19 Aralık 2012

Çöpün Tadına Bak - Taste the Waste


Yiyeceklerimizin yarısından fazlası çöpe gidiyor. Tarladan toplanıp da bize gelene kadar yolda, sonra toptancılarda, süpermarketlerde ve hatta evimizde...

Oysa, o yiyeceklerin üretimi için, dünya adım adım yokluğa gidiyor. Tarım için yok edilen orman alanları, tarım sırasında kullanılan makineler için harcanan petrol, tarım ilaçları, sera gazları... Bunlar bizim sadece karnımızı doyurmamız için dünyayı nasıl yok ettiğimize dair örnekler.
Binbir güçlükle elde ettiğimiz yiyeceklerin kıymetini bilmeyip bir de onların çöp olmasına sebebiyet veriyoruz.

Her bir gıdanın çürümesi ile karbondiyoksitten 25 kat fazla metan gazı atmosfere karışıyor. Gıda israfını yarı yarıya azaltmak, dünya iklimi açısından otomobillerin yarısını ortadan kaldırmaya eşdeğer bir yarar sağlamakla kalmayacak, aç ülkelerin insanlarının da karnı doyacak. Çünkü filmde diyor ki, sadece Amerika ve Avrupa'da süpermarketlerde çöpe atılan yiyeceklerle Afrika'daki aç ülkeleri 3 defa doyurmak mümkün! Buna bütün dünyayı eklerseniz, ne kadar büyük bir rakam çıkıyor gözünüzün önüne getirin.

İngiltere'de yaşarken devamlı gittiğimiz süpermarkette son kullanım tarihi yaklaşan ürünleri ayrı bir yerde toplar, normal fiyatından daha uygun bir fiyata satarlardı. Özellikle Christmas öncesi epeyce kaliteli ve son kullanma tarihinin bitmesine de epeyce süre olan ürünler toplanırdı bu alanda. Ara ara aradıklarımızı bulup oradan alır, süpermarketin bu davranışına çok anlam veremezdik.

Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali'nde Çöpün Tadına Bak'ı izlerken taşlar yerine oturdu kafamda. Meğerse süpermarketlerin politikaları varmış. İnsanların evlerinde ürünler bozulmasın diye, son kullanma tarihine 15 gün kala ürünleri raflardan toplayıp, imha ediyorlarmış!

Düşünsenize, o son kullanım tarihleri zaten 1 hafta öncesine göre konuluyor. Ardından süpermarketler 15 gün önceden imha ediyor.... Ürün tarladan neredeyse hamken toplanıyor, çünkü çoğu zaman kıtalar arası yolculuğa çıkıyor. Üzerinde vitamin falan kalmıyor taze ürünlerde zaten ama bozulmasından 4 hafta önce de imha ediliyor! Üstelik o kadar fakir insan varken, o kadar aç insan varken, o kadar aç ülke varken.
Bizler ise soğuk kış günlerinde sıcacık evlerimizde yaşarken tüm olanlardan bi haber hangi yemeği yapsak diye telâşa düşüyoruz o kadar... Bunca emek, bunca çaba, bunca israfı aklımıza bile getiremiyoruz.

Bazı firmalar, ürünleri yeniden değerlendirmeye alıp, ihtiyacı olanlara daha uygun fiyatla satmaya başlamışlar. Bu ekibin başındaki tonton teyze filmde beni en çok etkileyenlerden. Afrika kökenli. Daha önce marketlerin bozuk diye ürünleri attığı çöplüklerden ailesini geçindiriyormuş. Onu işe alıp, ekip başı yapmışlar. Hiçbirşeyi ziyan etmiyor. Herşeyin yerini bulup değerlendiriyor. Minicik bir evde yaşıyor ve ailesi oldukça kalabalık! Ama filmin sonunda yazılardan okuyoruz ki, bölüm müdürü ile neyin bozuk, neyin sağlam olduğuna dair fikir ayrılığına düşüp işten çıkartılmış! Oysa o teyzeden her eve lâzım bir tane, asla ziyan etmiyor minicik parça bir yiyeceği...

Amerika'da bir grup insan... Aralarında diş hekimleri, doktorlar bile var... Çöpten bozulmamış yiyecekleri ayıklıyorlar. Bu işi artık yaşam şekline çevirmişler. İhtiyaçları yok ama israfa karşılar...

Ekmekler... Film hakkında yazan kaynaklardan birinde gördüm, çöpe atılan ekmekleri yakarak bir fırını ısıtmak mümkün diyorlardı.

Bir patates üreticisi, belli bir boyun altındaki patatesleri hasat etmeyip tarlada bırakıyor. Bu ürünleri toplayarak büyüyen yaşlı insanları gösteriyorlar filmde... Nasıl başladınız patates toplamaya diye soruyorlar, büyükannem getirdi ilk buraya beni diyor amca, elinde bir kova patatesle.

Ve tüm bunlar sadece buzdağının görünebilen, gösterilebilen minicik bir yüzü... Görmediğimiz ve bilmediğimiz daha neler neler var...

Tüm bu israf, bizler şık, sıcak, çekici süpermarketlere gidip, onları beslediğimiz sürece devam edecek! Üreticiyi yerinde, pazarda desteklediğimiz sürece de azalacak. Bunun bilinci ile alışveriş yapmak ve karşımızdakileri bilinçlendirmek ise vatandaşlık görevimiz! Hatta insanlık görevimiz.

(Konu ile ilgili İngilizce bir başka kaynak okumak isterseniz buraya tıklayın lütfen.)

17 Aralık 2012

Ampul Tuzağı:Planlı Eskitmenin Anlatılmayan Öyküsü

Sürdürülebilir Yaşam Film Festivalinden... Orjinal adı Lightbulb Conspiracy: The Untold Story of Planned Obsolescence
Teorik olarak sonsuz süre dayanabilen ampul yapmak mümkün! Evlerimizde hergün kullandığımız eşyaların hiç bozulmaması ya da çok basit bir şekilde tamir edilebilmesi de mümkün.

Babam yıllarca pek çok eşyamızı tamir etmiştir. Gazeteci olmasına rağmen, elektronik eşyalar onun için apayrı bir dünya olmuştur. Onların iç yapılarını hemen çözer, bilmedikleri için kitaplar getirtir, ne yapıp edip tamir ederdi. Saatlerce çalışıp da eve geldikten sonra ayaklarımı uzatıp dinleneyim demez, arkadaşlarının bozulmuş radyolarını, saatlerini oturup tamir eder, ertesi günü zafer kazanmış komutan edasıyla bütün yorgunluğunu atmış bir şekilde işe giderdi.

Evlenip İngiltere'de yaşamaya başladığımız dönemde, eşimin PDA'yi arızalandı. Servisini aradık. Öyle her yerde her şekilde ulaşılamazmış servislere bunu öğrendik. Posta ile biryerlere gönderecekmişiz. Özel ulak gideceği için maliyeti epeyce yüklü olacaktı. Sonra neden tamir gerektirdiğini bulmaları ayrı bir ücret, tamiri ayrı bir ücret... Hepsini kabul etti eşim, çünkü içinde kaybetmeyi riske atamayacağı bilgiler vardı. Geri dönüş posta maliyeti ile hemen hemen yenisini almaya denk geldi bizim PDA'in tamir hikayesinin maliyeti! Dedik pes!

Sonra eşyalı kiraladığımız evde bulaşık makinesi bozuldu. Ev sahibimiz itiraz etmedi, biz tamir edilecek diye beklerken, kapıda yenisini bulduk. Eskisini de alıp gittiler. İçim cız etti... Basitçe tamir edilecek bir makine, çöp olarak gitti ve çöpe atmak da para ile o ülkede! Yani onun da bir bedeli var çünkü çöpleri yok edemiyorlar. Toplayıp, üçüncü dünya ülkelerine gönderiyorlar. Onların başına dert ediyorlar...

