19 Ocak 2012

Bu Kadar Hazırcı Olmayalım Lütfen!


Bugün birisi Google'a sormuş:

- ''Nalan ve Burçin'in yaşları farkı 12. 2yıl sonra Nalan'ın yaşı, Burçin'in yaşının 2 katı oluyor. Burçin'in şimdiki yaşı kaçtır?''

ona sorulan gibi, satırı satırına aynen sormuş!

Bu soru da vatandaşın yolunu şaşırtıp, ona Berceste'yi buldurmuş. Bulan, ''deli mi ne bu Google'', demiştir herhalde...

(Laf aramızda, benim de Sayyaç raporlarına günde bir defa şöyle göz ucu ile bir bakmam eğlenme ve bu soruları, şaşan yolları görme amaçlıdır. Gerçekten de çok ilgiç yerlerden gelenler var)

Soranın yolunu şaşırıp Berceste'ye gelmesinin, büyük olasılıkla sebebi, ana sayfada bağlantılar arasında Burçin'in Denemeleri'nin bulunması. Kendi sorusunun içinde bu kadar çok Burçin geçince, o da Google'ın en çok tanıdığı Burçin'i bulmuştur belki bu vesile ile...

Ama esas en büyük soru, yeni nesil çocukların kendilerine sorulan soruyu Google'a sormaları.
Bu kısım, düşündürücü, hem de çok.

Ben çocukken, ben gençken... diye başlayan cümleler kurulduğunda, o ortamdan kaçmak isterdim eskiden. Ama bakıyorum şimdilerde ben o cümleleri kuran olmuşum. Muhtemelen bizim devrimiz, bir önceki neslin gözüne, daha kötüleşmiş görünüyordu. Şimdikiler de bizim gözümüze öyle görünür oldu. Ama atalarımızın çok güzel bir deyişi var. ''Armut piş, ağzıma düş!''  Bizim nesil böyle göründüğünde büyüklerimiz hemen bu lafı yapıştırıverirlerdi üzerimize. Şimdi biz yeni nesil için bunu söyler olduk. Onlar duymuyorlar o ayrı.

Gerçekten böyleler mi?
 
Yoksa onları buraya iten başka birşey mi var altında?

Bir düşünelim... Bizim kuşak ne yapardı?

Ben, tek çocuk oldum ailemde. Etrafımda da koşup bir nefeste soracağım kimsem yoktu. Ne yakın bir akraba, ne abla, ne de ağabey. Çekirdek ailemin içinde, üniversite mezunları da vardı, ilkokul da.Allah'tan çekirdek ailem kalabalıktı. Babaannem ve dedem de bizimle birlikteydi. Ailemin içinde, en büyük yardımlar ilgiçtir ki, ilkokul mezunu olanlardan gelirdi hep! Tamam, trigonometri nedir bilmezlerdi ama onu öğrendiğimiz yaşa geldiğimde, ben kendi işimi kendim yapar, bulamazsam hangi kaynaktan öğreneceğimi bulur hale gelmiştim.

Nerede kalmıştık... Sorun çıkınca, çözümü aramada.

Bu sorudaki gibi bir problemi çözemedim diyelim...İlk olarak kitaplarıma,defterimdeki notlara bakardım. Öğretmenimin o gün sınıfta çözdürdüğü benzer sorulara bakardım. Onların çözülüş yöntemlerine. Yok çözememişsem, evden birisine sorardım. Yok, onlardan da cevap bulamamışsam, arkadaşıma telefon ederdim. Dikkat, benim çocukluğumda telefon her ailede yoktu. Değil cep telefonu, sabit hatlı bir telefon bile yoktu! O yüzden ne yapardım, arkadaşımın evine uğrardım. Semt okuluna gidiyorduk ne de olsa. Servislerle falan gidilmediği, yüründüğü için okula, evlerimiz de yakındı birbirine. Arkadaşım da çözememişse, beyin fırtınası yapardık. Olmadı, bizden daha büyük sınıftaki birisine sorardık. O da olmadıysa, çözemez, öğretmenimize biz bilemedik de, çözemedik de demek üzere bırakırdık. Yüzümüz çok kızarırdı ama çalmaktan, oradan buradan almaktan iyi idi. Önemli olan, nasıl çözeceğimizi bulmak, bunu öğrenmekti. Bilirdik ki, öğretmenimiz, zaten bu yüzden bu soruyu bize sormuştu. Çözüp çözemeyeceğimizi de ''O'' bilirdi. Onu asla kandıramayacağımızı da biz bilirdik. Bu kadar uğraşın sonunda nasıl çözdüğümüzü, yılların tecrübesiyle, kız öğretmen enstitüsünün ona kazandırdığı özel yeteneklerle anında anlardı.

