29 Aralık 2009

Hediye Örgüler

Uzun süredir yazamamışım, ayıp etmişim! Yıl bitmeden iki satır yazmak istedim.

Zaman buldukça arada derede ördüklerim bir kenarda dursun, yararlanmak isteyenler için de örnek olsun diye...

Pembe hırka ve beyaz yelek İngiltere'ye bir arkadaşımın torununa hediye gitti.


İki renkli beyaz yelek ve şal Amerika'ya çok sevdiğim bir arkadaşıma yolcu oldu.

Sahiplerinin iyi günlerde kullanmaları dileği ile...

30 Ekim 2009

Genleri İle Oynanmış Tohumları Yemek İstemiyorum!

(Fotoğrafın üzerine tıklayarak daha net okuyabilirsiniz)

Bencilim, bencilsin, benciliz...

Bencilim, çünkü dünyada bu kadar aç insan varken, yurdumun toprakları üzerinde yetişen binbir çeşit bitki türü başka ülkelerde botanik bahçelerinde en nadir köşelerde sergilenirken ve onların bir kısmı ile ben beslenebilirken, genleri ile oynanmış tohumları ülkemde istemiyorum! İstemiyorum, çünkü biliyorum ki o tohumlar, zamanla ve bilinçsiz kullanımla botanik bahçelerine giden bitkilerimize kadar ulaşacak, günü geldiğinde yurdum toprakları kısır kalacak ve o aç insanlara bir gün yiyecek gönderebilme hayalim bile sona erecek. Ülkem tarım ülkesi iken, bunca kurulmuş fabrikamız, bunca kurulu düzenimiz varken hepsi tek tek yok edilip dışa bağımlı hale getirilmedik mi? Şimdi de tohumlarda mı dışa bağımlı kalacağız? Onlar bize tohum vermezse esas o zaman aç kalmaz mıyız?

Bazıları inanıyor ki, o tohumlar verimliliği arttırıyor, bitki hastalıklarını yeniyor, güçlendiriyor, az besinle çok ürün veriyor, susuz, güneşsiz ortamlarda da yaşayabiliyor, böylece insanları besliyor. Onlar bencil işte! Bencilsin! Madem öyle olduğuna inanıyorsun da neden güneş görmeyen, her mevsim kış yaşayan, cılk çamur olan ya da tam tersi güneşten kavrulan, kumdan başka varlığı olmayan, ülken topraklarında o tohumlardan ürettiklerini yemiyor , tohumları satıyor da, miden yerine cebini dolduruyorsun?

Benciliz çünkü anneyiz! Çünkü çocuğumuzun o kısır tohumlarla hastalanmasını istemiyoruz. Çünkü biliyoruz ki, tohumların peşine taktığınız genler insanlığı, topraklarımızı, çocuklarımızı hasta ediyor ya da hastalıklara karşı olan bağışıklığını yok ediyor.(Bakınız Prof. Dr. Kenan Demirkol hocanın TV programlarında, antibiyotik geni ilave edilmiş organizmalar hakkında anlattıkları. Özetle der ki, her ülke kendi kullandığı antibiyotiklere göre bu genle oynamalıdır, aksi halde tüm bağışıklık sistemini bozarsınız, antibiyotik kullandığınızda iyi olamazsınız, şu anda tedavi edilebilen tüberküloz bile artık tedavi edilemez olur, sona doğru gidersiniz! Bu bilimsel olarak kanıtlanmıştır! Ayrıca der ki: Sanayiye yakın bazı bilim adamları bizi bilime karşı gelmekle suçluyorlar. Ama çalışmalar ortada; insanı yok et, hayvanı yok et, çevreyi yok et, sonra ben bilim yaptım de. Bilim buysa, ben bilim yapmıyorum.)

Sevgili hükümetimiz 26 Ekim 2009 tarih, 27388 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak, Gıda ve Yem Amaçlı Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmalar ve Ürünlerinin İthalatı, İşlenmesi, İhracatı, Kontrol ve Denetimine Dair Yönetmeliği sessiz sedasız bir gece içinde çıkartıverdi ve bu yönetmelikle ülkem topraklarına genleri ile oynanmış tohumların girişine sonsuz yeşil ışığı yakıverdi. Böylece binbir çeşide, şekilden şekile bürünmüş ucubeler kanımızda dolaşır olacak. Organlarımızla çatışacak. Zaten kaçak yollarla yok edilen ağız tadımız daha da kaçacak. Bu tohumlardan yetiştirilen bitkiler tavuklarımızı, büyükbaş hayvanlarımızı da besleyecek. Etoburlardanım diyorsanız da kaçış yok. Yediginiz et, binbir şekilden geçmiş bitkilerle beslenen bol hormonlu, bol antibiyotikli hayvanlardan gelecek.

Ben çikolataseverim diyorsanız içindeki soya lesitinine, baklavaseverim diyorsanız şerbetine, mısır cipsi yerim diyorsanız ana hammaddesine bir bakıverin derim. Daha bilmediğim, öğrenmeye çalıştığım, öğrendiğim her gün dehşete düştüğüm neler var neler!

Lütfen sizler de anneyim, bencilim, bencilsin, benciliz diyorsanız bu konu ile ilgili tüm kaynakları, Fikir Sahibi Damaklar'ı, onların Twitter'daki ve Facebook'taki seslerini iyi dinleyin. Birlik olalım ve kanımızda, çocuklarımızın kanında, genleri bozulmuş tohumlardan yapılan gıdalar olmasın!

20 Ekim 2009

Nakkaş

18 Eylül günü posta kutuma yukarıdaki davetiye geldi. Nakkaş ailesi ile daha önce Feshane'deki Anadolu Kültür Turizm Fuarı'nda karşılaşmış, eserlerine hayran kalmıştım. Hatta o dönem İngiltere'ye döndüğümde mutlaka bu aileyi oralara tanıtmalıyım diye de düşünmüştüm. Ama dönüş kısmet olmayınca, bızdıkla uğraşmaktan fazla bilgisayar başında oturamayınca, bu planlarımı da gerçekleştiremedim. Geçen seneki sergilerini de gezmek istemiş, gitmiştik ama bilmeden Beylerbeyi Sarayı'nın kapalı olduğu güne denk gelmişiz. Bu sefer dikkatle seçtik günü ve sergiye yetiştik. Sıdıka hanım Feshane'deki sergiden çok daha fazla eser seçmiş bu sefer. Hepsi birbirinden güzel. Kimisi Maraş filesi, kimisi sırma işi, birbirinden harika eserler. Yazımı sergi açıkken yetiştiremedim ne yazık ki, ama bu güzelliklerden de mahrum kalın istemedim. Eğer isterseniz siparişlerinizi en kısa sürede sizlere ulaştırıyorlar. Web siteleri 'ndeki iletişim bilgilerinden Osman bey ve ya Sıdıka hanıma ulaşabilirsiniz.

Şimdi sizleri bu birbirinden güzel nakışlarla başbaşa bırakıyorum. Sergide gördüklerimin çok çok az bir kısmını bu sayfalara sığdırabildiğimi de söylemem lazım.


















Alttaki işin ve en alttakinin tığ ile yapılmış dantel olmadığını, tek tek tel çekilerek hazırlanmış Maraş işi olduğunu da hatırlatmak isterim.





03 Ekim 2009

Bir Patchwork(Kırkyama - Kırkpare) Yastık Daha

Bu yastığa Cambridge'de başlamıştım. Bitirmek neredeyse iki sene sonrasına kısmet oldu. Oradaki bir arkadaşımız için hediye olarak düşünmüştüm ve özüne yani Cambridge'e geri döndü.




Sevgili Pauline'in benim için özene bezene seçerek aldığı ve sevgili Sevda ile Osman'ın Cambridge ziyareti sırasında eşime ilettiği kesme tahtası ve cetvellerle kumaşları çok daha rahat kesip biçebiliyorum. Çizime gerek kalmadan, dönen bıçaklı kesim aletiyle cetvelin yanından geçmek yetiyor da artıyor bile kesim için!