Türkiye'ye döndük. İlk bozulan DVD oynatıcı oldu. Her zamanki televizyon tamircimize götürdük. Atın bunu dediler. Kulaklarımıza inanamadık. Ama biz bunu dünya paraya aldık dedik. Evet şimdi gereken parça da aynen o kadar, ama yenisini almak şu kadar diye 1/4'ü kadar bir ücret söylediler. Biz şok olduk.

Geçenlerde 1987 yılından beri tık demeden çatır çatır çalışan bulaşık makinemiz tık dedi... Yaptıralım mı, yaptırmayalım mı diye düşündük. Çünkü yeni sıradan bir makine almak 500 milyon iken, değiştirilmesi gereken parca 100 milyon idi. Sırf makine ile aramızdaki duygusal bağdan dolayı ben tamir dedim! Eğer tamir edilmese idi zaten servis 20 milyon alıp gidecekti... Tamir oldu, çalışıyor şimdilik çok şükür...

Sonra Evren, uyandırdı... Bu filmin adını ve ilhamını aldığı 111 yıldır yanan ampulle tanıştırdı bizi. Filmin içerisindeki öyküler inanılmaz! Aslında farkındayız ama çare yok deyip boyun bükmüşüz yukarıda yazdığım örneklerdeki gibi. Ama bir şekilde buna dur demeliyiz dünya çöplüğe dönmeden! Çalıştığımız, alnımızın teriyle, emeğimizle kazandıklarımız açgözlülerin elinde oyuncak olmadan!

Nereden başlamayı önerirsiniz?

14 Aralık 2012

Sürdürülebilir Bir Gelecek İçin Eğitim



Geçtiğimiz hafta Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali'nde idik. Program için buraya bakabilirsiniz. Dört gün boyunca ruhumuza, kalbimize hitap eden. Zaman zaman derin yaralar açan pek çok film seyrettik. Pek çok şey öğrendik. Festivalin ilk filmi Sürdürülebilir Bir Gelecek İçin Eğitim idi. Dünyada çeşitli ülkelerde denenmiş eğitim modelleri, bunların sonuçları, nereden nereye gelindiği ve olması istenenler üzerine değişik bir kaynak. Benim şu anda bulabildiğimin ne yazık ki, sadece İngilizce altyazısı var. Dilerim daha sonra Türkçe de eklenir. Farklı modelleri görebilmek açısından önemli. Özellikle de benim için. Okullarda bahçe, doğa ve permakültür çalışmaları yapmak istediğim için.

Bu dönem belki sıkılabilirsiniz ama size festivalde seyredip beğendiğim filmleri aktarmaya çalışacağım...

Sürdürülebilir Bir Gelecek İçin Eğitim filmini seyrederken, en çok etkilendiğim Summerhill adındaki okul oldu. 1921 yılında Alexander Sutherland Neill tarafından kurulmuş ve dünyanın pek çok yerindeki okullara ilham kaynağı olmuş. Tüm aykırılığına rağmen hâlâ hayatta... 2009 yılında en çok denetlenen okul olmuş. Ama zararlı birşey bulamamışlar!

Summerhill'den mezun olanların görüşlerinin de yeraldığı Guardian makalesi için buraya bakabilirsiniz.

Filmde yeralmayan ama bu sıralarda adını çok duyduğım Finlandiya eğitim sistemi var. Rüya gibi birşey!
Bu konuda yerinde gözlemler yapan Banu Uzkut Onuk'un yazısı için buraya bakabilirsiniz.
İngilizce hazırlanmış bir yazı için de buraya bakabilirsiniz.

Birkaç arkadaş bizim hayalimiz buradaki gibi bir okul... Neden sadece Bali'de olsun? Bizim de böyle okullarımız olsun diyoruz... Bu konuda bize el verecekleri de aramızda görmeyi diliyoruz...

Güncelleme (14 Ocak 2013) - Bali'deki Green School'u ziyaret eden ilk Türklerin yazısını okumak isterseniz burada.

28 Kasım 2012

Pİ 8 - Halkalı Bahçe Permablitz


Gürpınar'daki Permablitz'e katılan ev sahibimiz, oradaki çalışmadan, kurulan dostluklardan çok memnun kalmıştı. Kendi minik bahçesine oradan aldığı fideleri ekip, çocuğu gibi büyütmeye başlamıştı. Sonbahardaki tanıtım toplantımızın ardından, bize de gelin ricasında bulundu ve aday bahçeler arasına girdi. 

Tüm bahçeler belirlendikten sonra, tasarımcılar gönüllü oldu ve ekipler kuruldu. Bu bahçenin ekip başı da ben oldum. Permakültür Tasarım Kursu mezunu iki arkadaşımızla birlikte elele vererek, tasarımı tamamladık ve bahçe sahibinin onayına sunduk. Çalışmalarımıza daha önceden katılmamış bahçe sahipleri, genelde bu kısmı hiç anlamayıp, peyzaj ile karıştırabiliyolar. Oysa biz bir tasarım yapıyoruz ve o tasarımın bileşenlerinde permakültür ilkelerine bağlı kalınıyor. Sonuç olarak da yenilebilir bitkilerden oluşan bir bahçe ortaya çıkıyor.

Bahçe sahibimiz, daha önceki çalışmalara katıldığı için bizleri anlamaya daha yatkındı. Bunun bir sebebi de bütün yaz boyunca hasat ettiği, Kasım ayının sonunda bile elinde gördüğünüz ürünleri aldığı bir sebze yatağı yapmış olması idi. Ayrıca geçen hafta Naturel fuarı kapsamında,  bizlerin hocası Mustafa Bakır'ın Permakültür'ü anlattığı konferansa katılıp, işte bu, daha çok şey öğrenmem lâzım da demişti. Permakültür'ün sadece bahçe ile sınırlı kalmadığını anlamıştı.

Sabah bahçeye vardığımızda, birkaç gündür yağan yağmurun etkisi ile neredeyse betona dönen bir toprak ve sıcak çaylar bizi bekliyordu. Herkes minik bir sohbetle birbiri ile tanıştı. Halka olup aramızdaki yoga hocası arkadaşımızın yönettiği ısınma hareketlerini tamamladık. Hatta sakat bel ile ben bile rahatlıkla yapabildim bu hareketleri. Ardından dar alanda birbirimizi sakatlamadan nasıl çalışmamız gerektiğini, acil durumda ne yapmamız gerektiğini ve tasarımı anlattım. Veeee başladık!


Önceki sene bahçıvanlık kursunu tamamlayan ve ZTBB'nin gönüllü bahçıvanı olan İsmet hanım, güllerin nasıl budanacağını gösterdi bizlere. Bu, bizim İsmet hanımdan özel ricamız idi. O bölgeden çıkartılacak 3 gül fidesi vardı, tam inşaa edeceğimiz iç kısmı anahtar deliği şeklindeki yükseltilmiş yatağın ortasında idiler zira. Budanan dalları ayırıp, yeniden fide oluşturması için toprağa ektik.


Gül fideleri yerlerinden çıkartılırken, toprağın sertleşmesi sebebiyle ve de yaşlı güllerin köklerinin sağlamlığı sebebiyle biraz zorlandık.


Yan bahçede minik bir havuz vardı, böylece bahçede sevip, istediğimiz canlıların su ihtiyacını düşünmemize gerek kalmadı.


Malç yapmak üzere saman bulduk. Altın bulmuş kadar sevindik. Aslında elimizdeki malzemeyi değerlendirmek birinci amaç. Şehirde kolaylıkla bulabildiklerimizi kullanıyoruz. Ama arada minik denemeler de yapıyoruz. Bir önceki bahçede kullanılan biçilmiş çimler de altın değerinde, hatta daha da değerli bizler için.


Bir altın daha bize... Halkalı solucanlar! Bahçe dostu onlar. Toprağın içerisindeki biyolojik dönüşümü sağlıyorlar ve gübreleri çok değerli yetişmekte olan bitkiler için. Seda en tombul olanını buldu gülleri yerinden çıkartırken.

Gördüğünüz üzere bizim altınlarımız insana dost, çevreye dost, zararı yok kimseye, aksine faydası var ve yok edici değil, yapıcı şeyler.