Tüm bunlar olup biterken, ilköğrenim hayatımızda yarım gün okula gittiğimizi, sabahçı ve öğlenci olmak üzere iki tedrisat okuduğumuzu da belirtmekte fayda var.

Gelelim günümüzün çocuklarına...
Tüm bu yaşananlar, sistemin ve hayat tarzlarımızın getirdiği birşey mi? Yoksa gerçekten hazıra konma isteği mi? Buna detaylıca bakmak gerek sanırım. Henüz bizim Uğur Böcüğü o günlerin içinde olmadığı için birebir birşeyler söylemek zor. Ama gözlemlediğimi not edeyim...

Birincisi çocuklar da, büyükler de eskiye göre yalnız, hem de çok yalnız. Ne konuşacak, ne de soru soracak insanları var çekirdek ailelerinde. Anne baba işte, çocuk ya da çocuklar okulda. Eğer abla, ağabey varsa ve ilgilenecek zamanı da bulunuyorsa oh ne âlâ. Anne babayı unutun, yol yorgunu onlar, kaç saat fazla mesai yapıyorlar hiç sormayalım bile! Kendileri yaşıyorlar mı, nefes alıyorlar mı, çocuklarının başındalar mı, buna bakalım, öyle ise mutlu olalım onlar adına.

Sonra, çocuklar çok fazlası ile eve kapanmış durumda. Hem de çok. Anne baba yok ki başlarında hafta içi günlerde. Haftasonu da yiyecek, içecek alışverişinde, ev işindeler zaten...Dışarıyla ilişkisi neredeyse hiç yok çocukların. Okulda eve, evden okula. Bir de yapay AVM'lere. Adı bile değişti bakın... Süpermarket ile başladı. Sonra Galleria adıyla anıldı. Şimdi AVM oldu! Çocuklar ne doğaya, ne de gerçekten bakkal amcadan yapılan alışverişe dair bilgiye sahipler. Ellerinde para değil, kartlar var!

Biz çocukken, ailemiz bizi ekmek almaya yollar, daha okula bile gitmezken, kaç para vereceğimizi, bakkaldan kaç para alacağımızı da tek tek anlatırlardı. Hayatın en basit matematik dersi! Bunu defalarca yapmış çocuk, bu işin pratiğini kapmaya başlamış olurdu. Bir yandan da fırından taze çıkmış ekmeğin, mayanın kokusunu bilirdi. Ekmekler paketli, poşetli değildi ki!