Önceden kalıbı hazırlanmış göbeği, kare ön parçaya tam ortalayarak oturttum. Kenarlarına desenli kumaştan bant geçtim. Yeşil ile fuşya yanyana birbirlerine çok yakışmadılar sanki ama desenli kumaşın içinde de yeşil var diye seçtim o rengi. Bir de Cambridge'de çok fazla kumaş seçeneğim yoktu, çünkü Türkiye ile kıyaslayınca kumaşlar astronomik denecek oranda pahallı idi! Hediye ettiğim arkadaşım Türkiye'den getirmişti bu kumaşları.
Patchwork kısmı aplike ettikten sonra yanları havaya kalkmasın diye kenarlarından nakışla tam olarak oturttum. İpliğini de ebruli seçtim.
Ütülenmeden çekilen fotoğraf için özür dilerim. (Küçümenden çok fazla zaman kalmıyor!)

Kapanan kenara da nakış yaptım. Bu nakışın adı da ''Kaz ayağı'' imiş. Hatırladıkça gülümsüyorum.
Kaz ayağı, daha çok Crazy Patchwork'te, kumaşları birbirine tutturmak için kullanılıyormuş. Ben de kenarı tutturmuş oldum.


Şimdi, sırada aynısından bir tane daha var. Bir de, deseni Yel değirmeni diye adlandırılan yastık kılıfı var projeler arasında. Hatta yarısı bitti bile! Yakında sizlerle...
Kurstaki ilk işlerimdendi. Nasıl yapıldığını daha önce burada anlatmıştım. Kalıplarını da sevgili hocam Ann hazırlamıştı sağolsun. Patchwork yaparken en çok kalıpları kesme kısmı oyalıyor beni. Onun haricindekiler daha çabuk ilerliyor.

29 Eylül 2009

Son Durum


BPA ve Avent ile ilgili yazımın ardından belli bir dönem beklemek ve neler olduğunu izlemek istedim.

Sağolsun
Evren ve Asortik Krep BPA'nın zararlarını anlatma konusunda hep yanımda yeraldılar. Desteklediler ve benimle birlikte şikayet edilecek yerlere e-posta gönderdiler.

Bir dirhemcik biberon kullanan, kullanmak zorunda kalan anneleri ve anne adaylarını bilinçlendirebildiysek ne mutlu bize.

Bugünden sonra da bizleri okuyacak olanlara aman dikkat diyorum.

Özellikle Türkiye'de POLİKARBONAT adı altında satılan, süslü, cicili, bicili, ucuz biberonlara, pahallı markaların sağlıklı olduğunu öne sürdüğü biberonlara sakın sakın aldanmayın. Ayşe şunu kullanmış, Fatma bunu beğenmiş demeyin. Çocuğunuzun sağlığını, kullandığı cicili, bicili eşyalardan daha çok düşünün. BPA'lı ürün almayın.

Marka adıyla konuşmayı ve Berceste'de yazmayı hiç istemediğim halde, anne adayları için markaları da söylemeden duramayacağım. Çünkü anne ne kadar deneyimli olursa olsun, ne kadar hazırlıklı olursa olsun, olağandışı bir durumda tıkanıp kalabiliyor(kendi tecrübemle sabittir!) Benim yaşadıklarımı bir başkasının yaşamasını istemiyorum!

Kimya mühendisliğinde okurken öğrendiğimiz en önemli bilgilerden biri cama hidroflorik asid dışında başka hiçbir kimyasalın etki etmediği idi. Bu düşünceyle cam biberonda karar kıldım. Biliyorum ki, cam çocuk için tehlikeli ama şimdilik eline vermemek kaydıyla cam biberona geçtim ve Chicco'nun 250 ml'lik cam biberonlarından(tek dezavantajı silikon emziği ayrıca almak gerekiyor, üzerindeki emziğin alerji yapma tehlikesi var, bu da ekstra masraf gerektiriyor) aldım. İngiltere'den gelen anne memesine en benzeyen biberon önerisi ile aldığımız (anne sütüne geri dönmesini sağlarsa düşüncesi ile)Tommee Tippee biberonlarımız(cam değiller) BPA'sızdı. Aventkolik olunca bizim kız, onları kullanmayıp kenara koymuştum, şimdilerde Aventler ile yer değiştirdiler. Esas kullanılanlardan oldular. Türkiye'deki Mothercarelerde bu marka ve BPA'sız olanları var. Medela polikarbonat biberonları tümüyle satıştan çekerek mükemmel, anne dostu bir marka olduğunu kanıtladı kanımca. Onun bütün ürünleri de BPA'sız bildiğim kadarıyla. Zaten süt sağma makinamız Medela idi. Ama biberon ucunu bulamamıştık. O aşamayı da geçtik. Bu üç markayı kendi süzgecinizden geçirererek rahatlıkla kullanabilirsiniz. İhtiyacınıza, bütçenize göre.

Avent ne yaptı? Oyaladı, sıradan kes-yapıştır e-postalar gönderdi bol bol. Eve telefon edip teknik servisten memnun kalıp kalmadığımın anketini yaptı.(Şikayet oraya gidiyor ya!) Memnun değilim deyince, bir daha arasınlar mı diye sordu, evet dediğim halde bir daha aramadılar. İçinde BPA olmadığını iddia ettikleri, önceden sterilize edilmiş, 4 kullanım dışında kullanımını önermedikleri bir grup kap gönderdiler eve, göndermeyin dediğim halde üstelik. Onlara yeterince para yedirip, ürünlerinde sorun yaşadığım için bir daha geri gönderme masrafına katlanmak istemediğim için ''Hayvan barınağına'' hibe edilecekler.

Benim gibi şikayet amaçlı e-posta gönderen 18 yaşında çocuğu olan başka bir arkadaşıma da aynı öneriyi yaptılar hatta! Şu anda web sitelerine bakınca BPA'sız ürünler Türkiye'ye gelmiş gibi görünse de, satışta hiçbir yerde bulamıyorum hala! Ayrıca BPA'nın zararına dikkat çekmemek ve ellerindekini satabilmek için firma, dayanıklı biberon diye tanıtıyor BPA'sızları web sitesinde! Ne pazarlama hilesi, hiç yakışmıyor bu firmaya hem de hiç! Daha dayanıklısına ne gerek var deyip, ucuza çok rahat yönelebilir kullanıcı. Oysa önemli olan BPA kısmı!

İngiltere'den gelen(bizimki Aventkolik olunca mecbur denemek için getirtmiştim) biberonlar çöpü boylayacaklar. (Ne masraf, ne ziyan, haram olsun verdiğim paraya diyerek ve dünyada bu kadar aç çocuk varken diye düşünüp, çok da üzülerek) Zira acayip derecede polimer madde kokuyorlar. Reçinemsi ve 10 defa sterilize edilmesine, her sterilizasyonda taze su kullanılmasına, havalandırılmasına rağmen geçmeyen, beni rahatsız eden ağır bir koku! Zaten cam biberon kullanma noktam da bu oldu. Bit kadar gariban bebeğe ne olduğu bilinmeyen, yarın öbür gün o kokuyu duyduktan sonra, başka zararlarının çıkabileceğini düşündüğüm polimer bir madde ile besin vermek istemedim. Hatırlayın polikarbonatlar da ilk çıktıklarında zararsız diye biliniyorlardı! Belki önyargı diyeceksiniz ama sütten ağzı yanan, yoğurdu üfleyerek yermiş. Bu arada bizimki gibi Aventkolik olup başka biberon kabul etmeyen bebekler de önerdiğim cam biberona rahatça geçebiliyorlar. Zira parçalar birbiri ile uyumlu ve tasarımı çok benzer.

