28 Eylül 2006

Nane Çayı


Fas Standı'nın yorumlarında nane çayı soranlar olmuştu, onlara ithaf olunur :)

Evlenmeden ve UK'ye yerleşmeden önce, pek keyifli bir işim vardı, severek yaptığım. Son zamanlara doğru seyahatlerden isyan eder hale gelmiş olmakla beraber pek çok da güzel ülke görme şansım oldu.

Şimdiki aklım olsa, tek tek o ülkelere özgü yemekleri, içecekleri denemek isterdim ama mızmız ve titiz ben, o zamanlar hem yanlız yolculuk yapmanın verdiği endişeden, hem de bünyemin hassasiyetinden Altınbaşak bisküvilerimle mutlu mesut bir hayat yaşadım.

Özellikle Mısır en büyük fobimdi.Görmek için deli olmuştum ama ilk gidişten sonra da kaçacak delik aradım Mısır lafı geçince.Bu aralar gene bir Mısır özlemi belirdi içimde hayra yormak lazım :) . Oraya gidince otelde sabah kahvaltısı ediyorum ve çıkıp gidiyorum.... Bütün gün yemek yok, su yok (sonra o mis gibi tuvaletlere gitmek ister miyim?) Yemeklerin yapıldığı yerleri ve temizliğini (????) görmüşüm bir kere, yer miyim? Bir seferinde oraya giderken peynir de götürsene, bisküvite katıklık eder dedi bir arkadaşım. Bu fikri pek tuttum. Tutmaz olaydım. Aldım paket paket peynirleri gittim, eeee 1 hafta kalacağım orada, bir önceki seferden de aç kalmışım zaten. İkinci gidişte ne hikmetse ve nasıl olmuşsa beni suit odaya yerleştirmeye karar vermişler. Dedim bir yanlışlık var bu işte, dediler yok !!! Salon, salomanje kocamaaan bir oda.Mutfak var, soyunma odası var, misafirleri ağırla ağırlayabildiğin kadar ama misafir yok ortada o ayrı :) Ben bit kadar, üflesen uçacağım, kayboluyorum içinde. Tirstim resmen büyüklüğünden. Daha önceden İzmir'de kaldığım otelde personelin bilmemne beeey, diye birisini arayarak odama bodoslama dalmışlığı da var. Oradan alışkanlık odaya girince ilk kapısı kilitlenir. Önüne çekilebilecek bir de düzenek aranır hatta !

Neyse, yerleştik bir güzel, peynirler de buzdolabına yerleştiler...

Ertesi gün çıktım gittim Port Said yollarına...Döndüğüm saatte lokanta kısmı kapanmış bangır bangır El Leyali çalıyor, eğlence faslına geçilmiş bile, ağaçların altında millet nargilelerini tüttürürken ben sürünerekten gelmişim açıııım açııııım nerde benim Altınbaşak'ım modundayım. Odama giriyorum, elimi yüzümü yıkıyoruuuum, mutfakta buzdolabını bir açıyoruuum kiiiii, peynirler yok !!!! Nasıl yani???? Acaba bavulda mı kaldı, e gecenin, pardon sabahın 3'ünde Türkiye'den gelmişim,uykulu uykulu dolaba yerleştirmişim diye yanlış mı hatırlıyorum???? Yooo, bavulda da yok !!! E nerdeler???? Ben bir hışım, açlıktan gözü dönmüş halde dooooğru resepsiyona.... Otel de kıytırık bir otel değil, Nil nehrine nazır 5 yıldızlılardan biri. Her ay nerdeyse 3 - 4 defa bizim firmadan birileri orada kalıyor artık şirketle kan bağları oluşmuş halde.

İlk sözüm ' peynirlerim çalınmış ' oluyor. Haliyle anlamadım diyor danışmadaki kızcağız, 'Pey-nir-le-rim Ça-lın-mış !!!! ' Boş boş bakıyor yüzüme...Açlıktan gözü dönen ben önce kıza, sonra güvenlik görevlisine, sonra da müdürlerine anlatıyorum olayı. Öfkeden de tütüyorum bu arada çizgifilmvari bir halde...