Sonra doğaya çıkan çocuk, sokakta araba çarpacak, birisi gelip de kaçıracak tehlikesi olmaksızın en saf haliyle oyun oynayan çocuk, sek sek oynarken, saklanbaç oynarken ya da ip atlarken, yakan topa yakalanmamak için koşarken, güneşin nereden doğup, nereden battığını gözlemle kendiliğinden öğreniverirdi. Kolunda saat olmadan. Güneşi izleyerek, doğuyu batıyı öğrenir, annesinin onu çağıracağı zamanı kafasındaki güneş saatine göre ayarlamayı bilirdi. Bunun için yere çubuk koymasına falan da gerek yoktu.Okulda bu konu öğretildiğinde, önceden yaptığı pratikler işe yarıyor olacaktı. Sonra, börtü böcüğü bilecek, kuşları tanıyacaktı. Biz yavrukurt iken az mı kuş gözlemi yapmıştık okulda, uçurumun yanında, ormanda? Bir öbek çocuktuk, elimizde derme çatma biryerlerden bulduğumuz, kimimizin aile büyüklerinden kalma, kimimizin ödünç aldığı dürbünlerle...Başımızda da dedem. Bıyık altından halimize gülümseyerek, tüm ciddiyeti ile. Aman sen de, bunlar ne yapıyorlar, şimdi evde şu diziyi izleyeceğim, yetişeyim cümlelerini kurmaksızın...Hem çoğu kuşu, evlerimizin önündeki ağaçların üzerinde görmüş, tanımıştık. Hatta aramızda yaramazca olanlar kapan kurup, onları yakalamış, kafeste bir süre beslemişti. Ya da bir kısmımız biyoloji dersinde yumurta anlatıldığında neden söz edildiğini biliyor oluyordu. Çünkü tatillerde gittikleri köylerinde elleri ile o yumurtaları folluktan toplamışlıkları vardı. Hatta ellerinden düşürdülerse o yumurtaları, onları tek tek incelemiş, içlerinde ne var, ne yok öğrenmiş oluyorlardı. Eh o dönemde tatil köyleri yoktu elbet! Benim gibi göbekten şehirli olup da köy bilmeyenler de cama yuva yapan güvercinlerin yere düşen yumurtalarını gözlemliyorlardı belki....Ya da anneleri benimki gibi çalışan anne değildiyse, onlara mis gibi kekler, kurabiyeler yaparlarken, birlikte kırıp görmüş oluyorlardı yumurtaları kim bilir? Böyle böyle örnekler alır başını gider, bir düşünün hele çocukluğunuzu ve bugünkü çocukların yaşadıklarını...

Şimdinin çocukları bağımlı... Televizyona, bilgisayara, oyun zimbirtilarına... Hani kimi elde oynanan, kimi televizyona bağlanan şeyler var ya onlardan sözediyorum. Sanal bir hayatları var garibanların. Ağaçlara tırmanamıyorlar. Sanal ağaçları gördüklerini zannediyorlar. O zaman da yer çekimi ivmesini düşünüp algılamaları zor oluyor elbet...

Şimdinin okulları uzun saatler sürüyor. Çünkü anne baba çalışıyor. Çocuğa evin sıcak kapısını açıp, onu ağırlayacak kimse yok. Akşam olduğunda da herkesin ayrı bir telâşesi var. Onunla ilgilenilecek zaman az. Evin annesi yemek yapacak, ütü yapacak, temizliği kaçamak kaçamak akşamları yapacak... Çocuk da yardım edemeyecek temizliğe çünkü ödevleri var. Yorgun. Çocukluğunu yaşayamamış...O zaman, çamaşır suyunun kokusunu da öğrenemeyecek elbet. Kimya dersinde, bu koku da ne diye şaşkın etrafına bakınacak! Bilenler ona gülecek. Ah bir de bencileyin böyle kimyasalları kullanmayan anneler var artık. O zaman çocuk hepten cahil kalacak bu konuda. Eh ne yapalım, bu şartlarda sirkenin keskin kokusunu bilecek bir başka asid olarak.

Sonra okulun uzun saatler sürmesi demek, çocuğun çocukluğunu yaşayamaması, onu iki ders arası tenefüslere sığdırmaya çalışması demek. Hatta o tenefüslerde de, evde de hep ödev yapması demek. Kitap okuyamaması demek, oradan öğrenip, aklına takılanları deneyememesi demek. Ah nasıl unuttum, şimdiki kitaplarda yazılanlar da bizim çocukluğumuzun macera kitaplarından değil ki. Onların da çoğu sanal! Konuşan şapka nerede diye bulmaya çıkacak ya da Hagrid ile ne yemek yapsam diye düşünecek değiller elbet!

