30 Temmuz 2007

Hybrid Cars - Hibrit Otomobiller - Karma Sistemle Çalışan Arabalar

Türkiye susuzluktan kırılıyor, İngiltere'yi seller almış götürüyor... Aylardır yağmurun yağmadığı tek bir gün bile geçmezken bu ada ülkesinde, ülkemde sıcaktan göller, barajlar kuruyor...


Adalet mi? Onu da yukarıdaki biliyor, işine karışılmaz! Ama yardım edilebilir. Akıl mantık kullanılabilir. Önlemlerin listesi uzun, öyle sayınca bitilebilecek gibi değil. Benim sevgili yeldeğirmenlerim başta olmak üzere, çevre ile dost o kadar çok kaynak var ki! Diğer yandan, gelişmiş ülkelerde bir çılgınlıktır almış başını gidiyor. Organik gıdalardan tutun, ekolojik pamuğa kadar. Teksille uğraştığım günlerden bilirim, ekolojik üretimin zorluğunu ve imkansıza yakın olduğu için de o modanın çok süremeyip, tıkanıp kaldığını. Amma velakin bu yad ellerde, adına ''Corporate Social Responsibility'' yani Tüzel Sosyal Sorumluluk diyebileceğimiz olgu almış başını gider. Bütün büyük firmalar, kendilerine bu birimi kurmuş durumdalar ve ne yapabileceklerini sorguluyorlar. Evilerinden işlerine yürüyerek ya da bisikletle gidenlerden tutun, arabası olduğu halde, çevre ile dost olanıyla değiştiren, işe araba yerine toplu taşıma araçları ile gidenlere kadar...


Ben de kendi adıma bir kısmını desteklemekle, elimden geleni yapmaya çalışmakla birlikte, diğer yandan yeni bir akım ile birlikte, ceplerini dolduracakları bambaşka bir kaynak buldukları inancındayım. İşte onlardan biri de buralardaki lakabı ile ''Hybrid Car'', Türkiye'deki lakabıyla ''Hibrit Otomobil'', bence ''Karma Sistemle Çalışan Araba''.

Çalışma prensibi, pil diyebileceğimiz, yeniden doldurulabilen elektrikle çalışan bir sisteme ve gene diğer arabalarda olduğu gibi yakıta dayanmakta. Az hızla gidilen kısımlarda elektrikli sistem, uzun mesafelerde de eski bildik sistem kullanılmakta. 2-3 saatte pili doldurulabilmekte. Böylece de havaya daha az karbon bileşikleri karışabilmekte, hava daha temiz kalabilmekte. Düşünsenize akşam saatlerindeki köprü trafiğinden gökyüzüne yayılan karbon bileşiklerini ve köprülerin civarında yaşayan insanları... Bazılarında petrol menşeyli yakıtlar yerine bioyakıtlar da kullanılabilmekteymiş.

Fikrin atası Ferdinand Porche, ilk karma sistemle çalışan arabayı o yapmış. Adı da ''Mixte'' imiş. Mixte pek çok Avusturya hız rekoru kırdığı gibi, 1901'de Ferdinand Porche sürücülüğünde Exelberg Rally'sini de kazanmış!

Bill Clinton 1993 yılında Crysler'ı, Ford'u, GM'u, USCAR'ı ve DoE'u yeni nesil araç üretimine teşvik ederken nedense 2001 yılında George W.Bush tarafından araştırmaların seyri hidrojen odaklı arabalara çevrilmiş. Bu da özel sektörün uzun bir geleceği hayal edip planlamasını gerektirdiğinden epeyce riskliymiş.

Günümüzde pek çok firma bu tarzda arabaları da geliştirip, üretir hale dönüşmüş, araştırmalar da hala devam etmekte. Örnekler arasında, taksiler, otobüsler, jipler, lokomotifler sayılabilir. Hatta askeri araçlar arasında bile yerini almış.