Aradan 1 saaten fazla zaman geçiyor hala benim peynirlerin akıbeti belli değil. Bir paket kuru bisküvit, yarım şişe su eşliğinde akşam yemeğini bitiriyorum odada. Birazdan telefon çalıyor. Ben güvenlik müdürüyüm otelin diyor telefondaki ses, peynirlerinizi bulduk ! Allah'a şükür ama benim akşam yemeği işim bitti diyorum içimden. Birazdan benim peynirler tören eşliğinde geliyorlar odaya, yanlarına Mısırlı arkadaşlarını katmışlar kocamaaan bir tabak içinde. Otel temizlik görevlileri peynirleri otelin sanmışmış???? Hadi sandılar diyelim üzerlerinde kocaman Türkçe markaları yazıyor ona da mı uyanmadılar??? Hadi uyanmadılar diyelim götürdükleri yerdekiler de mi bu ne demedi? Artık günahları boyunlarına deyip alıyorum kendi peynirlerimi, öbürleri sizin olsun istemem ben diyorum. Olmaz, kesinlikle olmaz bilmemkimin talimatı var diyorlar, bilmemne müdürü imiş. Güvenlik müdürünün de kartı var üzerinde, özür diliyorlarmış lütfen kabul edin diyorlar... İstemem ben kardeşim desem de kabul etmiyorlar, bırakıp gidiyorlar... İşim bitip ülkeme dönerken benimkilerin Mısırlı arkadaşları ve benimkilerden geriye kalanlar buzdolabında idiler. Artık kim, ne yaptı sonra onları, bilemiyorum...

İlk günkü bu hikayeden sonra da tadım kaçık, hiç başka birşey yiyip içmedim.

2 Mısır görevi sırasında da ilk birkaç Ürdün görevi sırasında da aynı alışkanlığa devam ettim. Ürdün yolculuklarının sayısı artıp ben hesabını tutamaz hale geldiğimde birşeyler de yemeğe başlamıştım artık ama nane çayı ile tanışamamıştım. İş arkadaşlarımızdan İbrahim anlatmıştı, nefis bir tad diyerek... Ağzının tadını bilir o :) güvenmek lazımdı.Ama nane çayına sıra gelmeden kendimi İngiltere'de buldum.

Burada bir hanımlar grubumuz var, gün bile yapıyoruz. İlk o gruptan Filistinli bir arkadaş ikram etti na'na çayını.Kahveyi de çayı da şekerli içemem ama bu çayı sevdim. Çooook açık çay demliyorsunuz bizim usule benzer şekilde, içine bol şeker ki tarifte 1 çay kaşığı çaya 5 çay kaşığı şeker denmiş. Bir de koca yapraklı nanelerden kopartıp taze taze içine atıyorsunuz bu karışımın. Ha-ri-ka ! oluyor. Kesinlikle tavsiye ederim. Hani şeker ölçüsü ve çayın koyuluğu biraz sizin seçiminiz. Dün akşam gittiğimiz Cezayir lokantası Al-Cashbah'da içtiğimizin görünümü fotoğraftaki gibi.Ortam karanlıktı ben de dikkat çekmemek için flaş kullanmadım. O yüzden fotoğrafın kalitesi çok iyi değil affola ama bardağın ve tabağının güzelliğine dikkatinizi çekerim... İmbiğe benzer bir demlikten, tepeden bardağa döküyorlar. Değişik bir tarzları var. Denemeniz tavsiye edilir.

23 Eylül 2006

Fas Standı

Bu hafta benim için hem güzel hem de acı hatıralarla dolu idi, son yazdıklarımla sizleri de üzdü isem affola...