Bir önceki bahçede de yapılan yükseltilmiş yatağın aynısını tasarlamıştık biz de, üstelik birbirimizden habersiz olarak. Zaten her bahçe için ona uyan metod seçiliyor. Bu metodlar zaten varolanlar, biz sadece sistemi kurmaya çalışıyoruz ve varolan kaynaklardan yararlanıyoruz birincil olarak. Ama bazı şeyler var ki, var olsalar da biz yapmıyoruz. Çok elzem değilse çapa yapmıyoruz, toprağı sürmüyoruz mesela. Onun yerine malç malç malç ya da kes bırak diyoruz. Amacımız toprağın verimli üst tabakasını kazanmak, erozyona uğratmadan yerinde tutmak ve daha da fazlasını ilave edebilmek. Sürdüğünüz zaman toprak kaybına, erozyona yol açıyorsunuz. Her seferinde bunu yaptığınız için de toprak serumla beslenir gibi suni gübreyle, zararlılara karşı ilaçla beslenmek zorunda kalıyor. Oysa biz toprağı güçlendirmeyi hedefliyoruz.

Bu bahçede kısa vadede çözüm üretmemiz gerekiyordu. Zira bahçe sahibi epey yoğun çalışıyor, devamlı uzak ülkelere gidiyor ve en kısa zamanda da o alandan yiyeceğini elde etmek istiyordu.

Elimizde ağaç dalları vardı, bol bol yaprak vardı. Sitede kullanılmayan taşlar vardı. O sebeple bunları kullanarak yatağı oluşturmak ve içindeki alanda da hugelkültür yapmak istedik.

Tesadüfen aramızda mimar arkadaşlarımız vardı ve onlarla yere yatağın şeklini çizdik. Yatağın dış kısmı daire, içi ise anahtar deliği şeklinde. Anahtar deliği, içeriden ekim yapılan alana kolayca ulaşmayı sağlamak için. Ama biz o kısma kompost yerleştirdik. Afrika'da uyguladıkları gibi. Böylece içeriden oluşan yeni toprak ile yatağı beslemeyi hedefledik. Aynı zamanda kompost yapmak için satılan hazır kutular yerine, daha uygun fiyattaki bir malzeme ile işi bitirdik hem de daha az iş yaparak, fonksiyonel olarak.


Şansımıza o gün ''Sürdürülebilirlik'' üzerine İtalya'da yüksek lisans yapan ve de daha önce pek çok permakültür eğitimine katılmış bir arkadaşımız da bizlerle idi. Toprağı özledim diyerek canla, başla çalıştı. Yukarıdaki fotoğrafta yatağın dış hatlarını neredeyse tamamlanmış halde iken görüyorsunuz.


Güneşi bulacağım diye evinden kaçan asmayı, çam ağacının tepesinde yakaladık. Dön evine, annen seni bekliyor dedik ve budayarak, yan komşu ile çit yapılacak alana tutturduk. Asma uzadıkça bu çite sarılacak ve evinden bir daha kaçmayacak. Bu alana daha sonra espalier yapılmasını da düşünüyoruz. Cüce elma ağaçları dikip, ev sahibimizin yan komşu ile çit oluşturmasına yardım edeceğiz. Türleri seçerken de farklı mevsimlerde ürün veren elma türleri olmasına dikkat edeceğiz.


Budandıktan sonra isteyenlere dağıtılmak üzere ölmesin diye saksıya yerleştirilen gül çelikleri...


Bir ekip yükseltilmiş yatağı hazırlarken, diğer ekip asmaya dön evine derken...


Ortadaki kompost alanını da yerleştirdikten sonra budanmış ve yaklaşık 1,5 - 2 aydır bekleyen dal parçalarını hugelkültür yapmak üzere düzgün bir şekilde yaymaya çalışıyoruz. Bu dal parçaları(aslında kalın kütükler olsaydı daha iyi idi elbet) kışın bol bol su içecek ve yazın da içtiği suyu iade edecek. Aynı zamanda azot da vererek bitkileri besleyecek.


Dalların üzerine bol bol yaprak ekledik. Tırmıkla ben bile çekiştirdim toplamak için. Çok zevkliydi. Yaprakların üzerinde zıplamak en sevdiğim şey zaten ama artık belim izin vermiyor o ayrı...


Gitgide yükselen bir yatak oluşturduk. Ev sahibimizin de beli benimki gibi sorunlu. Bu yatağı seçme sebeplerimizden birisi de bu. Yere çok fazla eğilmeden çalışabilecek. Tam bu noktada yani yükseltilmiş yatağın yukarıdaki fotoğrafının ardından, bütün gün taş taşıyan, el arabasını oradan oraya koşturan Mehmet ben ACIKTIM dedi. Baktık haklı, gelmiş mola vakti, kuruldu sofra...


Herkes gönlünden geçeni getirmişti paylaşmak için. Gene harika bir sofra kuruldu. Ben de artık gelenekselleşen elmalı kekimle katıldım bu sofraya. Bol bol yedik, içtik sohbet ettik. Yeliz, ben misafirim dememiş, taaa İtalya'dan gelmiş haliyle eli kolu dolu yanaştı masaya... Harika idi bu paylaşım harika!


Yemekten sonra son katman olan malçu yani samanımızı da yerleştirince, ilk fidemizi dikti Seda. Ardından hepbirlikte yatağın ev sahipleri olan pazı, ıspanak, marul fidelerini ektik. Havuç tohumlarını serpiştirdik. En son da Seda yanında hazır getirdiği tohum toplarını verdi. Aslında orada bir tohum topu atölyesi yapacaktık ama vakit kalmadı. Tohum toplarının içerisinde tesadüfen baklalar vardı. Başka bakla tohumu bulamadığımız için bakla da acil ihtiyacımız olduğu için bu tohum topları da birer altındı. Baklanın köklerinde azot bağlayan bakteriler yaşadığı, bu yatak da ilk aylar azota ihtiyaç duyacağı için bakla ekmek istiyorduk. Denk geldi. Seda tüm çözüm üreticiliği ile yetişti imdada. Onun dilinden bu bahçeyi dinlemek isterseniz Toprağın Kızı burada.


Bahçenin en çok emek harcanan kısmı ile bir hatıra fotoğrafı çektirelim dedik. Anahtar deliği şeklindeki yükseltilmiş yatak, eve doğru baharat bitkilerinin ekileceği alanla birleşiyor. Bu alan kenar etkisini arttırmak için su dalgası şeklinde.

Ev sahibimiz bitki çaylarını çok seviyor. Onları yetiştirecek su dalgalı alanda. Halihazırda Gürpınar'daki bahçeden aldığı adaçayı ve melisa vardı zaten, onları ektik. Mevsimi olmadığı için başka birşey ilave edemedik ama mevsimi geldikçe hem yenebilir çiçekler, hem de baharat bitkilerini kendisi yerleştirecek. Evinden dışarıya elinde sıcak su olan bir fincan ile adım attığında hemen toplayabilecek. Mis gibi çay kokusu geliyor bunları yazarken bile burnuma...

Yukarıdaki fotoğrafta solda gördüğünüz kısım ağaç ağırlıklı. Baharda bazı ağaçların o alandan çıkartılmaları gerekiyor. Çalı tipi daha kısa boylu meyve veren ağaçların yerleştirilmesini düşündüğümüz yağmur suyu hendeği bölgesine aktarılacak frenk üzümü var mesela aralarında.


Herkes sanat eserine bakar, biz de karşısına geçip anahtar deliğine baktık bol bol. Hayal kurduk yeşillenmiş, ürünler çıkmış halini. Mis gibi toprak kokan kompostu...


Tohum toplarımız bize el salladı günün sonunda. Yorgun ama mutluyduk çok.

Bu haftasonu, hatta Perşembe ve Cuma günü de dahil olmak üzere 4 gün boyunca, Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali'nde buluşuyor, ilgi duyduğumuz filmleri izliyoruz.