Bu böyle uzaaaar gider, daha yazılacak çok şey var... Ama malum zaman çok değerli. Artık vakit demek, nakit demek... Gerisini siz getirin.

Ama bu düşüncelerin beni getirdiği nokta... Bu şartlarda çocuk bu soruyu Google'a sorar mı? Sorar!
Haklı mı, haksız mı? Bu hazırcılık mı, yoksa şartların getirdiği mi?
Bu noktada çocuğun karakteri ve bizim ona ne verdiğimiz devreye girip, cevabı bize bulduracak kanımca.
Ya sizce?

Not: Eskilerden bir de bu yazım vardı, bir başka serzenişle...
http://berceste.blogspot.com/2009/01/aratrmak.html

11 Ocak 2012

London Natural History Museum'un(Londra Doğa Tarihi Müzesi'nin) Dinozorları

Son zamanlarda çocukların dinozorlara artan ilgisi ile birlikte, alış veriş merkezlerini dinozor sergileri ile meşhur eder oldular. Onlar hakkında Türkçeye çevrilmiş üç beş kitap varken, şimdi kitapçılarda neredeyse özel bölüm ayrılır oldu. Demek ki, merak eden çok! Seven de! Bizim böcük ise korktu... En son gittiğimiz yerde de karşılaşınca, bir de kanat çırpan, uçanını görünce merak eder sandık, yanılmışız! Daha çok erkenmiş. Gidelim mi dediğimizde yok yok yok dedi. O günden beri de alış veriş merkezine gitmek istemiyor, meğerse hep dinozorlar orada varlar, orada yaşıyorlar zannediyormuş. Öğrendiğimizde onu korkuttuğumuzu farketdip, yıkıldık! Onların artık orada yaşamadıklarını, gittiklerini anlattık. Neyse ki, yendik bu durumu ama dinozor korkumuzu henüz tam olarak yenemedik. Calliou'nun dinozoru ile hiç sorunu yok, oyuncak olanları ile de sorunu yok ama yakınına maket ve hareket eden dinozor gelmeyecek, görmeyecek. Onlarla hâlâ sorunumuz, sorularımız var... Bakalım ne zaman geçecek, zamana bıraktık bu durumu, zorlamanın alemi yok...

Deli Anne, Bilim Selim'in dinozor sevgisini yazdığından beri, ben de Natural History Museum'dakilerin yüzünü göstereyim deyip, fotoğraflarını hazırlamıştım, ama bir türlü yazamamıştım; kısmet bugüne imiş! Fotoğraflardan bazıları bir zamanların video kamerasının eseri. O yüzden net olmayabilir...

Natural History Museum(Doğa Tarihi Müzesi), Londra'da en sevdiğim müze dersem yalan olmaz. Kaç defa gittiğimi hatırlamıyorum. Ama her fırsatta bir pundunu bulup, oraya yolumu düşürdüm. Science Museum(Bilim Müzesi)'u hep daha çok seveceğimi düşünürdüm ama öyle olmadı. Yanyana yeralan bu iki müzeden en çok kalbimi çalanı hem içindekilerle, içeriği ile hem de binasının güzelliği ile Natural History Museum oldu.

İçeriye ilk girişinizde sizi zaten kocaman bir dinozor iskeleti(Love Matters'in yazısında görünen) karşılıyor. O kadar kocaman ki, tek kare fotoğrafa pek kolay kolay sığdıramıyorsunuz. Birkaç kareyi kaydırarak güzelce çekerseniz ve birleştirirseniz size fikir verebilecek bir fotoğraf elde etmiş oluyorsunuz.

Londra'ya ve bu müzeye yolunuz düşerse, ana kapıdan girdiğinizde sol tarafta dinozorların olduğu bölüm. Diğerleri kadar çok göze çarpmıyor. Ancak meraklıları bulabiliyor. Dinozorları da içeren bölüm, ''Blue Zone (mavi bölge)'' diye adlandırılıyor. Dinozorlardan başka, memelileri, insanları, deniz canlılarını, balıkları, suda ve karada yaşayan anfibileri, doğa resimlerini, sürüngenleri de içeriyor bu bölge.