Kaç gündür dışarı çıkacağım bir türlü kendimi toparlayıp çıkamadım.Dün dışarıda nasıl yağmur, nasıl yağmur...Dedim bu İngiliz klasik hava durumu seni bağlamaz haydi dışarı. Yağmurluğumdan sular süzüle süzüle önce yapmayı kafama koyduğum birkaç işimi hallettim. Sonra da Grafton Center'a doğru yürüdüm. Bütün bunlar kısa bir sürede gerçekleşti sanıyorsanız yanılıyorsunuz. İngiltere demek bol bol yürüyüş yapmak demek. Dolayısı ile ben evden çıkarken saat 11:30 civarı idi, döndüğümde ise 18:30 ve durmaksızın, oturmaksızın yürümüşüm. Eve ulaştığımda sürünüyordum artık ! Neysem, Cambidge'de çarşılar özetle 3 bölgede diyebiliriz. Bir bölümü (çok pahallı olanları da içeriyor bu bir bölüm kapsamı) tarihi şehir merkezi diyecegimiz kısımda yeralıyor. Hani tanım olarak tarihi şehir merkezi ama zaten buradaki evlerin yaşı 100'den fazla, o yüzden bu tanım benim kafama çok yatmıyor. Neyse biz böyle diyelim gene de...Bir bölüm dükkan New Market Road'da yeralıyor ki bahçe marketleri, süpermarketlerin bazıları, beyaz eşya, bilgisayar marketleri bu alanda. Bir de hani İstanbul'da ilk Galleria yapılmıştı onun gibi buranın da bir Grafton Center'ı var.
Dünkü benim tur hem eski kısmı hem de Grafton Center'ı kapsadı. Eşim daha önce Grafton Center'a gittiğinde görmüş, Fas standı açılmış bir bak gidersen demişti. Ben de almak istediğim birkaç seye bakındım. (Burada önce bir Ar-Ge çalışması yapmadan alınca acayip kazık yediğimin farkına vardığım için önce bakıyorum. Sonra belirleyip fiyat kıyaslıyorum, sonra alıyorum) Sonra da aaa bir baktım çok hoş bir stand... Ben kaptırmışım fotoğraf çekmeye yanıma biri geldi "Are you allright" dedi. (Bu soruya da gıcık olurum, olmasam zati birilerini ararım değil mi?) Yes dedim. Sonra farkına vardım soran stand sahibi. Aaa dedim fotoğraf çekebilir miyim, ben izin almak için baktım ama sizi göremedim? Tamam dedi çek ! Ben de insan çekmemeye dikkat ederek adamın gözlerini de üzerimde hissederek çektim fotoğrafları.
Yiyecek kısmına geldiğimizde adamla mor mor bakışma seansına geçmiş olduk, kaldırdım makinamı :) Baktım görünüm harika. E özlemişim de o tatlılardan. Baklava falan... Sıraya girdim. Karşımda yerlere kadar örtülü akça pakça güzel mi güzel mavi gözlü bir hanım. Dedim içimden önce keşke bu kadar örtünmese imiş, sonra da düşündüm hani nur gelmiş yüzüne derler ya hanımın da yüzü öyle. Herkesin inancı dedim gene kendi kendime...Sonra konuşmaya başladık. Baklavayı kendim ellerimle bu sabah yaptım dedi, çok taze. Ben de çok özlemiştim dedim. Daha önce bu tarz tatlıları da Ürdün'de yediğimden biliyorum tadları çok güzel oluyor, ama onu söylemedim. Hepsini siz mi yaptınız dedim. Yooook dedi sadece baklava...Ben hepsini bilemiyorum diye ilave etti. Anneler kadar iyi de değilim, ne yazık ki bir gün bu tatlar unutulacak, yeni nesil yapmayı bilmediği için dedi. Tarifleri not alınsa dedim. Püf noktaları var annelerin bildiği, o yüzden ne kadar yazarsan yaz, onların kontrolünde yapmadığın, pratikte elini alıştırmadığın sürece o tadı vermez dedi. Nasıl hak verdiğimi kelimeler ifade edemez...Hepsinden ikişer ikişer seçtim denemek için. Sonra dayanamadım gözleriniz çok güzel dedim. Yüzü kızararaktan teşekkür etti. Hah dedim tam doğulu tepkisi...Burada mı yaşıyorsunuz dedim. Yarı burada yarı Fas'ta dedi. Evimiz var burada gelip gidiyoruz bir de böyle alış-veriş merkezlerinde stand açıyoruz dedi. Uzun süredir buradasınız herhalde İngilizceniz çok güzel dedim. Mütevazi bir şekilde gülümsedi. "Ben İngiliz'im dedi !" Tabii benim o andaki yüz ifadem tam görülmelikti...Dünya pot kırma rekorunu kırmaya adayım ! O güzel gözlü mütevazi hanım olmasa karşımdaki, gülmekten yerlere yatardı herhalde, çünkü konuşmayı düşündükçe ben hala gülüyorum...Aynen eşimin ve arkadaşımın olayı anlattığımda yerlere yatarak güldükleri gibi...Hani dedim bir önceki yazımla üzdüklerimi, bu olay ile biraz tebessümlendireyim !