Bir sonraki haftasonu da Hayal Edip Ürün Biçme Atölyesi'ne katılıyoruz. Bu çok değişik bir atölye olacak. Sadece toprakla değil, permakültürün insan ilişkileriyle olan bağlantısını birebir göreceğiz. Daha fazla şey anlatmayayım, kalan kısım sürpriz. Anca katılanlar öğrenebilecek bu hoş ve güzel sürprizi. Kaydolmak için acele edin, yerler kapandı kapanacak, benden söylemesi...

20 Kasım 2012

PI 7 - İTÜ Lojmanları Permablitz


Bir avuç insanız, doğaya, yenilebilir bahçelere, İstanbul'a, permakültüre ilgi duyan. Gelecekteki çarenin GDO'lu gıdalar değil de, bir avuç toprak bulduğumuzda ellerimizle yetiştirdiğimiz gıdalarda olduğunu bilen, inanan. O gıdaları elde etmek için de, kararlı, istikrarlı, doğru bir sistemin kurulması gerekliliğinden yola çıkıp, o sistemi Permakültür'de bulan. İnsanı koruyalım, doğayı koruyalım ve elde ettiklerimizi bu uğurda dönüşümün içine katalım diyen ve biraraya gelen...

1.5 sene içerisinde bakıyoruz, 7. şehir bahçemize geldik... Yavaş ama emin adımlarla ilerleyerek. İstanbul'un çok farklı köşelerinde, çok farklı ortamlarında bu işin yapılabilirliğini göstermeye çalıştık. Her bir bahçeden de ayrı keyif aldık.

En son tamamladığımız bahçe, İTÜ Lojmanlarının içinde idi. Bu işe gönül verip, Permakültür Tasarım Kursu'nu tamamlayan ev sahibimiz, çok daha önceden, bahçede atıkları toprağa dönüştürmeye yani kompost yapmaya başlamış. Oturduğu yerde tek başına bu işle uğraştığı için de blok içindekileri rahatsız etmemeye çalışmış. Kırpılan çimleri attırmamış, toplamış.

O sabah erkenden toplandı arkadaşlarımız. Ben fotoğraf çekmek için vardığımda yapılacak işlerin çoğu tamamlanmıştı. En son malç yapılacak kırpıntılar yamaçtan yukarıya doğru taşınıyordu.


Bahçede çalışan arkadaşlarımızın böcüklerinin keyfi yerinde idi. Harika arkadaşlıklar kurulmuş, bir o yana, bir bu yana koşturuyorlardı. Birbirlerine ''ARKADAŞIM, ARKADAŞIIIIIM'' diye seslenmeleri hâlâ kulağımda! Bilgehan en deneyimli Permablitzciler arasında. Katıldığı 3.bahçe ve kardeşi de iki bahçede annesinin karnında(hatta Burgaz ada bahçesinde eyvah bir de anneyi doğuma yetiştirmek var bu işin ucunda demiştik, zira 9 aylık hamile haliyle katıldı arkadaşımız aramıza) bu bahçede de annesinin sırtında katıldı çalışmalara. Arada dinlenip sohbet ederken, cokur cokur sütünü içti annesinden slinginin içerisinde.
Bu böcükler bizim fide ve tohumlarımız aynı zamanda, geleceğin bahçelerine...

Tasarım ekibi, kış sezonunda toprağın iyileştirilmesine ağırlık vermişti. Kalan çalışmayı bahar bahçesine bırakmışlardı.

Sabah erken biraraya gelen grup önce bir güzel kahvaltı ederek, neler yapacaklarını belirlemiş. Sonra daha önce ekili olan yaz sebzelerinden geriye kalan fideleri yerlerinden sökmüş.

Anahtar deliği yapmak için çevrede sağa sola atılmış olan taşlar toplanmış. Yeri belirlendikten sonra taşlardan dış alan inşa edilmiş. Ardından kompost alanı için kullanılacak sepetin yeri belirlenip o yerleştirilmiş.


Diğer anahtar deliği örneklerinden farklı olarak, ortada oluşacak kompostu alttan almak üzere minik bir delik açılmış. Komposta atıkların atılabilmesi için toprak zemine, boş arazi içerisinde bulunan tahtalarla yol yapılmış. Daha sonra sebze yatağının içerisi, dal, odun parçaları ile doldurulmuş, ev sahibinin hazırladığı kompost ve toprak ilave edilmiş, bozulan yaz bahçesinden kalan yeşil atıklar düzgünce bu kısmın üzerine serilmiş, en üste de kuruyan çim kırpıntılarından malç yapılmış.

Öğlen arasında Boğaz'a nazır terasta yemek yenmiş ama herkes Boğaz manzarasından çok, ana hatları ortaya çıkan esere bakmış!


Yukarıdaki fotoğrafta tasarımcılarımız neler yaptıklarını ve bitkilerin nasıl yerleştirileceğini anlatıyorlar.

Anahtar deliği nedir derseniz, kenar etkisini arttırmak ve ekim alanına rahat ulaşmak için daire şeklinde hazırlanmış bir alanın ortasına anahtar deliği şeklinde ikinci bir alan açıyorsunuz. Bu anahtar deliğinin orta, yani dairesel kısmı, genelde ekim alanına ulaşmada kolaylık sağlıyor. Yani dış kenardan da, iç kenardan da kolayca ulaşabiliyorsunuz. Anahtar deliğinin düz kısmı da yürüme yolunuz oluyor. Burada uygulanan Afrika modelinde, ulaşım alanı olarak kullanılan orta kısma, kompost konuluyor. Kompost içerisine atılan materyaller, doğru karbon - azot oranı ile dost bakteriler yardımıyla(bazen istenirse solucan da konulabiliyor, o da yardım edebiliyor) yeniden toprağa dönüşüyor. Yukarıdan sulama yaptığınızda da sebze yatağınız kompost suyu ile beslenmiş oluyor. İdeal olanında kompost alanı tamamen sistemin içine gömülmüş kalıyor ve üzeri bir kapakla kapatılıyor. Eğimli alan belinden rahatsız olanların da kolayca ekim yapabilmesini sağlıyor (tam da bu sebeple bir sonraki bahçede ben de aynı tasarımı kullanmıştım! Yani birbirimizden habersiz iki ayrı grup da tasarımda aynı modeli örnek almışız!)


Bu yılki sonbahar bilgilendirme toplantısında Permablitz yapılması istenen bahçeler belirlenmiş, o bahçeler için gönüllü fide yetiştirmek isteyen arkadaşlarımız da, ekibimizin tohumlardan sorumlu üyesinden tohumlarını almıştı. Evlerde bebek gibi bakılan minik fidelerimiz, sırası geldikçe bahçelere teslim edildi. Bu bahçenin kısmetinde, bol miktarda brokoli varmış.

Tasarımcı arkadaşlarımız, fideleri nasıl ayıracaklarını ve nasıl toprağa dikilmesi gerektiğini sözlü olarak anlattılar önce. Aramızdaki tüm arkadaşlarımız öğrensin diye.

Yukarıdaki fotoğrafta arkadaşlarımız yetiştirilen fideleri saksısından ayırıyor. Sonra da dikim yerlerine koydular fidecikleri tek tek. Ekim işine gönüllü olanlar da toprakla buluşturdu onları.


Araya kardeş bitkiler prensibi ile elimizde olan diğer bitki ve tohumlar ekildi.


Ekip çalışmasının güzel bir örneği ile kocaman alanın ekimi, kısa sürede tamamlanmış oldu.



Mutlu, huzurlu ekip, her ne kadar yorgun da olsa o gün oradan ayrılmak istemedi. Herkes o kadar güzel gönül bağı kurmuştu ki, hava karardı, iş bitti ama sohbetler bitmedi.

En güzel ödülü de bize Grow Food Not Lawns'ın Facebook sayfası verdi. Çalışmamızın fotoğraflarını görmüş ve Facebook'ta paylaşmış! Ben bu satırları yazana kadar orada yayınlanan fotoğrafı 331 kişi beğenmiş. 219 kişi de paylaşmış. Bu da doğru bir adım attığımızın göstergesi.