Bu BPA korkusu beni çok fena sardı ve bizimkine ne diş kaşıyıcı, ne başka plastik ağızla temas eden birşey aldım. Mama tabakları porselen. Sonradan Chicco'nun kırılmayan tabaklarının içine oturturum diye düşünüyorum. Kaşığımız da şimdilik porselen. Sonrası için tatlı kaşıkları ne güne duruyor, biz neyle büyüdük düşüncesindeyim! Su için çelik var aklımda ve önerilere açığım! Hani otur herşeyi tahtadan yap deseniz yapacağım o derece!

BPA'yı bilmeyenlere duyuralım. Yetkili makamlara e-posta yazmaya devam edelim. Yediğimiz, içtiğimiz herşeyi irdeleyip, özellikle plastik ise geri dönüşüm işaretine bakalım ve 7 numaralı geri dönüşüm işareti olanları asla kullanmayalım. Evlerimize aldığımız suya da dikkat etmeyi unutmayalım. Çünkü çocuklarımız için çare bulduk diyelim, ya biz? İçme suları da polikarbonat şişelerde satılıyor biliyor musunuz?

27 Ağustos 2009

Yaratıcı Sobe


Sevgili Dağlar Kızı bana hediye göndermiş, çok teşekkür ederim. Bu ''ebe-sobe'' durumlarında, oldum olası pek başarılı değilimdir. O yüzden nasıl cevap vereceğimi bilemedim ama bir deneyelim bakalım!

1.Kural - Ödülün logosunu eklemekmiş(kendileri yarı İngilizce, yarı Türkçe haliyle yukarıda yer alıp 3.3 maddesine göre beni huzursuzlandırmaktalar. Ama esas halini bozmamak için elleyemiyorum, hazırlayan kişiye duyurulur)

2.Kural - Hediyeyi gönderen kişiye bağlantı vermekmiş.
Dağlar Kızı'nın kulakları çınlasın.

3.Kural - Hakkımızdaki 7 ilginç bilgiyi anlatmakmış. Bu kısım işte beni aşıyor. Ne diyeceğimi şaşırıyorum.

3.1- Kendimi anlatmayı hiç sevmem, o yüzden oldum olası bu ebe sobe durumlarında köşe kapmaca oynarım. Ama göndereni de kırmak istemem, sevdiklerimden gelir hep çünkü.

3.2- Takıntılarım boldur. Bu aralar sağlıklı çocuk ürünlerine takmış bulunmaktayım. İnsanların cicili bicili şeylere yönelip, herşeyden üstün tuttukları çocuklarının sağlığını nasıl gözardı ettiğini izlemekte ve çok şaşırmaktayım. Farkedenlerin de sessiz kalmasına hayretle bakmaktayım!

3.3- Türkçe'nin doğru kullanımı için elimden geleni yapmaya çalışırım.
DDD'yi unuttuğumu ve ihmal ettiğimi sanmayın sakın! Mümkün oldukça sesim çıkacak.

3.4- Fotoğraf çekmeyi çok severim. Yakından çiçeklerin dünyası gözüme pek ilginç ve hoş gelir . Bu aralar Pon Pon hanım da baştacı çiçeğim olur.

3.5- Bel fıtığından eve çakılmış halde duruma sinir olmaya devam ederek oflanıp puflanırım! Sol ayağımdaki uyuşma ile kavgam devam eder. Bu sebeple Pon Pon hanımı çok fazla kucağıma alamamak da en üzücü yandır. Amma velakin, beterin beteri var deyip gene de halime şükretme tezatlığını da yaşarım.

3.6- Değişken ortamları hem çok severim, hem nefret ederim. Yer, zaman ve duruma göre değişiklik gösteriyor olsam gerek!

3.7- Tepkisiz kalamam. İlla badırdanırım, mesela şimdi bu soruları çok mu aradınız kardeşim demeden duramayacağım, sonra Blogger'a neden gülen suratlar, dil çıkartan gülen adamlar eklemiyor diye kızacağım.

4.Kural - Sevdiğimiz 7 günlüğün ismi. Bu konuda ayrım yapamayacağım. Bağlantılarımı pek özene bezene seçtiğim ve onları ziyaret etmeden durmadığım için illa ki hepsi diyeceğim.

5.Kural - Kimlere topu atıyorum derseniz,
Rahşan'ımdan vazgeçemem ben sobelerde. Sonra Pınar var sırada. Can'ı pek özledim bu aralar. Zeynep uzun süredir eski hızında yazamıyor bencileyin, onun sesini duymak isterim. Punto amcasız olmaz derim. Çilek Suyu'mu çok özledim. Ayşem'im en yaratıcı karakterlilerdendir, konu yaratıcılık olunca, onsuz olmaz derim. Dawn, Atatürk'ün en güzel sözlerinden birini günlüğüne başlık yapacak kadar bizden, ona da tercüme etmeye, aramıza almaya çalışacağım.

Şimdi bu güzel insanlara durumu haber etme zamanı. Kısa sürede tekrar aranızda olmak dileği ile...

03 Temmuz 2009

BPA ve Tehlikeye Giren Hayatlar



Annenin çizdirdiği an derler ya hani, ara ara o haller içerisindeyim. Etrafta kol gezen binbir türlü hastalık olunca, babamı kanserden kaybedip yaşanan acı şeyleri bilince, bir de üzerine Ponpon hanım aramıza katılıp, daha loğusa sayıldığım bir dönemde bel fıtığı ameliyatı eklenince duyduğum, okuduğum ne varsa etkiliyor beni. Etkilemesin mi? Söz konusu hayatı daha birkaç aydır tanımaya çalışan, masum, hiçbirşeyden haberi olmayan mini mini bir bebek. Önüne ne konursa yemek, içmek zorunda. Eline ne verilirse oynamak, eğlenmek zorunda. Kişisel tercihleri yok mu? Elbette var. İlk tercihini anne sütüne hayır demekle yaptı ne yazık ki. Oysa annesi onun anne sütü ile büyümesinden, su bile içmeyip yerine anne sütü içmesinden yana hayaller kurmuştu hep. Alınacaklar araştırmasında, listesinde hiçbir zaman biberon olmamıştı. O kadar kat-i idi karar ama evdeki hesap çarşıya uymadı. Hastanede itiraz etse de hemşire ablalarının zoru ile bağıra çağıra içilmeye çalışılan süte yapıldı ilk boykot! Aman kaşıkla mama deneyin dedi süt hemşiremiz. Yer, gök mama, anne, baba, anneanne, kuzen teyze perişan oldu. 3 kabus gibi gün geçti. Ne yaptıysak, ne ettiysek olmadı, küçük hanım emmedi. Süt sağıldı, bizimki cokur cokur sütü içti. Mamaya da hiç itiraz yoktu. Üstelik epey de oburdu. Eh bunlar için de elbet biberon lazımdı!