Cambridge ve yakınlarında yaşayanlar okuyorlarsa bu satırları, yarına kadar açıkmış Fas standı. Harika mis gibi tereyağı kokan tatlılardan almak istiyorsanız son 1 gün ! Mütevazi, hoş, akıllı bir hanımla tanışmak için de. Tabii eşi mor mor bakarak etrafınızda dolaşmazsa :)

Son tatli fotoğrafları tatlıları yemeğe acele ettiğimden pek iyi çıkmamış affola...

19 Eylül 2006

Tontonuma...

Bu çiçeğin adı kanayan kalpler çiçeği imiş Tontonum, benim kalbim de tam 1 sene önce bu satırları yazdığım saatle aynı saatte kanamaya başladı, senin kaybınla birlikte. Sen Tontonum, benim yürek sevincim, dert ortağım, yol göstericim, tam bu saatlerde hiç istemeye istemeye o lanet hastalık yüzünden bizleri bırakıp gitmek zorunda kaldın.

Çocukken sabahları uyandığımda babaannemi camın önünde senin gittiğin otobüse el sallarken bulurdum. Derdi ki Allah korusun herkesin evladını benim de bir tanemi. Şimdi bir tanesine kavuştu mu acaba, mutlu mu?

Akşamları eve geldiğinde önce koşup ellerini yüzünü yıkardın ki bana mikroplardan zarar gelmesin.Sen çocukken çok hastalıklar atlatmışsın benim başıma da gelmesin. Sonra nerde benim karlardan da beyaz kızım diye bir ses duyardım evin içinde ve sana koşardım. Her akşam bıkmadan, usanmadan benimle oynardın. Bazen oğlan çocukları gibi güreşirdik bazen de kaleler yapardık tahta oyuncaklarla oynarken...Ama şimdi kollarımı iki yana açıp bekliyorum sen yoksun kocaman bir boşluk var asla yeri doldurulamayan ve doldurulamayacak olan.

Seni her birimiz nasıl unuturuz.Senden sonra herkes o kadar güzel şeyler söyledi ki, herkes seni o kadar çok sevmiş ki....Sen son dakikalarında bile bizleri düşündün, hep doğru yolu senle bulduk. Sensiz hangi yöne gideceğini bilmeyen o karlardan beyaz küçük kız gibiyim. Hala karlardan beyaz ama sensiz ve seni çok ama çok özlemiş...

Nur içinde yat, tatlı, tonton, gülen yüzlü babacığım.

16 Eylül 2006

Makarna Ye !

Ben geçen seferki yemek etkinliğinden ve de misafirliğimden çok keyif aldım. Bu ay Peynir Gemisi ev sahibimiz. Kendisi pek güzel makarnalar hazırlamış.Eh ne de olsa 4 senedir bloglarda yemek tarifi okuyup, uygulayıp duruyorum.Dedimki karınca kararınca ben de makarnalı birşeyler hazırlayayım,bundan sonra da elimden gelip becerebildikçe yemek etkinliklerine katılayım, ama dün dışarıda dolaşmaya ve fotoğraf çekmeye fena dalmışım, eve geldiğimde resmen paspas misali sürünmekte idim.Bugün de daha yeni yeni kendime geliyorum sayılır.