Yukarıda gördüğünüz fotoğraf Maiasaura'nın ve Orodromeus'un  yuvasının canlandırılmasına dairmiş.

Bu alanda bulunan fosillerden bir kısmı gerçek, bir kısmı da aslına uygun canlandırma. Gerçek olanların arasında, kuyruğu bir başka canlı tarafından yendiği için bulunamayan, öldüğü şekli ile korunup da müzeye yerleştirilen Edmontosaurus var.

Gerçek olmayanları da o kadar çok aslına uydurmuşlar ki, rengi, tipi ile orjınalinden pek ayıramıyorsunuz, ancak üzerlerindeki etiketten anlıyorsunuz. Elbet uzmanları gayet iyi farkedebiliyorlardır, ama bizler gibi sade vatandaşlar için biraz çalışma yapmayı gerektirir.

Bazılarını da, ete büründürmüşler. Işık oyunları ile gerçeğe en yakın halde sergiliyorlar. Eh gerçek bir dinozorun olmadığını bilerek, rahatlıkla geziyor insan. Ama gerçeklerinin dünyada dolaşıyor olduğunu bilsek, bizim de, bizim böcükten farkımız olur muydu bilmem!

Dinozorlar bölümünde, dünyada varlarken nerede yaşadıkları, nasıl beslendikleri, neden yok olduklarına dair bilgiler var. 160 milyon yılın özeti! 100'den fazla canlı örneği, 4 hareket eden dinozor da bunların birer parçası. Et yiyenler, ot yiyenler, balık sevenler, anfibi olanlar, uçanlar, karada yaşayanlar...

Dişlerinin uzunluğu 15cm'i bulan, sesini dahi duyabileceğiniz T.rex.

Natural History Museum'un web sitesi, meraklıları için 3 boyutlu görünümler hazırlamış. En çok üzerinde konuşulanları seçmiş. Görmek istiyorsanız, sizi buraya alalım. Oviraptor ile biraz oynamak ve onu tanımak için, buyrun buraya. Balık yemeyi seven Baryonyx'u tanımak istiyorsanız burada sizi bekliyor.

Dinozorlaşmaya doğru emin adımlarla ilerleyen bendeniz, en çok hangi dinozor olduğumu merak ettim, o yüzden burayı karıştırmadan duramadım ve Plateosaurus olduğumu buldum. Orta boylu, sosyal, sebze sever, yavaş hareket eden bir dinozormuş. Eskiden olsa yavaş hareket etme kısmına itirazım olurdu. Ama beli sakatladıktan sonra itiraz edemiyorum  ve diyorum ki bu dinozorcuk fazlasıyla bana uyuyor!



Tyrannosaurus, 67 milyon yıl önce yaşamış, baş iskeleti 1,5m genişliğinde, boyu 12m'yi bulan, dünyanın geçmiş en büyük etoburu. Onun bu şanına yakışır bir canlandırma yapılmış!

Burada da gene dinozor sevenler için karton maket yapabileceğiniz kalıplar var. Biz belki ''bugün ben ellerimle...'' der, böcükle bunlardan yaparız ve yavaş yavaş dinozor korkumuzu yeneriz, kim bilir?

Yolu her Londra'ya düşen her doğaseverin, hele hele dinozlara meraklı bir doğaseverin, ne yapıp edip Natural History Museum'a gitmesini öneririz.

Daha önce de oradan bir sorumuz olmuştu, hatırlayanlar vardır belki. Sadece dinozorlar değil, her bir konu ayrı ayrı sizi cezbedecek.

Bugünlerde evimize çoook uzaklarda olsa da, kalbimiz hâlâ o müzede... Birgün Uğur Böcüğümüzle gezme hayaliyle...
 