O güne kadar bu konuyu araştırmayan annenin dövünme zamanıydı. Hemen araştırmaya başlandı. Baba ne olur, ne olmaz diye en azından yaş ve döneme göre bakmıştı. Annenin kimya mühendisi sıfatı öne çıktı. Cam olmalı illa dedi. Hidroflorik asid dışında hiçbir kimyasaldan etkilenmezdi ya cam, ama araştırınca öğrendi ki, anne sütündeki proteinler camın cidarına yapışıp bebeğe gidemezdi. Süslü püslü, en iyi markalarla sunulanlarda bile tespit edilmiş bir de BPA diye bir kimyasalın varlığını öğrendi anne!
Kanada ve Amerikan sağlık bakanlığı halkı bu konuda uyardı diye boy boy haberler çıktı tam da bu sırada televizyonlarda. Türkiye sağlık bakanlığı ne yapmıştı? İthalat izinlerinin çıktığı onay mercii bu konuda ne demişti? Buna dair haber falan yoktu.
Neydi bu BPA yani Bisphenol A(Bisfenol A) ve neydi sorun olan? Cama benzer şeffaflıktaki polimer biberonların -polikarbonat biberonların- içeriğinde buluyordu BPA ve son araştırmalara göre, hormonal dengeyi bozarak canlıların vücüduna zarar veriyordu. Bütün detayları Evin Kedisi yazmış. Konuyla ilgili birkaç yazısı var hatta. O yüzden ben uzun uzun anlatmayacağım. Sizden Evin Kedisi'ni ziyaret ederek onun yazdıklarını okumanızı ve düşünmenizi rica edeceğim.
Diğer yandan dikkatinizi çekmek istediğim çok önemli bir nokta var. Bazı üretici firmalar, BPA içermeyen ürünlerini kendi ülkelerinin pazarından kaldırarak Türkiye'ye ve Evin Kedisi'nin tespitine göre Birleşik Arap Emirlikleri'ne yönlendirmekteler. İsteseniz de BPA içermeyen ürün bulamıyorsunuz bu dünya devi firmaların ürünlerinde. Medela gibi duyarlı ve tüm dünyada BPA içermeyen ürünleri ayırım yapmaksızın satan firmalar da var! Ama sorun bunu yapmayanlarda ve bizi salak yerine koyanlarda ne yazık ki. Hele bu Avent - Philips gibi bir dünya devi olunca ister istemez kızıyorsunuz, üzülüyorsunuz.
Gerek bilim insanlarımız, gerek gelişen teknolojimizle bence örnek alınması gereken bir ülke olmamız gerekirken, neden 3. dünya ülkesi sınıfına sokuluyoruz ve neden çocuklarımız, masum bebeklerimiz bu ürünlere mahkum kalıyorlar? Bunu bir düşünüp, neler yapmamız gerektiğine karar vermeliyiz kanımca. Destek verir misiniz? Önerilerde bulunur musunuz?
Not 1: Pazar günü baktığım bebek mağazasındaki Avent biberonların hiçbirinde ''BPA'sız'', ''BPA içermemektedir'' ya da İngilizce BPA Free yazısını göremedim!
Not 2: Burada yeralan linkte zaten Avent, Türkiye'deki ürünlerinde BPA'sız seriyi piyasaya sürmediğini söylemekte, gerekçe olarak çeşitli standartlara gönderme yapmakta ve ürünlerinde bulunan BPA'nın sağlığa zarar vermeyecek miktarda olduğunu iddia etmektedir. Ama gene de bu ürünleri temin etmek istemeyenlere serbest seçim hakkı tanımayarak, o ürünü almaya mahkum etmektedir!
Not 3: Türkiye Philips Avent danışma hattı ile görüştüm, BPA içermeyen ürünlerin Eylül ayında Türkiye pazarına sunulacağını söylediler. Bu durumda bugüne dek bize seçim hakkı tanımayıp, BPA içeren ürünleri Türkiye pazarında satmaya çalıştıkları için kınama mesajı gönderdim. Sizler de konuşmak, bilgi almak ve kınama mesajı göndermek isterseniz telefon numaraları 0800 261 33 02 ve e-posta adresi tuketici.danisma@philips.com
Not 4: Mesajıma karşılık Türk Phlips'den cevap geldi. Özetle, biz müşteri sağlığına dikkat ederiz, BPA belirli koşullarda zararlı değildir ve adresinizi söyleyin, BPA içermeyenlerinden gönderelim diyorlar.
Ancak ben mesajımda, BPA içermeyen ürünlerin neden Türkiye pazarına hala sokulmadığını, neden tek bir ürün almaya mahkum bırakıldığımızı, ayrımcılık yapıldığını sormuş, buna sebep olan Philips Türk yetkililerini kınamış, bir daha asla bebeğim için Philips Avent ürünlerini kullanmayacağımı, bununla kalmayıp Philips ürünlerini de almayacağımı yazmıştım. Gelen e-posta sorumun cevabı olmayıp, alın bu BPA içermeyen biberonları da başımızı ağrıtmayın ana fikrinin kibarlaştırılmış hali kanımca! Sonuçta tüm isteyen annelerin BPA'lı ürünleri BPA'sızlarla değiştirmesini kabul eden bir açıklama olmadığı gibi, Türkiye sınırları içerisinde BPA'sız Avent ürünü almak isteyen anneler Eylül ayını beklemek zorunda ve öncesinde doğan büyüyen çocuklar da umurlarında değil!!!
Avent'e e-posta göndermek isteyenler için yazdığım mesaj aşağıdaki şekildedir:

Sayın Yetkili,
Bir anne olarak, daha bebeğim doğmadan onun için sağlıklı ve güvenilir ürünlerin arayışına girmiş; Philips Avent ürünlerini çantasından, termosuna, sterilizasyon makinesinden, biberonlarına kadar güvenerek seçmiştim.
Ne yazık ki, Philips Avent hakkındaki son öğrendiklerim, bu güvencenin Türk annelerine, Türk bebeklerine verilmediğini gösterdi. Philips gibi dünya devi bir firmanin insan sağlığına zararlı olduğu tartışılan, pek çok ülkede kullanımı yasaklanan BPA içeren ürünleri, Türkiye pazarına sunması ve bunun dışında başka alternatif bir seçenek bırakmamasını, "Türk çocuklarının sağlığı" ile oynamasını, anne babaları tek ürüne mahkum bırakmasını bir anne olarak anlamak mümkün değil.
Hele BPA'sız ürünleri dünya pazarına sunmuş iken, adeta eldeki kusurlu malını bitirmeye çalışan paragöz tüccar misali Türk insanına bunu ancak Eylül ayında vermeyi vaat eden bir zihniyeti anlamak hiç mümkün değil.
Philips gibi bir firmadan beklenen Eylül ayında BPA'sız ürünler piyasaya sunulacaktır cevabı yerine tüm dünya ile aynı anda Türk pazarına BPA içermeyen ürünlerin alınması ve BPA'lı ürünlerin değiştirilmesidir.
Tüm dünya ülkelerinden ülkemi ayırt ettiğiniz için, bebeğimi bu ürünleri kullanmaya mahkum ettiğiniz için, Türk Philips Avent yöneticileri de bu duruma izin verdiği için sizleri kınıyor, Türk insanına karşı daha sorumlu ve dürüst olmaya davet ediyorum.
Sorumlu bir anne ve bu toplumun bir bireyi olarak, bir daha Philips Avent hatta tüm Philips ürünlerini kullanmayacağım ve bu durumu da web sitem dahil her ortamda, herkese bildireceğim.
Saygılarımla...

Güncelleme: Bunun ismi zaferdir dedi Evin Kedisi ve şu bağlantıyı verdi. En çarpıcı cümleler ise şöyle:

Avrupa Parlamentosu, Bisfenol A maddesinin yasaklanması için Haziran ayında çağrıda bulunmuştu.

Buna göre Avrupa Birliği üyesi ülkelerde Bisfenol A içeren biberon üretimi, gelecek yılın Mart ayından itibaren durdurulacak, satışı ve ihracatına da gelecek Haziran ayından itibaren tamamen son verilecek.

Türkiye'de Sağlık Bakanlığı, Temmuz ayında yaptığı açıklamada Bisfenol A maddesine ilişkin bilimsel verilerin, vatandaşların endişe etmelerini gerektirecek bir durum olmadığını gösterdiğini bildirmişti.

Bakanlık, Avrupa Birliği standartlarına uyulduğunu ve Bisfenol A ve benzeri maddelerle ilgili konuların 2005 yılında kurulan 'Ulusal Kanser Danışma Kurulu' tarafından Avrupa Gıda Güvenliği Ajansı ve Amerikan FDA gibi uluslararası örgütlerle işbirliği içinde yakından takip edildiğini' vurgulamıştı.

