuştur, ona en çok uyan renkteki çorap kaçıverir ve yakınlarda da bulunacak yer yoktur mesela...


Yukarıda gördüğünüz sahneye çıldırırım mesela...

Sakın İstanbul zannetmeyin, Cambridge'in en gözde parkından, yoğun bir günün ardından yukarıdaki fotoğraf. Bira şişelerine dikkatinizi çekerim. Bir de yakındaki tuvaletlerin açık olmadığını düşünün... Gece sahnelerini hiç söylemeyeyim ben size.


Temizliğe, hijyene çıldırırım bazen... Hindistan gezisi sonrasında, sabunluğuma çamaşır suyu döküp yıkanmışlığım sonra da kendi salaklığıma gülmüşlüğüm vardır. Mumbai'deki havalanının pisliği, insanların ayakları, ayaklarının altının rengi hala gözümün önündedir. Mısır'da ellerinden yağlar aka aka yemek yemiş eğitimli insanların, sonrasında aynı ellerle elimi sıkarak merhaba demeleri de...


Bir dönem teknik resim hocamın yanında çalışıp milimetrik gözlere sahip olmuşluğum, o milimetrelerde şaşma varsa çıldırmışlığım vardır. Ayakkabının birinin dikişleri diğerinden 1mm farklıysa eyvah! En büyük kabus da kot pantalonların cepleridir. Bir türlü aynı hizzada dikilmeyi başaramazlar, ne hikmetse? İyi ki kalite kontrollerini ben yapmıyorum...

İnsanların böbürlenmeleri çıldırtır beni. Takdir edilecek birşey varsa, karşımdakinden beklerim. Şunu harika yaparım ben demem asla. Kendisini öve öve anlatırken birisi çıldırırım ara ara...


Kendisinin sık sık yaptığı birşey için başkasını eleştirenlere çıldırırım.

Liste böyle uzar gider... Gördüğünüz üzere genelde davranışsal boyutta beni çıldırtanlar. İstanbul'da yaşayıp sokağa çıktığım her an çıldırıyorum bir de. İnsanların bencilliğine, canım şehrimi yaşanmaz bir yer haline getirme çabalarına. Okulların kapısının ağzına kadar, araba ile giden velilere. Düşüncesizliklere... Şehrimi çok özlüyorum ve ona geri döneceğim günü sabırsızlıkla bekliyorum. Keşke bir de ............... olmasalar diyerek.


Eğer kabul ederlerse ben de Punto amcaya, çok meşgul biliyorum ama devamlı beni sobediği için Pınar'a ve bu günlerde meraklılığının kurbanı olduğunu iddia eden Dr.Mor Koyun'cuğuma atıyorum pası. Kabul eder misiniz?

01 Ocak 2008

Sıcak Şarap

Burçin'e sözüm var...

Onun güzelim filli kurabiyelerini gördüğüm günden beri hem de! Yeni bir etkinliğe ev sahibi olmuş. Katılıp katılmamayı çok düşündüm. Zira ben öyle maharetli ev hanımlarından değilim. Karınca kararınca, kafama estikçe elime birşeyler alanlardanım. Bana tekstil deyin, sosyal denetim deyin daha çok anlarım. Ama ev hanımlığı demeyin! El mecbur, 5 senedir ev hanımı olduk yad ellerde, ruhum olamadı gitti o başka...

Konu yenilebilir hediyeler olarak seçilmiş ama benimki isteyenler tarafından içilecek türden. İsteyenler diyorum altını çizerek, hani illaki de için demiyorum. Özendirmiyorum... Sevenine, arayanına diyorum...

Buralarda ''Mulled Wine'', bizde de ''Sıcak Şarap'' diyorlar kendilerine. Bu aylarda tadı pek güzel olmayan kırmızı şarabı, tadlandırmakla başlamış işin esası. Dünyanın pek çok ülkesinde uygulanıyor. Soğuk kış akşamlarında ısınmak amacıyla, kimi zaman da yeni bir tadı denemek amacıyla. İskandinav ülkelerinde adına ''Glögg'' denmiş, Almanca konuşulan ülkelerde ''Glühweinn'', Romanya'da ''Vin fiert'', Moldova'da ''İzvar'', Fransa'da ''Vin chaud'', Italya'da "Vin Brulê'', Brezilya'da ''Quentao'', Slovakya'da ''Kuhano vino'', .... Bizde de bildiğim kadarıyla ''Sıcak şarap''. İsteyen alkol kullanmadan da yapabiliyormuş. Özellikle de İskandinav ülkelerinin tariflerinde alkolsüz şekline de rastladım. Detayları
buradan okuyabilirsiniz.