Bir sonraki Permablitz 25 Kasımda! 

Daha fazla fotoğraf ve film görmek isterseniz Facebook'taki grubumuza bakabilirsiniz.

Aramıza katılıp, biz de toprakla birarada olacağız, biraz permakültür, biraz yenebilir bahçeleri nasıl hazırlayacağımızı öğreneceğiz derseniz de sizi grubumuza bekliyoruz.

11 Kasım 2012

Alış Veriş Merkezinde Tarım


Watch Grow Food in the Galleria Mall on PBS. See more from Food Forward.

Her geçen gün sayısı hızla artan berbat alış veriş merkezlerinde hiç değilse yararlı bir adım atarlar mı dersiniz? 

Örnek olur bu filmdekiler acaba?

10 Kasım 2012

Kalbimizdesin


Tam karşında durmuş bakıyorum, aramızda beyaz kıyafetli birisi var sanki...

Ama bu seni görmeme engel değil ki, Atam.

Kim seni sevmeme engel olabilir, kim kalbimin içini bilebilir?

Böcüğümle geldik seni ziyarete... 

O kalbimizin içinde dedi ya, yaşlı bir teyze ile birlikte ağladık ya hani...

Müzedeki marşları duyunca, teker teker söyledi ve ben gene ağladım ya hani...

Biz, seni sevdik Atam. Bugün ayrılış değil, kalbimizin daha da derinliklerine yerleştiğin gün, yeniden doğduğun gün.

Ne demiştin?

''
Beni görmek demek, behemehal yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu yeterlidir.''


Biz seni görüyoruz Atam! 


Sevginle kuvvet bulup, sevginle yaşıyoruz.

08 Kasım 2012

Çocuklara Eğitim Veren Şehir Bahçesi



Ben bu öğretmeni çok kıskandım. Dilerim ileride bizim de böyle eğitim verebileceğimiz, çocuklarla çalışabileceğimiz bir bahçemiz olur!

Var mısınız? Dileyelim mi hepbirlikte?

06 Kasım 2012

Şehirden Yiyeceğimizi Elde Edebilmek


Watch Pilot Episode: Urban Farming on PBS. See more from Food Forward.

Onlar kendilerini yiyeceklerin asileri olarak tanımlamışlar. 

Kimler? 


Abeni Ramsey çocuklarını beslemek için yola çıkıp, şehrin insanlarına yiyecek sağlar olmuş.


Andrew Cote, şehirde, çatılarda bal üreticisi.


Ben Flanner, çatı bahçelerindeki çiftliklerinde üretim yapıyor.


John Mooney, şehirde su kültürleri ile (hidrofonik sistemlerle) üretim yapıyor ve aşçı.


Karen Washington, şehir tarımı yapıyor.


Travis Roberts, şehirde özgür tavuklar yetiştiriyor.


Will Allen, eski bir basketbolcu, şehirde seralarda organik tarım yapıyor. Green Power adını verdiği bir çiftliği var.

Onlar bir avuç insan. Yiyeceğimiz kilometrelerce öteden, nereden ve kimden geliyor bilmiyorduk. Neden kendi yiyeceğimizi kendimiz üretmiyoruz diye düşünerek yola çıktık diyorlar. 

Kocaman şehirlerin en ünlü lokantalarına, halka, kendilerine yiyecek üretiyorlar. Hikayelerini tek tek anlatmışlar. Filmcik İngilizce olsa da izlenince yaptıkları az, çok anlaşılıyor.

Bir kısmı çatıda üretim yapıyor. Adına hidrofonik denilen su kültürü sistemlerini kullanıyor. Bu sistemlerde hem sebze, özellikle de yeşil salata yetiştirmek, diğer yandan üretime katkısı olan balıkları da ikinci ürün olarak almak mümkün.

Bir grup bal üretiyor. Bal için size en yakın yerde üretilen en yararlıdır, vücudunuzun ihtiyacı olanları karşılar denildiği için, şehirde yanıbaşımızda üretilen balı yiyebilmek müthiş birşey olsa gerek!

Bir grup var, Detroit gibi bir zamanların muhteşem sanayii(???!!) şehrinde, günümüzün ise terkedilmiş, toprakları kirletilmiş şehrinde, toprağı iyileştirerek, üzerine gelen ağır metallerden ve diğer kirliliklerden arıtarak yeniden tarıma kazandırmaya çalışıyor.

Her birisinin hem birer misyonu var, hem de kendilerine, çevrelerine iş sahası açmış oluyorlar.

Bunu permakültür ile yapabilmek çok daha güzel. Her ne kadar bu filmde adı geçmese de...

Ne diyelim, İstanbul gibi dünya güzeli bir şehrin, Detroit'e dönmeden önce aklımızı kullanarak, bu hale çevrilmesi, betonların yeşil olması, yeşillerin de yok edilmemesi dileği ile...


04 Kasım 2012

At Kestanesi

(Cambridge - Trinity College bahçesinden St John's College ve At Kestanesi yaprak filizi) 

"Ağaç yaşken eğilir diye boşa söylememiş atalarımız! Çocukken içime hangi bitki, hangi ağaç işlemişse, gözüm ondan başkasını görmez oldu büyüyünce de. Yazdığım her keşif bunun canlı birer kanıtı." diyerek başlamıştım söze bir başka ortak blog için bu yazıyı hazırlarken. Artık o birliktelik yok ve Berceste'ye bu yazıyı yazma zamanı gelmiş de geçmiş bile...

Florya taraflarını bilir misiniz İstanbul'da? Bir zamanların Güneş plajını, Atatürk'ün Köşkünü...
İşte tam da buraya gitmek üzere binilen tren, yeşillikler içinde büyükçe bir istasyona bırakıverir sizi. Bir yanı, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı'nın konutu ile Vali Köşkü, diğer yanı Florya Atatürk Köşkü'ne giden yoldur.

(Cambridge - Trinity College bahçesinden St John's College ve At Kestanesi yaprak filizi)

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı konutu karşısındaki tren raylarına paralel giden yol At Kestanesi ağaçları ile şenlenmiştir. Nerede ise Yeşilköy'e kadar size eşlik ederler. Benim de çocukluğumda bol bol bu yoldan geçmişliğim, at kestanesi ağaçlarını dört mevsim izlemişliğim, kestanelerinden toplamışlığım vardır. Yazları arabamızı tren yolu üzerindeki tahta köprünün yakınına parkeder, sahile doğru, o zamanların meşhur pastanesine yürür, dondurmamızın eşliğinde bu ağaçların yeşil yaprakları, yukarı doğru incelen gövdesi, en önemlisi de gölgesi altında uzun yürüyüşler yapardık. Diğer mevsimlerde ya tavukgöğsü bize eşlik ederdi ya da karadutlu lokum. İllaki elimizde birşeyler olacak!

Baharda kimisi beyaz, kimisi pembe çiçekli olurdu bu ağaçların, sonbaharda kocaman yapraklar sararmaya dururdu ama son dem, kestanelerini verdikten sonra. O dikenli kestaneler bam bam yere iner, içlerinden benim oyuncaklarım çıkardı. Kâh beştaş oynardım onlarla, kâh misket olurlardı bana. Bazen de bebeklerimin yemeği. Böylece duygusal bir bağ oluştu oyuncak veren bu ağaçlarla aramda.

(İstanbul - At kestanesi çiçeği)

Gel zaman, git zaman, gördüm ki, beni hiç yalnız bırakmayacaklardı da... İngiltere'de oturduğumuz ilk evin, sokak başında, ''hoşgeldin'' diyerek karşıladı beni. İlk zamanların tüm yalnızlığına inat, eski dost olarak kucakladı kalbimi. Onu, çiçeklerini, yapraklarını tanımam, hatırlamam, ona dokunmam... Oradaki akrabam gibiydi. Cambridge kolejlerinde, sokaklarında, hep ''ben buradayım, sen üzülme'' dedi, ıhlamur ağaçları ile birlikte. Göz kırparcasına bakıp, yanındayız diye fısıldadı kalbime...