16 Haziran 2009

Steiff Teddy Bear

Hep çocukların bağlandığı bir oyuncak olduğunu duyardım, görürdüm. Kimi çocuk onsuz uyuyamaz, kimi çocuk onsuz yemek yiyemez, kimisi de yapışık yaşardı. Bazen dizi filmlerde görür, bazen gerçek hayattan hikayeler duyardım. Bu oyuncak da her nedense yumuşak, tüylü bir ayıcık olurdu! Es kaza çocuk bu oyuncağını kaybederse hayatı değişir, yer yerinden oynar, yenisi aranır, çocuk hayır bu benim oyuncağım değil, aslını isterim der, kıyamet kopardi... En son örneğini de Heathrow'da güvenlik önlemleri çerçevesinde bir dönem uçağa el bagajında alınmayan oyuncaklarda görmüştüm. Çocuklar uyuyamıyor, ağlıyor, üzülüyor ama güvenlik bu deniyor ve izin verilmiyor! Daha havaalanında bu hale gelen miniklerin uçak içindeki durumlarını düşünemiyorum bile!

Çocukken çok oyuncağım oldu. Belki de bir çocuğun sahip olabileceğinden çok daha fazlası. Aralarında ayıcıklar, aslancıklar da vardı sevimli, renkli, yumuşak. Benimkilerin çoğu Fatoş marka idi.(Şimdilerde Fatoş oyuncaklarının kalitesini çok ama çok arıyorum!) Sonraları bu yumuşak oyuncaklar ve oyuncak bebekler kolleksiyonumun birer parçası oldular. Ama hiçbir şekilde böyle ölümüne bağlanmadım onlara çok şükür! Bağlananların da hallerine üzülürüm hep. Diğer yandan her çocuğun ilk doğduğu andan beri saklanan bir oyuncağın olması gerektiğine de inanırım. Sadece hatıra mahiyetinde. Benim 1 yaşımdan beri öyle bir bebeğim var mesela. Benden sonra kızıma kalacak, eğer o da oyuncaklarına benim gibi iyi davranırsa elbet.

Cambridge'e ilk taşındığımızda King's College'in tam karşısında kocaman bir Tedy Bear Company dükkanı vardı. Binbir çeşit ayıcık vardı içinde. Aklınıza ne tür geliyorsa... Gelin-damat, prenses, prens, gözlüklü, mezuniyet şapkalı, üzerinde Cambridge yazanı, sade vatandaşı, kooooooocaman boyumun 3 katı olanı, bit kadar anahtarlık şeklinde olanı, neyi hayal ederseniz... 1 sene geçmeden dükkan kapandı her nedense. Oysa ben orada gezmeyi çok severdim. Bir gün de mezuniyet şapkalı ayıcıktan kolleksiyonuma katmalıyım derdim. Sonraları Disney Store'daki, Cambridge üniversitesinden mezuniyete hazırlanan Winnie the Pooh'lar aldı onun yerini. Ama sadece yılın bu zamanları vitrini süsler oldular. Ardından Harrod's 'un meşhur ayıcığına göz kırpar oldum. Onun da Tower of London'un Beefeather'larının kılığına girmiş olanını mı, yoksa püsküllü şapkalı asker olanını mı alsam diye düşünür olmuştum ki, Defne beni
Alexander ile tanıştırdı. Onunla beraber yıl sonunda Alexander almaya gidecektik göya! Önce Defne'nin hamileliği, ardından benimki derken Alexander'a sıra gelmedi. Onun yerine çok daha tatlı, çok daha güzel iki minik prensesimiz oldu.

Steiff ayıcığını da ilk defa Avusturya'lı arkadaşım Heike'den duymuştum. İlk oğlu doğduğunda ona güzel ve çok pahallı bir ayıcık aldığından bahsetmişti. Ben de, gene mi bu ayıcık hikayesi diye düşünmüştüm. Nedendir bilmem ama onlar için bu tarz bir hayvancık çok önemliydi. Mutlaka çocuklarının böyle bir arkadaşı olsun istiyorlar Allah Allah, ilginç diye geçti içimden. Sonra ben koca kazık halimle kaç ayıcık almak istemişim, zor tutmuşum kendimi dedim...


Pauline de bizim Ponpon hanıma ayağının altında ''İlk Steiff Ayıcığım'' yazan kahverengi miniği getirdiğinde çok mutlu oldum. Çünkü onlar için güzel bir anlam ifade ettiğini biliyordum ve sanki kendi torununa seçer gibi bizim minik için özenle seçmişti bu hediyeyi.

Web sitesinden kimdir bu ayıcık diye öğrenmek istedim ve hikayesine bayıldım. Gerçi her büyük firmanın geçmişinde böylesine güzel bir öykü yatıyor yatmasına da neden Türkiye'deki Fatoş oyuncakları aynı tarihçeye sahip olamadılar? Neden benim Fatoş ayıcığımın yenisi yerine Steiff ayıcığı ile oynasın bizim Ponponcuk? Cevabını Çin'de aramak lazım belki de... Hele bizim nazar boncuklarımızı götürüp eli ile Çin'de plastik nazar boncuğuna dönüştüren, yurdum insanının ekmeği ile oynayanlara ne demeli?

Ne olmuş da yüzyılı aşmış bu Steiff ayıcığının ünü, ömrü?

Hikaye Margarete Steiff ile 1880 yılında başlıyor. Sloganları ''Çocuklar için sadece en iyiler iyidir!'' olmuş. Margarete Steiff, 24 Temmuz 1847'de doğmuş ve 18 aylık iken geçirdiği ateşli bir hastalık sonucu felç olmuş. 3 yıl sonra geçirdiği bu hastalığa çocuk felci teşhisi konulmuş ve derdine derman bulunamamış. Ailesi ömür boyu insanlara bağımlı bir şekilde yaşayacak olan çocukları için üzüntü duyarken, Margarete hayata bağlı bir çocuk olarak, sağ elinde hissettiği acıya rağmen, terzilik üzerine eğitim almış. Ablaları Marie ve Pauline'in açtığı terzihanede zaman zaman o da çalışırmış. Ablaları 8 yıl sonra oturdukları yerden ayrılınca dükkanın işletimi tamamen Margarete'e kalmış.

Babasının yardımı ile dükkanını büyütmüş, kazandığı paralarla sağ elle çalışan bir dikiş makinası almış. Bu makinayla çalışması onu zorlasa da, yavaş yavaş işlerini ilerletip yanında başkalarını da çalıştırır olmuş. Margarete 1879 yılında, Moda Dünyası dergisinde, içi doldurulmuş bir fil modeli görerek, kalıbını çıkartmış ve ondan iğnedenlikler yapmış. Bu filciğin sayesinde de onun oyuncak dünyasının temeli atılmış. 1880 yılında kendi şirketini kurmuş. Kardeşi Fritz'in de yardımıyla ilk 6 yıl içinde 5000'den fazla fil satarak diğer modellere de geçmeye başlamışlar. 1892'de ilk kataloglarını yayımlamışlar. File ilave olarak maymunlar, sıpalar, atlar, develer, domuzlar, farecikler, köpekler, kediler, tavşanlar, zürafalar ve sloganları ''Çocuklar için sadece en iyiler iyidir!'' yeralıyormuş katalogda.

1 yıl sonrasında fabrika Margarete Steiff keçe oyuncak fabrikası adıyla kayıtlara geçmiş. İlk defa Leipzig'deki oyuncak fuarına katılmışlar. Ayrıca 4 terzi ve 10 evlerinden onlar için çalışan işçiyi de bünyelerine katmışlar.