İngiltere'de şarap yerine elma birası diyebileceğimiz(bira tanımı tam uyar mı bilmiyorum ama, fermantasyona uğramış elma içeceği diyelim ya da...) ''cider'' da kullanılmaktaymış. İngilizler'in tarihinde, Saksonlar tarafından ''Wes hail'' diye adlandırıldığı bilinmekteymiş. O zamanlarda hazırlanan içeceğin bileşenleri arasında Ale(bir çeşit bira), brandy, elma, yumurta, şeker ve baharatlar birlikte ısıtılarak agaçtan oyulmuş bir kabın içine konurmuş. Bu kap da evden eve taşınırmış. İçenlerin sağlıklı olacağına inanılırmış ve tarif için 1500'lü yıllarda Hipokrat'ın adı geçermiş...

Kraliçe Victoria dönemi İngilizler için mihenk taşıdır biliyorsunuz... O dönemde Negus(bir çeşit sıcak şarap - ne akılsa, herhalde sağlıklı olacakları inancı ile...)çocukların doğumgünü kutlamalarının baş içeceği imiş.

Glög, İskandinav türü sıcak şarap yani, dumanları tüte tüte servis edilirmiş. İçindeki baharatlar ve kuru üzümler de 8 gün boyunca bekletilir, servis edilmeden önce içinden çıkartılır, yerlerini tazeleri alır ve badem eklenerek servis edilirmiş.

Japon türü olanı da, sakeden imal edilirmiş. İçine konulanlar da o bölgeye özgü olurmuş ve Çin'den Japonlara geçtiği söylenirmiş. Yılbaşı gecesi kırmızı baharat dolu bir keseciğin asılması adeti de buradan gelmekteymiş. Ertesi gün kesecik sakeye batırılır aile üyeleri de diğerlerinin sağlığını dileyerek bunu içermiş. Siz de daha detaylı okumak isterseniz, bilgiyi
buradaki bağlantıdan diğer bağlantılara giderek bakabilirsiniz.
Gelelim tarifine...

Onun için de Cambridge'de yaşayan ama daha tanışma fırsatını yakalayamadığım
Gastronomy Domine'den ve buradaki siteden yararlandım. İkisinden damak tadıma uyanları birleştirdim ve kendimce bir karışım oluşturdum.

İşte bileşenler:

  • 1 şişe kırmızı şarap(genelde ucuz, herhangi bir şarap olabilirmiş...)
  • 1 şişe su.(Şarap şişesi kadar - Alkol tadını çok istiyorsanız hiç su koymayın.)
  • 3 yemek kaşığı bal
  • 3 yemek kaşığı akçaağaç şurubu
  • 2 adet portakal(dilimlenmiş)
  • 2 adet kokulu mandalina(birine karanfil saplanmış, diğeri dilimlenmiş)
  • 1 adet misket limonu(yani buradaki adı ile lime - dilimlenmiş)
  • 1 adet limon(dilimlenmiş)
  • 20 adet karanfil
  • 2 adet yıldız anason
  • 8 adet kakule (kokusunu çok sevdiğimden sayısını arttırdım)
  • 1 çubuk tarçın
  • 1 yemek kaşığı rendelenmiş taze zencefil kökü
  • 1 tatlı kaşığı toz minik hindistan cevizi(muskat)
  • 1 çay bardağı cranberry suyu(bunun tam Türkçesini bilemiyorum. Yabanmersini diyenler var ama tam karşılığı o mu bilemiyorum. Tadı kızılcığa benzediğine göre siz kızılcık suyu da kullanabilirsiniz)
  • Birkaç yaprak defne(ben kullanmadım)
Yapılışı:
Portakal ya da mandalinanın üzerine karanfilleri saplayın.(Ben oyumu mandalinadan yana kullandım). Dilimlenmiş meyveleri, baharatları bir tencereye koyun. Baharatları sonradan içinden kolay çıkartabilmeniz için, ince tülbent içine koyup tülbendin ağzını bağlayıp tencereye atabilirsiniz. Su ve diğer sıvıları, şarabı ilave edin. Kaynatmadan 20 dakika kadar ısıtın. Arada karıştırın. Sonra içindekileri ayırıp, kendi şişesine geri koyarak, bu içeceği seveceğine inandığınız sevdiklerinize, hediye edin...
Alkol istemeyenler sırf cranberry suyu ya da üzüm suyu ile deneyebilirler. O zaman ısıtma işlemi için daha da düşük sıcaklıkların kullanılmasını öneririm.
Hediye ettikleriniz isterlerse tekrar ısıtarak sıcak içebilirler, isterlerse de bu şekli ile... Ama tekrar ısıtılması ve içine meyve ilavesi yapılması tavsiye edilir.
Başka bir alternatif de şömine alevine karşı, alevler eşliğinde sevdiklerinizi çağırıp onlara da ikram edebilirsiniz. Yanında bir tabak peynir ve üzüm eşliğinde... Ben bu şekliyle tercih ederdim doğrusu.

Hepinize bereketli, sağlıklı, mutlu, huzur, barış, sağlık dolu nice yıllar dilerim...
Not ve bir sır... Burçin de bu etkinlik için gece, gündüz durmadan çalıştı. Arada internet casuslarından haber aldım! Hatta şahidim. Emekleri için sonsuz teşekkürler.