04 Ocak 2012

2012'nin İlk Günleri

2012'nin ilk gününe, odamın penceresini açıp, kocaman 45 senelik çam ağacını selamlayarak başladım. Öyle ki, yanyana bir fotoğrafımız var, o da bebek, ben de bebek... Üzerinden seneler akıp geçmiş, ben onun yanında minicik kalmışım, o ulu çam ağacı olmuş, bana hep bilgeliğini sunmuş. Üzerinde çeşit çeşit kuşun barındığı, sabahları bana şarkılar söylerek uyandırdığı, hayatımın neş'esi olduğu çam ağacım. Çocukken pürçeklerinden kolyeler, taçlar yaptığımız çam ağacım. Gene çocukken, hastalık bulaşması nedir bilmeden, kedilerin dışkılarından geçecek hastalıklardan korkmadan altında yuvarlandığımız, piknikler yaptığımız, toprak köfteleri, çimen kırpıklarıyla süslediğimiz çam ağacım. İyi ki varsın ve bir seneyi daha seninle birlikte devirdik ne güzel dedim. Onun kokusunu ciğerlerime çektim.

Sonradan farkettim arkasındaki 5 ayrı kocaman vinci! TOKİ canavarının katlettiği boş araziyi, üzerine kondurduğu 4 ayrı siteyi düşündüm. O sitenin getireceği kalabalığı, kirliliği düşündüm. Yetmedi, bizim arazimizi, evlerimizi çıkaracakları kanunla nasıl elimizden alacaklarını düşündüm. Kendini bilmez, sonradan siteye sakin olan beyinsiz insan kalabalığını düşündüm. Yeşile, doğala, doğaya bakımsız diyen, çim yapacağız ortalığı diye metreküplerce su harcayıp da başaramayan, doğayı kirleten, evlerini beğenmeyip yıkıp döken, parayla satın alınanı tasarım zanneden, evlerin sağlamlığı ile oynayan, yetmeyip rant elde edeceğiz 300 milyarlık(ben hala eski para birimindeyim) evleri verip 1,5 tirilyon yapacağız diye göbek atan şaşkın, sonradan görme insanları düşündüm...Kahroldum...

Hasbel kader, şehir suyu ağır metallidir, filitreler bunu arıtamaz diye abonesi olduğumuz, damacanası BPA'lı su şirketimiz kapımızı çaldı, ona koştum. (Bu arada kızım için 3L'lik cam şişede su aldığımızı hatırlatayım) Bize Yeni Yıl hediyesi getirmişler. Bir kalem, yanında da nasıl bir kalem olduğunu açıklayan kocaman geri dönüşümlü bir kağıt. Kalemin gövdesi de geri dönüşümlü kağıttan. Açıklamada diyorlar ki, sularımızın çıktığı alanda bol miktarda bulunan bir tür çam ağacının tohumları var kaleminizin içinde. Onunla hem yazı yazabilir, hem de geleceğe imzanızı, bir ağaç fidanı ile atabilirsiniz. Ah bir nebze de olsa, umut var dedim sevindim!

Uğur böcüğümle, hazırladığımız kartları ve göndereceğimiz hediye paketlerini yerlerine ulaştırması için postaneye gittik. Dönüşte burada ve burada anlattığım ilk Permablitz bahçemize uğradık. Orada tutan yasemin fidesini görünce sevindim. Hayata bir fide daha kattık diye. Sonra bu güzelliklerin üzerinde buldozerlerin dolaşacağını düşününce üzüldüm.

İlk Permablitz bahçemizde çilek fidelerimizden birisinin etrafını otlar bürümüştü. Ev sahipleri kışın bir başka yerde oturunca, onlarla ilgilenenler kalmamıştı. Ama gene de tüm gayreti ile hayata tutunmuştu çilek fidesi. Bunu görünce sevindim ve hayata tutunmalıyım onun gibi dedim.