1897 yılında Margarete'in yetenekli ve İngiltere'de sanat üzerine eğitim görmüş yeğeni Richard Steiff aralarına katılarak oyuncakların çizimlerini yapar olmuş. Onun yaptığı çizimler, halen şu andaki Steiff kolleksiyonlarının atasıymış. Richard, 1902'de dünyadaki ilk, kolları ve bacakları oynayabilen içi doldurulmuş oyuncağı Bear 55BP'yi tasarlayarak Leipzig oyuncak fuarına katılmış. Amerikalı bir alıcı beklenmedik bir şekilde bu oyuncaktan 3000 adet sipariş vermiş. 1906'da bu ayıcıkların adı, Theodore Roosevelt'in ayı avı merakına istinaden, ona takılan ada ithafen Teddy Bear'e dönüşmüş. Her ünlü markanın taklitlerinin çıkması adetten olduğu için, kendi ürünlerinin taklitlerinden ayrılması amacıyla Franz Steiff, ayıcıkların kulağındaki kalite düğmesini icat etmiş. St Louis'deki dünya sergisinde, Margarete, Grand Prix ödülüne layık görülmüş. 1907 yılında firma 400 işçi, 1800 evden çalışana sahip olarak 973 999 Tedy Bear ve yaklaşık toplam 1 700 000 oyuncak üretmiş. 1909'da akciğerlerinden rahatsızlanan Margarete Steiff'in kaybının ardından aile zorlanmış olsa da yeğenleri onun başlattığı rüyayı, rüyanın hayattan bile büyük olduğunu düşünerek, gün be gün büyüyecek şekilde devam ettirmişler.



1910 yılında Bürüksel'deki dünya sergisinde yeniden Grand Prix ödülünü almış firma. Savaş yıllarında ürün grubuna kağıt Teddy Bear'leri ve tahta oyuncakları eklemişler.

1932 yılında peluş köpek Molly 500 000 adetten fazla satmış. 2.Dünya savaşının ardından firma 1947 yılında yeniden çalışmaya başlamış. 1000 kişi istihdam eder olmuş ve 5 yıl içinde bunu ikiye katlamış.1951 yılında Diehl kardeşlerin kukla karakterli filmi ve televizyon gazetesinin maskotu Mecki'nin içi doldurulmuş oyuncak olarak üretiminin bu gelişmeye büyük katkısı olmuş. 1953 yılında Teddy Bear'in 50. doğumgünü sebebiyle Jackie'yi üretmişler. 80'lerde Giengen'de Margarete Steiff müzesini açmışlar. Ayrıca Steiff hayranlarına sınırlı sayıda üretilen oyuncakları çıkartmaya başlamışlar. Çocukların en çok sevdiği Petsy karakterini üretmişler.

1 Nisan 1992'de de Steiff kulübünü kurmuşlar. 1997'de Hamburg'da Margarette Steiff'in 150. doğum yılı anısına ilk Steiff galerisini açmışlar ve bunu takiben çeşitli şehirlerde farklı zamanlarda diğer galeriler açılmış. Bunu izleyen yıllarda da 2400 m2'lik yeni müze, yeni ürünler, festivallerle birlikte 2007'de yenilenen yüzü ile Steiff ürünleri halen beğenilerimize sunulmakta.

Bu arada ürünlerin fiyatlarını epeyce yüksek olduğunu, ürünlerden başka müzesinden, kulübüne kadar herşeden para kazandıklarını ve diğer yan sanayide de fiyatların uçtuğunu söylememe bilmem gerek var mı? Örneğin, Margarete Steiff'in doğum yeri, özel turla 45 Euro'ya Almanca, 60 Euro'ya da İngilizce olarak gezdirilmekte imiş. Müşteri olarak kralsınız ve çok özelsiniz diyen, tüm dünya üzerinde 45 000 üyesi bulunan kulübün aidatı da Avrupa ülkesi vatandaşıysanız yıllık 45, iki yıllık 80, üç yıllık 115 yok değilseniz yıllık 90, iki yıllık 160, üç yıllık da 229 Euro. (Sağolsunlar Türkiye'yi Avrupa ülkesi olarak saymışlar.)

Böylece hikayenin sonuna geldiğimizde, başlangıçta sorduğum sorulara da kendimce cevaplar bulmuş oluyorum. Birincisi ailenin her üyesi Margarete'e yardım etmiş ve onun hayalini gerçekleştirmeye çalışmış, kendi çıkarlarını değil, firma çıkarlarını düşünerek emek vermiş. İkincisi kendisini marka yapmayı bilmiş ve her Avrupa ülkesinde örneklerini gördüğüm üzere sinekten yağ çıkartmayı prensip edinerek markasına kocaman değerler biçmiş, sıradan olmadığını da ürünleri ile kanıtlamış. Ürün çeşitliliği içinde kaybolmamış. Satanları, satmayanları ayırmayı bilmiş. Doğum günü kutlamaları, müzeler gibi kendileri ile ilgili yan dallardan/sanayiden hem para kazanmış, hem de reklamını yapmış. Bir noktada şansları yaver giderek Amerika'ya yüklü ürün satmayı başarmışlar ama diğer yandan da bu başarının büyüsüne kapılmayıp, daha fazla ne yapacaklarını araştırmışlar. Tekerlekli sandalyede, sağ elinin acısıyla minik fil iğnedenlik üreten Margarete, bizim ufaklığın kucağına sevimli bir ayıcık, sizlerle paylaşılacak bu öyküyü kazandırmış bizlere de...

Örnek almamız lazım değil mi?

30 Mayıs 2009

Cambridge'den Bir Dost ve Ponpon Hanımın Kırkyama (Patchwork) Hediyesi

Daha önce Cambridge'de U3A'de Türk Elişleri kursu vermiş olduğumdan bahsetmiştim. Kursumuz çok zevkli geçmişti. Katılmak için ilk arayan da Pauline olmuştu. O sene tatil için İstanbul'a gitmiş, özellikle oyalara vurulup dönmüştü. Pauline tam bir elişleri meraklısı. Dünyanın her yerinden, en kalitelisinden elişlerini buluyor, onları satın alıp, saklıyor. Sandıklar dolusu olmuş kolleksiyonu anlattığına göre. Altmışlı yaşlarının sonlarında ve benden sonra ne olacaklar deyip duruyor. Bu sene güzel bir haber almış. Haziran'da bir torunu olacakmış. Şimdi harıl harıl torununun gelişine hazırlanıyor.

Ben bebek beklediğimi söylediğimde, ''Tamam dedi, hemen ona patchwork yorgan yapmaya başlayacağım!'' Ne diyeceğimi bilemedim. Böylesine tatlı dilli, elişlerinin her türlüsünü seven, anlayan, bizzat kendisi de yapan, üstüne bir de Türkiye'yi beğenen İngiliz dost bulmak az rastlanır birşey. Bu kadar maharetinin yanında bir de GP yani aile hekimi. Kaza sonrası insanların sağlığı, onların yaşama dönmesi üzerine de ihtisası var ve bilirkişi olarak çalışıyor. Gezmeyi çok seviyor. Bu sene yılbaşından beri sadece benim bildiğim İtalya'ya, İspanya'ya gitmiş. Programlarının hızına yetişemiyorum.

Geçenlerde bir e-posta aldım. ''İstanbul'a geliyorum, istediğin birşeyler var mı? Madem sen Cambridge'e gelemiyorsun, Ponpon hanımla nasıl tanışabiliriz?'' diyordu mesajinda. Bu habere çok sevindim. ''Tamam o zaman bize akşam yemeğine davetlisiniz, uyan gün ve zamanı bana söylerseniz, sizi almaya bir araba göndereceğim'' dedim. Bu arada Cambridge'deki evi boşaltırken elişi malzemelerimin de ziyan olmalarını istemiyorum, onları değerlendirecek en iyi kişi de sensin. Almak ister misin? diye sordum. Kabul etti ve çok sevindim. Cambridge'deki evimize gitmişken de Ponpon hanımın sterilizasyon makinası ile birkaç parça Türkiye'ye gelecek eşyayı bize getirilmek üzere teslim almış.