Tijen'in sitesinde gördüm gene hırsızlar varmış.Bu kaçıncı yeter artık ! Yazık günah, ayıp denen birşey vardır değil mi? Hiç mi utanmanız yok yaaa????

İngiltere'ye geleli beri pek et yemez olduk biz, balık yemekten de yüzgeçlerimiz çıkacak. Bende fena halde bir domuz fobisi oluştu. Kendime her ne kadar önyargılı davranmayacağım desemde ı - ıh nafile asla ağzıma sokamam...Domuz yemeği denemek değildi niyetim ama onun girmediği şey yok ki bu memlekette, bir bakıyorsunuz en leziz görünen tatlının içinde, bir bakıyorsunuz bir sosun içinde türevleri var. Eeee ne yaparsın vejeteryanlar iyi ki varlar yehuuu diye bağırırsın. Böylece peynirinden meyva suyuna, ekmeğinden reçeline vejeteryan olanları arayıp bulursun ! Bir de en güzel ve de pratik keşif stir fry olur ! Bulduğun bütün sebzeleri şöööyle bir yağda çevir, üzerine bir sos ve de bir noodle (çin makarnası) ekle olay bitsin yetsin. Nefis türül enfes (babacığımın lafıdır) bir yemeğin olsun gayrı...Hemi de goncan aç kalmaz yorgunluktan ölsen, yollarda paspas olsan bile. Ben de bu etkinlikte ondan yapıvereyim dedim ama evde noodle kalmamış iyi mi? Tarif stir fry, makarnası da reginette oldu benimkinin.Pek adı sanı bilinmiyor galiba reginette'nin ama ben pek sevdim spaggettinin amca kızının fırfırlı etek giymiş bu türünü.


Stir Fry'lı Reginette
Dolapta bulduğunuz sebze türünden çiğ ne varsa ve de makarna kısaca bütün malzeme bundan ibaret.
Kırmızı soğan (iri iri doğranmış), kabak (halka halka doğramış), karnıbahar, brokoli, mantar, mısır, bezelye, sarımsak, havuç yağsız tavaya atılır, biraz zeytinyağı katılır. Kavrulur, üzerine bir kapak kapatılıp biraz da suyu çıkıp yumuşasın diye bırakılır. Sonra azıcık soya sosu ilave edilir. Haşlanmış makarna (bizde fırfırlı etekli reginette) üzerine katılıp karıştırılarak afiyetle yenir.

Umarım sizler de seversiniz...

13 Eylül 2006

İngiliz Tarzı Banyo


Evet biraz abartı var ama yaşayan bilir bu banyoları !
Benim en büyük derdim ikili musluklarla, birinden sıcak birinden soğuk su geliyor, karışmayacağız biz birbirimizle diye de kesin kararlılar.Kış oldu mu en iyi dostum Neutrogena el kremi.Ayrılamıyoruz birbirimizden, ayrıldık mı başlıyor ellerim çatlamaya ve kanamaya...
İngiltere'de el yıkanan kısımda tıpa takılıp el, yüz yıkandığı için ve de bu kural en temiz lavaboda bile bana uymadığı için (umumi tuvaletlerde bile yüzünü bu tıpa takılmış suyun içinde yıkayanlara şahidim) kremimle ben ilelebet ayrılamayacağız gibi görünüyor.