(Cambridge - Hibrit At kestanesi çiçeği)

Peki ya şimdi? Gene yalnız bırakmadı beni. Şu anda, İstanbul'da oturduğum evin tam da önünde, tüm endamıyla selam veriyor her balkona çıkışımda. Oyuncaklarımdan kızıma da verdi oynasın diye! Birkaç hafta önce, yağmurlu bir günde önce salyangozları keşfettik miniğimle, sonra da at kestanelerini. Top bulduğuna öyle sevinçliydi ki küçümen, pop pop diye diye koştu yanlarına. Eve getirdik minik canlı topumuzu. Dikkatli dikkatli inceledi. Sonra da güzelce bir yere sakladı, bakalım ne zaman aklına gelecek? Ağacım ise şu anda yapraklarını yavaş yavaş sarartmakta. Kışa adım adım yaklaştığımızı hissettirmekte, ama korkma diyor gövdesi ile ben buradayım, asla seni yanlız bırakmayacağım. Sağolasın kadim dost ağacım! Sana, akasyalara, zeytine, çamlara, elma ve vişne ağaçlarına selam olsun. Tüm güzelliğinizi eksik etmediğiniz, yaşadığım yeri, yaşanacak yer yaptığınız için.

(Cambridge - Hibrit At kestanesi çiçeği)

Gelelim seni keşfe kadim dostum, bana o kadar yakın olduğun halde kimsin, nesin hiç sorgulamamışım, dostluğun, varlığın yetmiş hep!

(Cambridge'e ilk gidişimde beni kucaklayan dost ağacım)

At kestanelerinin çıkış noktası benim atalarım gibi, Balkanlar imiş der çoğu kaynak. Hatta özellikle babaannemin doğumyerinin adı bile geçiyor kaynaklarda... Oradan da kanımız ısınmış birbirimize meğer! Ancak, Evren'in okuduğu sonbahar yazılarından aktardıkları ile öğrendim ki, Balkanlara gelmesini sağlayan da Osmanlı! Evren'in gönderdiği bu ve bu kaynakta ve okuduğu bir dergide onun çevirisi ile(ben kelime Almanca bilmem zira) şunlar söylenmekteymiş: ''Eskiden bütün Avrupa'da yaygınken son buzul çağında Yunanistan, Makedonya ve Arnavutluk'un orta bölgelerine çekilip orada hayatta kalmıştır. 450 yıl önce batı Avrupa'ya geri dönmüştür. Tahminen 300 yıl kadar yaşayabilen bu sevilen ağaç, dolayısıyla çok kısa bir süreden beri tekrar burada yaşamaktadır. Yaşadığımız yerlerde at kestanesi ve onun  buzul çağından itibaren orta Avrupa'ya kadar yayıldığı unutulmuştu. Bir kaç yüzyıl önce, Osmanlılar onu geri getirdiler. Hoş bir tesadüf,  çünkü at kestanesini atlarına yem olarak kullanmaktaydılar. Tahminen orada, burada kaybolan tek tek yemlerden yeni ağaçlar büyümeye başlayınca, at kestanesi hızla tekrar moda oldu. Başlangıçta, sadece soyluların saray bahçelerini süslerdi, sonradan yaygınlaştı. Günümüzde yaygın olarak şehirlerin yeşillendirilmesinde kullanılır.'' Benim bulduğum bu kaynakta da der ki, pek çok botanikçi, ağacın esas çıkış noktasının Asya olduğuna inanır ve Fransızca'da kullanılan ''marronier d’Inde'' adının da Asya'dan geldiğini öne sürer. İstanbul ise ağacın doğal çıkış yeri değil, kültürünün üretildiği yerdir. At kestanesinin Avrupa'ya yayılması 1556'da diplomat ve yazar Ogier de Busbecq'in, Venedikli botanikçi Pierandrea Mattioli'ye İstanbul'dan tohum yollamasıyla başlar diye anlatır bu kaynak kitap. Osmanlı'da at kestanesi, atların öksürük ve kurtların yol açtığı hastalıklarını tedavi ermede kullanılırmış. At da Osmanlı'da, aynı zamanda o devirde, çok önemli bir hayvan. Ağacın önemini anlamak için, bunun altını çizmek gerek. Hatta atları seviyorsanız, Türk atı nedir öğrenmek istiyorsanız da bu kitabı okumakta da fayda var. At kestanesi ve tarihçesi bu kitapta da anlatılır, okumak isteyenler için... Sonuçta, Osmanlı, yakın zamanda, kahveyi olduğu gibi at kestanesini de Avrupa'ya tanıtan, hediye eden olmuş ve zamanla birkaç yazar dışındakiler bunu unutmuş! At kestanesinin ailesi ''Hippocastanaceae'' olup özellikle adına  ''Aesculus hippocastanum'' diyorlarmış. At kestaneleri ağaç ya da çalı durumunda bulunurlarmış. Kışın yapraklarını dökerlermiş. Yaprakları  5-9 yaprakçıklı olup, elsi yapraklılardanmış. Yaprakçık kenarları dişli ya da düzmüş. Sapı uzun, dizilişi karşılıklıymış. Çiçekleri ya bir eşeyli ya da erdişi imiş. Çarpık zygomorph imiş.

(Oyuncu böcüğüm, nam-ı diğer Pon pon hanım elinde oyuncağı ile)

Benim gibi, kızım gibi başka çocuklar da at kestaneleri ile oynanan oyunlara bayılırmış. İngiltere'de ''conker''  adıyla anılan kestane aynı zamanda bulunan oyunun da bu isimle anılmasına sebep olmuş. Tatilde oyuna doyamayan çocuklar, yaz bitip, sonbahar geldiğinde, yani okul zamanında, bu oyunu oynayarak avunmuşlar. 1848'den beri oynanıyormuş bu oyun ve 1965'den beri de Dünya Kupası düzenleniyormuş. Oyunun detayları ve püf noktaları için buraya kesinlikle bir gözatmanızı tavsiye ederim.

Evren ve Sincap'ın oyuncaklarını yapmak için yararladığı kaynağa bakmak isterseniz de buraya bir bakın lütfen. Onlar da bizim gibi oyuncak bulmaya çıkmışlar meğer ve bu yazının ilham kaynağı da Evren oldu zaten.
Bizim, işi oyuna döktüğümüz bu kestanecikler, aslında ağacın soyunu devam ettirmeye yarayan birer tohumdan başka birşey değilmiş. Dikenli kapsülleri yere düştüklerinde patlayıp, kestanenin çimlenmesine yardımcı olacak nemli ortamı hazırlarmış. Başta geyik olmak üzere, bazı midesine düşkün, hayvanlar da besin olarak bu kestanelerin peşindeymiş. Haksız da sayılmazlarmış, zira protein açısından zenginmiş.

(İstanbul - Yazın iyice yeşillenen evimizin önündeki at kestanesi ağacı)

Hibritleri Aesculum hippocastanum ve Aesculum pavia (red buck-eye) kırmızı at kestanesi diye bilinirmiş ve onların çiçekleri benim Florya'da gördüğüm koyu pembelermiş. Yaprakları ve gövdesi daha küçük, yaprakları daha koyu ve kestaneleri daha küçükmüş ki, bu türünkiler conker oyununa uygun değilmiş.
At kestanesi ağacının boyu 35m ve üzerine çıkabilirmiş. Herbiri 13 ile 30 cm uzunluğunda değişen 5 ile 7 parçadan oluşan genişliği 60 cm'i bulabilen aya yaprakları, dalları ile de epey geniş bir alana yayılırmış genelde. Bu sebeple park ve büyük bahçelerde çokça tercih edilirmiş. Özellikle de gölgesinden yararlanmak için. Yaprakları ilkbaharda doğanın canlandığının müjdecisi imiş. İlk yaprak verenlerden olduğu için. Her mevsimin ağacı deniyor hatta ona.