İkinci çilek fidesinin etrafını çam pürçekleri sarmış ve ona bir nevi malç (üzerine tıkladığınızda bir pdf dosyasına götürür sizi, malçı anlatan yalnız bilgisayarınızda Adobe Reader yüklü olmalıdır) yapmıştı. Her ne kadar çam pürçeklerinin ve çam ağacının toprağı asidik yaptığı söylense de, çilek fidesi halinden gayet memnun görünüyordu. Sevindim. En zorlu şartlar, ona uyumu gerektirir, bana ders olsun dedim. Çam pürçeklerinin arasında erguvan tohumuna benzer tohumlar görüp, belki çimlenir dedim, sevindim...

Yakından çok fazla tanımadığım bir tür kozalak gördüm. Burcu'nun hediyesi, Uğur Böcüğüme imzalı, Ağaçlar kitabımız aklıma geldi, eve dönünce bu kozalağa oradan bakmalıyım dedim. Sonra Burcu, ağaçlara sarılmamızı öğütlemişti, yakınımdaki cılız defne ağacına sarıldım kulaklarını çınlattım. Gene Burcu'nun Abbas Ağa Parkı yazı dizisini hatırladım. Sevindim. Yüzüme güzel bir gülücük oturdu. Daha çok sevindim.

Yeniden otlarının temizlenip malçlanması gereken bahçenin halini gördüm, söz verildiği halde ev sahibi tarafından yapılamayan. Üzüldüm...

Hala bu hava şartlarında yaşamaya çalışan domates fidelerini ve üzerindeki yeşil domatesleri görüp sevindim...

Sonra bahçeden çıktık. Yürümeye başladık ve Uğur Böcüğüm, anne bak bu nedir diye sorduğunda yerde boş duran arı kovanı parçasını farkettim. Önce boş olduğuna ve yere düştüğüne üzüldüm ama bir süre de olsa burada arıların(muhtemelen yaban arısı) yaşamış olduklarını düşününce, Böcüğümonları buldu deyip, sevindim!

Yürümeye devam ettik. Yerde kesilmiş bir ağaç kütüğü gördük. Daha önce kocaman bu ulu ağaçların arasında babaannemin bana salıncak kurduğunu, arkadaşlarımla sıra ile bindiğimizi, çok güzel günler geçirdiğimizi hatırladım. Ağacın kesildiğine üzüldüm. Ama ortasında yeşeren otları görünce onlara ev sahipliği ettiğine sevindim.

Daha çok yeni, birkaç gün önce gene ulu akasya ağaçlarından birisi vardı tam burada. Çocukken çiçeklerini toplayarak, balını yediğimiz. Bu sene çiçek açtıklarında kokusunu kızımla içimize çektiğimiz... Buduyoruz diyerek, Belediyemiz kesmiş bu ağaçları. Ağaçlık alanlara ev yapılamazmış kanunen. Bu da aklıma gelince, Belediye'nin kötü niyeti mi var diye de düşününce, iki kat üzüldüm...

Birkaç adım atınca, anne bu kiraz mı? Yenir mi? dedi bizim küçük hanım. Hâlâ aklı kiraz ve çilekte. Bir türlü kışın bu meyvelerin yenemeyeceğini, mevsimi olmadığını algılayamadı. Hayır anneciğim, bu başka bir ağaç, bu meyveler de insanlar için değil kuşlar için, iyice bakalım kuş var mı üzerinde deyip, fotoğrafını çekerken, makine odaklanmak için kırmızı bir ışık saçtı ortama ve pırrr diye bir kuş uçtu. Onun bir Kızılgerdan olduğunu görünce, daha önce de Türkiye'de bir kızılgerdan ile karşılaşmamış olunca, çok ama çok sevindim!


Eve yaklaşmışken, apartmana birkaç adım kala bu pisiciği görüp ''Hayaba Kediiii!'' diyen kızımın sesiyle yeniden doğmuş gibi sevindim ve hayat yaşamaya değer, onu güzel yapan içindekiler dedim. Bir kez daha yaşadıklarıma, nefes aldığıma, kızımın varlığına sevindim.

Bu sene dilerim hep sevineceğimiz şeyler, üzüleceklerimizden çok olur. Hayat yaşanmaya değer olduğunu bize güzellikleri ile hissettirir.

Sevgiyle...