2. evimizin mutfağında tek musluk görüp pek mutlu olmuştum ama ilk kullanışta mutlu olmamam gerektiğini anladım ! Musluğun içi ikiye bölünmüş ve bir taraftan sıcak su diğerinden de soğuk gelmekte ! Gelenekçiliğin de bu kadarı yani :)

Bir de banyoların dışında boşuna elektrik düğmesi aramayın, pek çok evde bulamazsınız, onun yerine banyonun ışığını açmak için sifon ipine benzer birşeylere bakının ucunda sifon yoksa işte o ışık açma düzeneğidir !Islakken çarpılmayalım diye.Sağlık-güvenlik önlemleri çok önemlidir burada.Atın ölümü arpadan olmaz :)

11 Eylül 2006

Cambridge - Tarihçe

Hep akıllarda kalan Cambridge - Oxford kürek yarışlarıdır. Bu, iki üniversitenin sonu gelmez yarışlarının bir yansıması herhalde...

Cambridge, Romalılar'ın MS 40 yılında bu topraklara gelmesi ile varlık göstermiş. Ama esas seçilme sebebi, şu anda Castle Hill denen yerdeki tepecikmiş!

O tepecik yüzünden Romalılar, bölgenin merkezi olarak Cambridge'i seçmiş. Sonraları Saxonlar gelmiş, nehir nedeni ile Vikingler kolayca uzanıvermişler, ardından Normanlar gelmişler ve şehre önemli tarihi yapılarından biri olan Round Church'u armağan etmişler.
Şehir, farklı işgaller atında kalmasına rağmen önemini kaybetmemiş. Kimi zaman, kalesi (bence tepeciği) yüzünden, kimi zaman da ticaret merkezi olması sebebi ile önemini korumuş. Ancak Cambridge'i Cambridge yapan, elbette ki üniversitenin kuruluşu olmuş. 1209 yılında, Oxford üniversitesinde çıkan isyan sonucu pek çok olay yaşanmış, asılanlar bile olmuş, bu nedenle öğrenciler o şehirden kaçmışlar. Cambridge'de onları bekleyen bir eğitim düzeni olduğunu bildikleri için mi, yoksa onlarla mı o düzen kuruldu bilinmiyormuş ama sonuç olarak 1209 yılında Cambridge üniversitesi kurulmuş! Ezeli rekabetin başlangıcı ve de sebebi bu. 20 yıl sonrasında Paris üniversitesinden de Oxford'dakine benzer kaçışlarla üniversitenin ünü artmış. Sonrasında kral III.Henry ile yaşanan sorunlar olmuş. İsyankarlar cezalandırılmak istenmiş. 1261 yılında üniversite kayıtları yanmış. 1284 yılında ilk olarak kolej sistemi Peterhouse ile kurulmuş . Sonrasında ticaret yapılmaya başlanmış. Ancak kolej sayısı ve buna bağımlı olarak öğrenci sayısının yani şehir nüfusunun artması ve kanalizasyonun nehre boşaltılması nedeni ile nehir suları inanılmaz pis hale gelmiş. Yaşanması tehlikeli bir şehre dönüşmüş ve pek çok tüccar şehri terketmiş. Modern su sisteminin kuruluşu 1610 yılını bulmuş.


VI.Henry 1440'ta şehri yeni baştan toparlamaya çalışmış. Yenilikler getirmek istemiş, onun zamanında gösterişli yapıları olmuş üniversitenin. Bunlardan biri de kendi kolejinin ibadethanesi, ancak inşaat tamamlanmadan ölmüş. Şu anda şehrin sembollerinden biri olan adı kralın ünvanına atfedilen ve her yıl Christmas döneminde BBC'de naklen yayın yapılan King's College'in meşhur Chapel'ini inşa ettirmiş ancak görememiş VI. Henry.

VIII Henry reformlar yaparak, dini yerleri kolejlere çevirmiş. Ölümünden kısa bir süre önce 1546'da Trinity College'i kurmuş. Ne hikmetse heykeli (bilahare hikayesi anlatılacak), elinde masa bacağı ile Trinity College'in kapısını süsler !