Çiçeklerini 30 cm'lik mum misali yukarı doğru yükselerek açar diye tarif ediyor kaynaklar. Gercekten de mumlu avizelere benzetiyorum ben de. Her bir çiçek sapında 20 ya da 50'ye varan genelde beyaz üzerine pembe hareli, bazı türlerinde koyu pembe çiçekler taşırmış. Her bir sap, yeşil, yumuşak dikenli 1 ile 5 kapsül/meyve geliştirirmişKapsüllerin içinde 2 bazen de üç kestane bulundururmuş. Parlak kestanelerin çapı ise yaklaşık 6 cm kadarmış. Büyümesi hızlıymış. Derin ve serin toprakları severmiş.Soğuklara ve kuraklığa karşı dayanıklıymış.  Gölgede yetişebilirmiş. Odunları beyaz, orta sertlikte ve kolayca yarılabilen türdenmiş. At kestanesi ağacı çeşitli hastalıklardan da kolaylıkla etkilenebiliyormuş. Başlıcaları burada mevcut. Özellikle Cameraria ohridella - İngilizce'de, horse chestnut leaf miner adıyla bilinen bir cins güve Avrupa'da epey tehlikeli anlar yaşatmış zavallı ağaçlara...

(Cambridge - Yaz sonuna doğru kestaneleri olgunlaşmaya başlayan at kestanesi ağacı)

Çiçeğinden, tohumundan yani kestanesinden, ağaç kabuğundan, yapraklarından ayrı ayrı ilaç olarak yararlanılsa bile çok çok önemli bir konuya parmak basmakta fayda var. Ham olarak at kestanesi ''esculin'' denilen bir zehiri üretiyor ve eğer yenirse ölüme sebebiyet verebilir! Özetle ZEHİRLİDİR dikkat!

At kestanesinin tohum ve yaprağının varise, filibit denilen bir tür damar iltihabına, hemoroide, sadece tohumları, fazla büyümüş prostata, ishale, ateşe iyi geldiği, tohumlarının kimyasal işleme tabi tutularak, aktif bileşenleri ayrılıp, konsantre edildiği durumda oluşan özün, kronik damar yetersizliği denilen bir tür dolaşım bozukluğuna iyi geldiği, yapraklarının, egzemada, adet sancısında, kemik kırılmaları ve çatlaklarında şişliğin inmesinde, öksürükte, artiritte, eklem ağrılarında, ağacın kabuğunun, malarya ve dizanteri tedavilerinde, ağaç dallarının kabuklarının lupus adı verilen deri veremi ve ülserlerde kullanıldığı söylenmekte.

Damar rahatsızlıklarına karşı bir krem tarifi için buraya bakabilirsiniz.

(Cambridge - Henüz olgunlaşmamış at kestaneleri)

Bunların doğruluğu için burada derecelendirmeler ve açıklamalar mevcut. Dikkatle okumanızı öneririm.

Bilimsel olarak kan sulandırıcı ve ödeme iyi gelen etkisi biliniyor.

(İstanbul - Olgunlaşıp açılmış at kestanesi kapsülü)

Bunun yanında başdönmesi, başağrısı, mide bulanması, kaşınma gibi yan etkileri de biliniyor. Hatta çiçek polenleri de alerji yapabiliyor. Latekse alerjisi olanların at kestanesine de alerjik olduğu muhakkaktır deniyor. Bazı bitki karışımları ve ilaçlarla etkileşimde ters sonuçlar doğurabiliyor. Örneğin, kan şekerini düşürme özelliği olduğu için, diyabet ilaçları kullananların alması durumunda ani kan şekeri düşüşü ve buna bağlı tehlikeler içerebiliyor. Kan inceltici özelliği sebebiyle benzer etkiyi yapabilecek çemen otu, sarımsak, karanfil, zencefil gibi bitkilerle birlikte alındığında tehlikeli olabiliyor. Detaylı liste için buraya tık tık lütfen.

Benim önerim, doktorunuza danışmadan hiçbirşey yapmamanız yönünde! Bu tarz ilaçlar kişiden kişiye, hastalıktan hastalığa farklı etkiler yapabiliyor çünkü. Hele ki, alerjik bünyelerde sonuçları çok daha tehlikeli olabiliyor. Zaman zaman da çaresi bulunmayan dertlere çare olabiliyor. Beste'nin dediği gibi varisin belli bir ilacı yok. O yüzden at kestanesinin tüm kullanım alanları aklınızda bulunsun ama kullanmadan önce mutlaka bir doktora danışın...

(İstanbul - Olgunlaşıp açılmış at kestanesi kapsül detayı)

At kestanesi ağacının gövdesinden mutfak aletleri ve oyuncaklar yapılabilirmiş.

Kestaneleri, Fransa ve İsviçre'de ipek, yün, hint keneviri, keten beyazlatmasında kullanılırmış eskilerde ama bugün kullanılan bir yöntem değilmiş.

Çiçekleri Ukrayna'nın başkenti Kiew'in simgesiymiş.

Bazı yerlerde de kestaneleri boncuk gibi kullanılarak mücevher yapılırmış.

(İstanbul  - Kapsülden çıkabilmiş ve çıkamamış at kestaneleri)

Kestanelerinin bir odanın köşelerine yerleştirilmesi durumunda örümcekleri kaçırdığına inanılırmış. Nazara karşı insanlar üzerlerinde at kestanesi tohumu taşırmış ya da tütsü şeklinde evlerde kestanesinin tozu yakılırmış.

Kömüründen barut elde edilirmiş. Gene Evren'den öğrendiğim bilgiye göre, Almanya'da at kestanesi ağaçları bira mahzenlerinin üzerine ekilirmiş. Böylece derin olmayan kökleri, kilerin kubbeli tavanına zarar vermiyormuş. Ayrıca büyük yaprakları, biranın olgunlaşması ve depolanması için ek bir nem ve serinlik de sağlıyormuş. Evren'in bir gözlemi de, bira bahçelerinde bu ağacı mutlaka görmüş olması. Ağacı takip eden mahzeni de buluyor demek ki...

İngilizce'de bilinen isimleri ise horse chestnut, buckeye, Spanish chestnut. Almanca'da Gemeine Rosskestanie, Fransızca'da Marronier d'lnde, Rusça'da Konskii Kesten, Bulgarca'da Konski Kesten olarak anılır.
Bende bilinen ismi de Kadim Dostum!

Kaynaklar: Yazı içinde geçen web sitesi adresleri At Kestanesi ve Prepagel - Doğanın harika ilacı - Prof.Dr. Ayşegül Demirhan Erdemir - Nobel Yayınları

02 Kasım 2012

Amanita Muscaria


Masal mantarı.

Onu ne zaman görsem aklıma masallar, kartpostallar, şiirler, Şirinler gelir. Bir de Slovakya'ya staj için giden arkadaşımın bu mantarın yanında çektirdiği fotoğraf. Arkadaşımın koca cüssesi kadar kocamanından bir mantar hem de! O zamana kadar ben onu hep masal mantarı zannederdim. Yani masallarda var olan ama gerçek hayatta olmayan... Görmemiştim hiç ve varlığını bilmiyordum.

Hâlâ da gerçek hayatta karşılaşmış değilim kendisi ile. Ama öyle uzaktan seviyorum işte. O kadar ki, bu nakışa ilham verdi. Bir grup mantarın içerisinden gözüm onu seçti ve işlemek istedi.

O, ormanların özgür mantarı. Huş ağaçlarının ve çam ağaçlarının altında olmayı, köklerine sığınmayı severmiş.

Pek çok dinde simgesel olarak kullanıldığı gibi, din adamları ondan hallüsinasyonlara yol açacak içecekler de hazırlamışlar.

Üzerine konan sinekleri öldürdüğü için yabancı dillerde ve bizde adına sinek mantarı da denmekte.

Akrabaları arasında oldukça zehirli, öldürücü türler bulunmakta. Bu tür için de küçük çocuklar için tehlikeli olabildiği söylenmekte.

Bizim böcük ise bu mantarı çok sevdi. Yatağının başucuna asılmasını istedi ve el koydu! Sihirli bir mantar bu mantar ve doğa sevgisi böyle başlar...