Nihayet beklenen gün geldi. Pauline, partneri ile İstanbul'a, sonra da bize geldi. Ponpon hanımla tanıştılar. Sanki kırk yıldır birbirlerini tanıyorlarmış gibi, karşılıklı konuştular. Pauline, torun için alıştırma yapmalıyım dedi. Elişlerinden, şehirlerden, gezi programlarından konuştuk. İlgi alanlarına, görmek istedikleri yerlere hayran kaldım. İnsan gibi insan olan Pauline ve partner'ina da! Hergün ağrılarından yakınan yaşıtlarına taş çıkartırcasına, hayatlarını organize etmelerine, gezmelerine, yediklerine, içtiklerine, yaşam tarzlarına da!
Pauline bana yaptığı iyilik yetmezmiş gibi, bir de Ponpon hanım için, bahsettiği gibi patchwork yorgan yapmış. Teslim ederken, özellikle İngiliz kumaşları kullandığını belirtti. Patchwork için kullanılan kumaşların genelde Liberty'den alındığını bildiğim için daha da mahçup oldum. Yorganı elime aldığımda gözlerime inanamayıp, bayıldım! Çok güzel, tam dikişle sanat diyebileceğim güzellikte hem de. İncecik incecik dikmiş. Renk uyumları, parçaların dizilişi çok hoşuma gitti. Bu sanat eseri yorgana bir de Steiff Teddy Bear eşlik ediyordu. Pauline aslında Harrod's Teddy Bear almak istemiş, ama onların gözleri cam olduğu için, küçük bir bebeğe uygun olmaz diye düşünmüş. Bir de Çin'de imal edildiklerini görünce, içine sinmemiş, nakışla yapılmış olan Steiff Teddy Bear'ı(Bu ayıcığın hikayesi ve Teddy Bear diye adlandırılması ilginç olduğu için, onu ayrı bir yazı ile anlatacağım) uygun görmüş. Biz çok sevdik. Hatta Ponpon hanım ayaklarına bayıldı. Benim ilk ayıcığım yazan ayağı da ağzından çıkartmıyor!

Ponpon hanımın dünyanın her yanındaki dostlarımızdan birbirinden güzel hediyeleri oldu. Meğerse ne kadar çok seviliyormuşuz, ne kadar çok bekleniyormuş Ponpon hanım da, bizim haberimiz yokmuş. Her birinize birbirinden değerli hediyeleriniz için teşekkür ediyoruz. Hediyelerimizin her biri sevgi ile kullanılacak, kullanırken sahipleri anılacak ve sonrasında da saklanacaklardır ki, büyüyünce Ponpon hanım ne kadar çok sevildiğini farketsin.


Pauline'in torunu için Türkiye'ye özel ve bebeklerin kullanabileceği nasıl bir hediye önerirsiniz?

23 Mayıs 2009

Evo Pita

Mart ayındayız, Ponpon hanımın vizesi çıkmış, belim tutulmuş ama hazırlıklardayız başımıza gelecekleri bilmeden. Biletlerimiz 5 Nisan'a alınmış, artık gidiyoruz, valizler toplandı toplanacak...

Geçmişten bir büyüğüm, beni buluyor. Babaannemi tanıyan, bilen, evimizde ilk televizyonu mahallenin bütün çocuklarıyla, şenlikle izlediğini söyleyen bir büyüğüm. Bizim Ponpon hanımın gelişine hazırlandığımız gibi, babaannemle annemin benim gelişime hazırlanmasına şahitlik eden bir büyüğüm. Eski dostlarla, eski arkadaşlarıyla buluşup onlara birbirinden lezzetli böreklerini ikram ettirmenin hazırlığında. Benim de toplantıya katılıp katılamayacağımı soruyor. Çok isterdim ama ben gidiyorum diyorum, başka bir sefere kısmetse. Ama bu börekler halis muhlis Boşnak böreği, Boşnak teyzelerin ellerinden çıkma diyor.

Aklıma bu sefer anneannemin açtığı enfes kol börekleri geliyor, annemin ben çocukken(şimdilerde kollarının ağrısından pek oklavayı eline alamadığı için özlediğim) mis gibi pişirdiği patatesli, kıymalı harika börekler. Ne yapalım kısmet diyorum. Diğer yandan da tam gider ayak aklıma bu börekler düşürülür müydü hiç, Cambridge'de nasıl canım isteyecek, nasıl diyorum.

Annem o haftasonu kuzenimin düğünü için şehirdışına çıkıyor. Ben Ponpon hanımla ilk defa yalnız kalıyorum. Belim hala tutuk ama o zamanlar başıma geleceklerden habersiz, geçer diye yalnız kalmaya bile cesaret edebiliyorum. Ponpon hanım yeni uyanmış, ben onunla ilgilenip altını değiştirirken kapı çalıyor. Açıyorum. O büyüğüm, elinde fırından yeni çıkmış, bir tepsi mis gibi kokan börekle karşımda duruyor. '' Tadına bakmadan gitmenize içim elvermedi.'' diyor. Onun da yurtdışında yaşayan yakınları var ve ''Türkiye'ye özlem'' nedir biliyor. Ben telaş, panik bir halde, annem şehir dışında sizi görse sevinirdi diyebiliyorum sadece. Anlayışla ''Ben tepsiyi almaya geldiğimde sizi rahatsız ederim tekrar, afiyet olsun'' diyor ve geldiği kadar sessiz kayboluveriyor.

Gelen mis gibi kokunun kaynağının ''Boşnak mantısı'' imiş adı. Yanında yoğurtla harika mı harika! Eti kokmuyor(ben et konusunda çok gıcık olduğumdan en iyi kasaptan alınana bile bahane bulduğumdan ilk ona dikkat ediyorum), ağızda dağılıveriyor. Değişik, bildiğim usul mantıdan çok farklı. Börek tadında, ama mantı!

Benim gibi hamur işi seven birine yapılacak en büyük jest bu herhalde.

Annem geliyor, o da çok seviyor. O büyüğüm, benim belimin perişan olduğu günün sabahı geliyor ve tepsiyi alıyor. Ben bir gece önce Ponpon hanımı uyutmakta zorlandığımdan perişan haldeyim, kaçırıyorum gelişini, göremiyorum kendisini... Kahve içmeye de girmiyor. ''Eşimle geldiğimiz bir başka sefere'' deyip gidiyor. Üzerine hastalıklar, ameliyatlar... Ben bir türlü teşekkür bile edemiyorum. Çooook teşekkürler size. Eski büyükleri unutmayışınıza, mantılara, üstelik anneannemin memleketinin usulü olan bu mantılara...Kaç kişi kaldı ki böyle sizler gibi?

İstanbul'da ya da İzmir'de iseniz, o büyüğümün kocaman güzel ailesinin(çünkü çalışanları ile bir aile olmuşlar artık) nefis böreklerini tatmak, evlerinizdeki özel günlerinizde ya da şirketinize sipariş etmek isterseniz, sizleri http://www.evopitabaklavaborek.com/ adresinde bekliyorlar. Yerken bu anımı hatırlayarak kulaklarımı çınlatırsanız sevinirim...

Ben buralarda olacağım artık bundan sonra. Yadellere gitmek yok. Belden bağlandık bir kere! Kısmetimiz neyse o... Artık herşey kısmetle, yazılara devam bile...

12 Nisan 2009

Nazar mı değdi nedir?

Uzun süredir sesim çıkmıyor... Çıkamıyor!

Önce Ponpon hanımın oturma izninin çıkmasını bekleyişimiz. Umduğumuzdan uzun sürüşü. Biletlerimizin yanışı. İstediğimiz tarihte dönemeyişimiz.

Bu arada benim belimin tutuluşu. Olağandır deyip, geçmesini bekleyişim. Günden güne bel ağrım azaldı diye kendimi kandırırken, oturma izninin çıkışı. Yeniden biletlerimizin alınşı. İngiltere'ye dönen babamızın bizi almak üzere gelme hazırlığına başlayışı.

Bir gece Ponpon hanımın uyumayacağının tutuşu. Genelde pek naz niyaz etmezdi ama gaz ağır bastı, garibanı çileden çıkarttı diye düşünüşüm. Azıcık omzumda kalışı ve ertesi sabah kalktığımda, sol bacağımın yan tarafını, ayak parmaklarımın üçünü hissetmez oluşum. Topuk ve başparmak, yanındaki parmak sağlam sanki diye düşünüşüm... Ama bacağımda şiddetli bir ağrının varoluşu . Kıvrandıran, bağırtan cinsten. Ne oluyorum yahu dedirten cinsten.