1534'te İngiltere'nin en eski matbaası üniversite tarafından kurulmuş. 1719'da 4500 pounda Dr John Addenbrooke's tarafından şehrin modern hastanesi -ki günümüzün ünlü hastanelerinden biridir, bizlerin de surgeryler(sanırım sağlık ocağı diyebiliriz Türkçe karşılığına) vasıtası ile hizmet aldığımız hastanedir - kurulmuş. (İlk hastane St John's imiş sonraları St John's College'e dönüşmüş) Tren yolu, 1845'te, özellikle nehir ticaretini engellememesi için üniversitenin isteği ile şehir merkezinden daha uzak bir yere kurulmuş. 1882'de öğretim üyelerinin evlenmelerine izin verilmesi ile birlikte ailelerin yaşayacağı evlerin yapımı artmış. Daha önceleri evlenmeleri yasakmış, bu sebeple öldüklerinde bütün miras yöneticisi oldukları koleje kalmakta imiş. Bu kural nedeniyle de kolejler servetlerine, servet katmışlar. Londra'ya kadar uzanan toprakların sahibi olmuşlar.

Bugünlere dek, benim gözümle, üniversite şehri fethetmiş! Şehir demek, üniversite demek olmuş. Şehir merkezindeki hemen hemen bütün binalar üniversiteye ait. Şehrin en büyük nüfuza ve nüfusa sahip olanı üniversite, aynı zamanda da en büyük işveren. Haziran'da öğrencilerin mezuniyet törenleri ile birlikte şehir adeta boşalıyor, sonrasında turist akını ile haftasonları canlılığını koruyor. Ama genelde, her zaman sakin ve huzurlu. Parkların ezeli sakinleri de ayrı bir huzur bulduruyor insana.


Cambridge adı nerden geliyor derseniz, çeşitli varsayımlar var... Ancak bir şey var ki, o kesin. O da, nehrin adı eskiden Granta imiş, sanıldığı gibi Cam değilmiş! İlk 875 yılındaki bir yıllıkta Grantebrycge adına rastlanmış, Latince Cantabrigia denmiş, Caumbrigge, Caumbrege, Camberage, Camebrygge derken, nihayet kraliçe Elizabeth zamanında Cambridge olmuş.

Üniversiteden pek çok ünlü isim mezun olmuş. Bence o isimler, üniversitenin tercih sebebi olmasını sağlamışlar. Mühendislik okurken, kitaplarda ezberlediğimiz teoremlerin, formüllerin sahipleri ile kolejlerin çeşitli yerlerinde karşılaşmak (elbette artık heykel ya da anma yazısı olarak) onların bastığı topraklara basmak insanda tuhaf bir his uyandırıyor. Bu isimlerin en ünlüsü, elbette ki Newton. Onun elma ağacının çeliğinden üretilen ağaçların meyvalarını gördükten sonra, nasıl kafasına birşey olmadığına hayret ediyorum. O kadar kocamanlar ki! Diğer ünlüler arasında Darwin, Lord Rutherford, Charles Babbage (bilgisayarların atası hesap makinasının mucidi), Bertrand Russell, James Watson ( DNA molekülünü bulan), Nehru, Rajiv Gandhi, Lord Byron, Lord Tennyson, Prince Charles, Stephan Hawking ..... şeklinde uzayıp giden kocaman bir liste var. Yanlız ilginçtir ki bu günümüzün modern adledilen ülkesinde 1948 yılından önce hiçbir kadın mezun olamamış !!! Üstelik 100 yıl öncesinde derslere girme hakkını elde ettikleri halde, diploma verilmemiş, mezuniyet hakkı tanınmamış. 30 yıl öncesine kadar da Latince bilme zorunluluğu varmış.
DNA molekülünün Cambridge'de Cavendish laboratuvarında bulunması son yılların en büyük olayı olmuş ve şehir bu nedenle DNA üzerine araştırma yapan firmaların merkezi haline dönüşmüş.