31 Ekim 2012

Tohum Torbası


Bahçelerden bahsettik bol bol. Şimdi aynı zamanda tohum toplama zamanı. Hatta geç bile kalındı. Toplanmıştır tohumlar, onların saklanma zamanı.

Nem almayacakları bir ortamda zarflar içerisinde saklamak mümkün.


Nem almayacak bir torba içerisinde saklamak mümkün.


Minik kağıt zarfcıkları, böyle minik bir kesecikte saklamak da mümkün.


Bir dönem değer verdiğim bir arkadaşıma hediye gitmişti bu kesecik. Bahçeye, tohuma verdiği değerden dolayı. Mantarları çok sevdiği için de mantarlar var üzerinde. Redwork'ü çok sevdim ben, ne zaman elime nakış alsam hep kırmızı iplikle çalışmak geliyor içimden. Son dönem işlediğim yastıklardan da belli...

Sizler de böyle kesecikler dikip, içerisinde tohumlarınızı saklayabilirsiniz, isterseniz lavanta koyup dolaplarınızın mis gibi kokmasını sağlayabilirsiniz.

Sonra belki bir de beni anar, kulaklarımı çınlatırsınız.

29 Ekim 2012

Cumhuriyet Bayramınız Kutlu Olsun!


FİKRİ HÜR, VİCDANI HÜR NESİLLERİN YETİŞECEĞİ, AYRIMCILARIN BÖLEMEYECEĞİ, CUMHURUN YÖNETEN OLACAĞI, NİCE CUMHURİYET BAYRAMLARINA...

89. YIL KUTLU OLSUN!

26 Ekim 2012

Evinizin Bahçesinde Permakültür



Film biraz uzun ama seyretmenizi tavsiye ederim. Bir permakültür bahçesinde olması gerekenlerin çoğu düşünülerek uygulanmış. Solucan kompostundan, minik bir gölete kadar. Tüm bunların nasıl yapıldığı, evin nereden rüzgar aldığı, güneş açıları, ışık alış düzeyi, neden tavuk beslendiği, kümesin kenarına neden meyve ağaçları dikildiği, kısaca her bir adım tek tek anlatılıyor.

Böylece size minik bir de permakültür kursu vermiş oluyor.

İngilizce ile sorunuz varsa, birkaç seyredişin ardından neler olup bittiğini gene de çözebiliyorsunuz.

Keyifli seyirler dileği ile...

23 Ekim 2012

Kuzguncuk'ta Güzel Bir Bahçeden Gözlemler


Geçtiğimiz ay çok sevdiğimiz bir aile dostumuza davetli idik. Mis gibi bir havada Boğaza karşı bahçe keyfi yapmanın tadına vardık.

Nicedir bahçede hep süs bitkileri olmamalı, o kadar alan sadece göz zevkine değil, mideye de hitap etmeli, özellikle büyük şehirlerde bu bir ihtiyaç, deyip duruyordum.

''Bak bu sefer seni dinledim, süs bitkileri ile birlikte yenebilir olanlarından da aldım'' dedi can dost.


Katmer katmer açmış sardunyaların, oya ağacının yanında süs biberlerini bulmak keyifti.


Ama en büyük keyif minik, tombul karpuzları görmek oldu. Diğerlerinin varlığını, telefonda konuşmuştuk ama karpuzun adı geçmemişti. Onu görünce az sesle de olsa çığlık atmışım!


Bizim evin sebze bilir uzmanından öğrendim ki, karpuz olgunlaşınca, onu tutan sapın üzerinde tam tutan kısmın yanındaki minik çıkıntı da sararırmış, böylelikle toplanmaya hazır olduğunu söylermiş. Bilmeyenlere duyurula...


Karpuz çiçeği ile tanışmayanlar için bu güzelliği sunalım.

Böylece, süs bitkileri gibi meyve ve sebzelerin de çok güzel çiçekleri olduğunu unutmayalım.


Domatesler coşmuş bu yaz. Fideleri Antalya'dan bir arkadaşlarından hediye gelmiş. Yanlarına kadife çiçekleri de dikilmiş. Kardeş kardeş yaşamışlar ve bol bol ürün vermişler bütün yaz boyunca. Hâlâ da vermeye devam ediyorlar.



Patlıcanlar keza aynı şekilde, coşmuş da coşmuş. Hatta öğlen yemeğinde tadlarına bakmak kısmet oldu. Nefis bir karnıyarık sayesinde!



Kabaklar bol bol ürün vermeye hazırlar gördüğünüz üzere.



Daha önce, Atatürk Arboretum'unda da karşılaştığım ve adını bilemediğim bu bitki ile karşılaştık gene. Evde görevli hanım kartopu olduğunu söyledi, bugüne dek hiç meyve verdiğini duymamıştım kartopu bitkisinin!




Cevizler de oldukça bolmuş bu sene. Toplayıp bir kısmını taze ceviz olarak tüketmişler bile.


Bizim kısmetimize düşenler biberler olacaklarmış. Bizim Böcük, elleriyle toplasın diye toplamamışlar bir süredir.



Çiçekleri ile birlikte kıpkırmızı olmuş bir biber görmek isterseniz... Hatta tomurcukta olan bir çiçek daha var. Acı değillermiş.


Bu da ikinci karpuz. Diğerinin birkaç adım ötesinde büyümeyi bekliyor.


Soğanlar biraz cılız kalmışlar gölgede diye belki de. Ama bütün yaz boyunca bir güzel ürün vermiş durmuş bahçe. Hatta kenarlardaki yabani otlardan bile tanıdıklar var gördüğünüz üzere.

Erik ağacının meyvelerinden yapılma harika bir reçeli de tatma şansımız oldu bir güzel.

Hani İstanbul'da bir köşkte bunlar yapılmaz diyenlere güzel bir örnek olsun. Öyle güzel yapılmış ve öyle güzel süs bitkileri ile harmanlanmış ki, keyfine diyecek yok. Keşke bir de permakültüre göre tasarlayabilseydik. Ama ben kursa gitmeden önce ekilmişti herşey.

Biz bahçede otururken, bahçe ile ilgilenen bey de geldi. Aile dostumuzun İzmir'e yaptığı yolculuk sırasında aldığı kiraz ve birkaç başka ağacı da dikti.

Ama biz öğlen yemeğini yerken acı haber geldi, bahçe ilaçlanıyordu!!!! Ben pür telaş aşağıya inene kadar ilaçlama bitmişti bile!

Neden ilaç? diye sordum.
Bu zararlı değil ki dedi görevli, şimşirleri yiyen tırtıllar için!
Ah dedim şimşirin tırtılı için yenen diğer bitkileri de ilaçladınız yani!
Tırtıllar diğerlerine kaçıp sonra geri dönerlerdi, öyle yapmam lazımdı dedi.
Dedim şimdi 3,5 yaşındakine bir anlatın siz neden elleriyle biberleri toplayamayacağını, deminden beri onu bekliyordu!
Boş boş baktı yüzüme... Onun için zararlı değildi ki, nitekim kendisi de ne maske takmıştı, ne eldiven giymişti!

Bu yazın ilk ve son ilacı da ne büyük tesadüftür ki, bize denk gelmişti!

İki dakikada ayak üstü ben nasıl böcekle mücadelenin tek yolunun ilaç olmadığını, yıllar yılı bu işe ezber verip yapmış birisine anlatabilirim ki diye düşündüm. Önce konuşmak üzere ağzımı açtım, sonra baktım çok fazla zaman ve efor gerektirecek, sustum!

Olan bizim bahçe keyfimize oldu. Öğlenden sonrayı balkonda, Boğazdan geçen vapurları sayarak geçirdi evin böcüğü.

Dilerim bir sonraki seneye bahçenin tasarımını hepbirlikte yapıp, ilaçtan, böcekten uzak tutarız ve daha çok ürün alırız. Şehirde bu bahçelere çok ama çok ihtiyaç var.

Bu bahçenin de diğerlerine örnek olması dileği ile...