Ponpon hanımın aşı günü geçince, benim ağrı da birden geçti sanki deyişim, aldığım ağrı kesici etkisini gösterdi yanılgısı... Babamızın çok sevdiğimiz doktor aile dostumuzu arayarak, ben ikna edemiyorum, doktora gitsin bu hatun deyişi... Kulağımdan tutulduğum gibi önce MRI çekilmek üzere sağlık merkezinde, sonra da doktorda kendimi buluşum . MRI çekildikten sonra yanıma gelen çocukcağızın gözler kocaman ve acımaklı, çok mu ağrınız var deyişi, eyvah yandım diye düşünüşüm, MRI'ın raporunu yazan doktorun, aile dostumuzun ve onun götürdüğü doktorun acil ameliyat, hatta yarın ameliyat deyişleri... Benim ikna olmayışım. Fizik tedavi ile düzeltilemez mi kısmına takılışım... Sonrasında gördüğüm iki doktorun da acil, hatta yarın ameliyat deyişleri... Babamızın bizi almak üzere geldiği günün hemen ertesinde apar topar ameliyat olarak felçten sıyrılışım!

Hala uyuşuk bir ayak, hala topallayan bir ben.

Nazara mı geldik dersiniz?

13 Mart 2009

Bebek Şekerleri, Süsler Püsler...

Biz görmeyeli Türkiye'de neler olmuş neler...

Hastane odaları süslenir olmuş, kapılara birşeyler asılır olmuş, çikolata ikramı süslü bebek şekerlerine dönüşmüş. Hatta Amerikan adeti Baby Shower'lar yapılır olmuş; kendi adetlerimiz varken Baby Shower'a ne gerek varsa???

İnternette gezinip süslere bakarken epey abartıldığını düşündüm. Öyle ki, tüllerden, pullardan Allah korusun anne ya da bebeğe acil müdahale gerekse nasıl ulaşacaklar diye kendi kendime sorguladığım süslemeler gördüm.


Madem adet olmuş, başımız kel değil deyip, birkaç şey de ben yapayım kararına vardım sonunda. Ama abartmamak esas olmalıydı.

Doğumu Türkiye'de değil de, İngiltere'de yapmaya karar verseydim ve bu süsleri orada hastaneye sokmaya kalksaydım, kesin deli derlerdi bana ve söylemedikleri şey kalmazdı. Hele oradaki koğuş sistemini ve hastaları birbirinden ayıran perdeleri düşünürsek, bu süsler nereye konulurdu bilemeyeceğim! Yok bileceğim, hastane kurallarına aykırı, mikrop gelir bunlarla deyip içeri almazlardı.

Yukarıda gördüğünüz bizim anı defterimiz. Ajanda benzeri bir defter alıp, kırkyama ile süsledim.


Bu sepetçiği Hobiriks'de görüp pek beğenmiştim. Birkaç tane ben heves ettiğim için aldık Tahtakale'den. Sonra aşağıdaki patikleri görüp sevdim. Son haftalarda oturup, her gece en az 5 tane olmak üzere ördüm. Hızımı alamamışım, 100'ün üzerinde patik örmüşüm. Pon pon hanımdan, ona hoşgeldin diyenlere hatıra olarak verildi. Çoğu hastanede bitti ve şimdilerde hiç kalmadı!

Yapmak isteyenler için çok kolay olduğunu ve zevkle örüldüğünü söyleyebilirim. Süsleme malzemeleri gene Tahtakale'den annem tarafından alındı. Örülen patikleri annem dikti, beraber kurdelalarını geçirip, emziklerini taktık. Çikolatalı badem şekerlerini hazır kesilmiş tüllere sararak içine yerleştirdik.

Sepetimiz, Adapazarı'ndan annemin teyzesinin kızından geldi. İçi Pon pon hanım için örülmüş cicilerle doluydu. Öyle ki, Necmiye teyzemiz sıcak su torbasını bile unutmamış, ona kılıf örüp, çiçeklerle süslemiş. Daha sonra da Pon pon hanım büyüyünce oynasın diye bu arabaya koymuş, tüllerle, nazar boncuklarıyla süsletmiş ve bize göndermiş. Ellerine sağlık! Teşekkür ediyoruz Necmiye teyze...

İçindekileri giyilmek üzere yıkamaya alınca, şekerlerimizi bu sepete koymak geldi aklımıza. Hobiriks'de de görmüştük zaten. Ama hastanede çok yer tutar diye düşünmüştük. Sonra yeniden karar değiştirdik ve içine yerleştirdik. Pek şirin oldu.

Aşağıda gördüğünüz süslerimiz de Sedef ablamızdan. Hastaneden geldiğimizde Emre teyzemiz koşa koşa getirdi bize. İçinde hem badem şekerli süsler var hem de Ginger Bread Man kurabiyeler...



Kapı süsümüzü de Emre teyze ve annem beraber hazırladılar. Ucundan, bucağından benim de elim değdi. Başlangıçta yapılmasını istemedim, gereksiz gördüm ama annem onun da halkasını alıp gelmiş. Öyle olunca hadi eksik kalmasın dedim.

Nasıl yapıldığına gelince, hani yüzme havuzlarında sosis denen, çocuklar yüzme öğrensin diye kullanılan strafordan yapılan cisimcikler vardır, onu büküp, bantlayıp halka haline getirmişler. Annem de bu şekilde tül ve kenarından sarkan süs ile birlikte Tahtakale'den almış.

Diktirdiğimiz yorgandan elimizde pembe saten vardı. Emre teyze, Derya Baykal'ın programında görmüş nasıl kaplanacağını, onun yardımıyla kapladık straforu. Halkanın çapının 1,5 katı kadar uzunlukta, halkanın enine dikiş payını da katacağınız bir kalınlıkta dikdörtgen şeklinde kestik sateni. İki uzun ucundan oyulgama diktik ve büzdük. Eninden birbirine tutturarak halkanın üzerine diktik. Arka tarafına da tülü büzgü yaparak diktik. Ön kısmından, annemin aldığı süsü ben iliştiriverdim. Silikon tabancası ile de diğer süsleri tutturunca işimiz bitmiş oldu. Herkesten farklı olarak biz kapıya değil de odaya astık. Bana kapıda bu koca hengame tuhaf geldi. İçeride gözümün önünde daha şirin gözüktü gözüme. İlla herkesten farklı olacağım ya, aynı şeyleri yapsam da!

Bunlar da mevlid şekerlerimiz. Torbalar ve üzerlerinin süsleri ayrı ayrı alındılar. Silikon tabancası ile tutturuldular. İçine After Eight ve çikolatalı badem şekerleri konuldu ve bu şekilde gene araba sepetimizin içinde gelen misafirlerimize ikram edildi.



Aslında, ben böyle özel şeylerin çok ortalıkta olmasından, hele hele Berceste'de yazmaktan çok hoşnut değilim ama ararken arkadaşlarımızın günlüklerine koyduğu fotoğraflardan ve anlatımlarından çok yararlandım. Hatta e-posta ile iletişime geçtim. O yüzden arayanlardan birisinin hoşuna gider ya da işine yararsa diye yazmak istedim. Umarım birileri yararlanabilir ve bana da haber eder...

Tüm isteyenlere sağlıklı, uzun ömürlü, analı babalı evlatlar nasip olmasını diler, bizleri mesajları ile yalnız bırakmayan tüm günlük dostlarımıza, yakınlarımıza, arkadaşlarımıza sonsuz teşekkürlerimizi iletirim. Ne çok sevenimiz, Pon pon hanımı ne çok bekleyen varmış da bizim haberimiz yokmuş. Sağolun, varolun...