Tarih ve modern hayat bu şehirde içiçe. Geçtiğiniz her sokağın, oturduğunuz her yerin bir tarihi var. Bunu yaşamak, gerçekten çok ilginç. Şu anda oturduğumuz ev dahi tahminen en az 100 - 150 yıllık bir geçmişe sahip. İçi değiştirilip günümüze uygun hale getirilmiş ama dışarıdan bakınca yapı aynen korunmuş. Bu inanılmaz güzel birşey. Tarihine sahip çıkmak diye buna derim. Hanımlarımızın, aman bu ev de çok eskidi dökülüyor değiştirmek lazım laflarına inat buradaki evler, hiçbir değişime uğramadan ayakta! Yakılan, kundaklanan, İstanbul'un güzelim eski evlerine inat buradakiler ayakta! Neden tarihimize sahip çıkmak yerine, korumak yerine yok etmeyi seçiyorlar acaba? Bu cümleyi okuduğunuzda sakın ülkemi yerip burayı övdüğüm hissine kapılmayın, elimizdeki güzellik ve zenginliğin farkına varamayıp yok edilişine üzüntümün ifadesi sadece.

(Dip not 1-Tarihçe için Cambridge Official Guide - Jarrold Publishing 'den yararlanılmıştır. 2-Fotografların isimleri çekildikleri yerleri ifade etmektedir)

08 Eylül 2006

Bubbles

Eskiden kafam birşeylere takıldı mı acısını Soltaire'den alırdım. Şimdiki mouse hantal geliyor üşeniyorum onunla uğraşmaya. Kuzen pisicik ilk Lines'a sardırdı beni, sonra birgün bir baktım Bubbles var. İstediğim zaman durup bekliyor beni bir de...Sakin sakin hem kafamdakini düşünüp hem oynayabiliyorum. Sardım fena halde !
Haftasonu ve içi çektiğim bilumum Cambridge fotoğrafları ile birlikte dilim döndüğünce tarihini paylaşayım diyordum ama ben bu oyunu, goncam da Yeti Bubbles'i (benim kalbim onun heyecanına dayanmıyor) oynamaya fena sardık...

Bir sonraki postta Cambridge olacak söz :)

Sevgiler...

04 Eylül 2006

Geçmiş Zaman Oluuuuur Kiiii...


Bir varmış bir yokmuş...

2001 yılında Barcelona'da arkadaşlarla geçirilen keyifli bir tatil sonrası başlayan aşkımızın 5. , evliliğimizin 4. yıldönümü bugün.

İyi ki varsın Aşkım !

02 Eylül 2006

Dido

Çocukluk yıllarında herşeyin moda olup dillerden düşmediği zamanlar vardır ya, bir zamanlar takma isimle seslenmek moda oldu, ben daha ilkokula başlamamıştım sanırım.
Hiç bir çocuğa nasip olmayan bir arkadaşım var benim bebeklik arkadaşım. O benden 40 gün büyük sadece. Ben doğmuşum ve onu hep arkadaş bilmişim. (Yaratıcı biri. Büyüyünce Fransa'da görsel sanatlar okudu.) O sıralar da Ülker tam yeni bir çikolata çıkartmış elinde o var, hah dedi Dido... Bundan sonra ben sana Dido diyeceğim ! Hımm ben de ona birşey bulmalıydım dedim TuTu (u larda uzatma var) diyeceğim ben de sana. Biz o günden sonra Dido ve TuTu ikilisi olduk. İlkokul zamanı gelip de farklı okullara gidene dek.

Aradan yıllar geçti ben aşık oldum aşkımla ben ayrı ülkelerdeyiz o zamanlar. Anca internet denen teknoloji ile konuşabiliyoruz. Bir de işim yüzünden ben 80 günde devr-i alem yapıp ülke ülke, şehir şehir geziyorum.Bak dedi aşkım sana sürpriz, baktım bir mp3 geliyor (e o zamanlar mp3 yollama yasağı da yok Napster bile faaliyette) çalan şarkı güzel, söyleyen de Dido :) Ara ara Dido'dan şarkılar geldi bana aşkımdan... Sonra evlendik, nikah şahidim de TuTu oldu !
Sesi çok hoşuma gidiyor Dido'nun, bir de şarkılarının düşük ritmle başlayıp hızlanması.
Ben de tatilden dönenleri düşünüp diyorum ki "Sand in my shoes !"