Londra'da bu tarzda taşıtlar özellikle desteklenmekte. Eko-arabalar ''Congestion Charge'' denilen, şehrin merkezi alanlarına giriş için ödenen paradan günlük 8 pound muaf tutulmakta. Onlar için en az araba vergisi ödenmekte.

Fotoğrafını gördüğünüz bu bızdık araba da Londra'da Covent Garden'a giderken yolumuzun üzerine çıkarak, bize de ilham kaynağı oluverdi.
Westminster Belediye'si iki farklı yere bu tarz arabaların şarj olmaları için, 6 aylık deneme süresi ile birlikte böyle bir sistem kurmuş. Eko-araba etiketini alanlar yararlanabiliyormuş.

Ne diyelim darısı başımıza, ayrıca azı karar çoğu zarar...

Unutmadan bir de etkinlik duyurmak istiyorum. Yediğiniz meyvelerin çekirdeklerini Manisa'dan isteyenler var. Dağlara planörlerle serpecekler, ağaç olması için de hayvancıklar yardım edecekmiş. Bana e-posta ile geldi haber, sonra da belediyenin web sitesinden buldum detayları. Proje benim çok hoşuma gitti. Detaylar için
buraya tıklayıp hemen biriktirmeye başlayın ve göndermeyi unutmayın olur mu?

24 Temmuz 2007

Doğumgünleri ve Günlük Dostlukları

Oldum olası ''Temmuz'' ayını severim, neden sevmeyeyim ki, yazın ortası, bol güneş, deniz mevsimi, okulların tatil olduğu zaman diyerek liste uzar gider ama en önemlisi benim gibi bir yengeci, yengeç yapan aydır!

Çocukluğumda, çok önemli bir güne hazırlanırmışçasına hazırlıkları günler, haftalar önceden başlardı. Limonata yapılması adettendi. Yaygın değildi soğuk meşrubatlar. Pek yoktu eskiden öyle çeşit çeşit meşrubat, varsa bile kendi yapmadığın birşeyi sunmak adetten değildi belki de. Bir yandan kocaman emaye kovalarda, cam kavanozlarda, limonlar sıkılır, kabukları içine atıp, şekerle birlikte özlenmek üzere bekletilirdi. Diğer yandan vişne likörü ve de vişne suyu için vişneler hazırlanırdı. Dedem ve babaannemin uzmanlık alanı likördü. Annem de limona için savaş verirdi. Bir gün öncesinden ''Görgülü'' 'ye gidilir, özel pasta siparişi verilirdi. Tuzlular, tatlılar... Ev ahalisini görseniz düğün ya da nişan var zannedersiniz. Ne olacak? Dilek'in doğumgünü! O sabah öpücükle uyandırılır, iyi ki doğdun birtanemiz denir, tek tek babaanne, dede, anne ve baba tarafından şımartılır... Sonra siyah 1935 model Austin'e atlanır, doğru Görgülü yolu tutulur, pasta teslim alınır. Baba kestirme yollardan ve yeni keşiflerden pek hoşlandığından asfalt dökülmemiş yola sapılır ve hoplama, zıplamalar eşliğinde eve dönülürken, pasta arka camdan hoplayarak kucağımıza gelir! Hasar kontrolu yapılır, evde adam edilmek üzere yola devam edilir... Pür neş'e arkadaşlar gelir, nedense anneleri de onlara eşlik ederdi. Sonra biz oynarken, gürültü yapmayın çocuklar sesi yükselir. Dilek içinden sizi neden çağırıyorlar acaba diye düşünürdü... O sırada baba gelir, haydi bakalım kayıt zamanı der, koca iki dönen diskten oluşan teybe kayıt başlardı. Tek tek kuzenlerden, arkadaşlardan günün önemine ait izlenimler alınmadan önce Dilek'e mikrofon verilir ve o ''Bugün 13 Temmuz, benim doğumgünüm, hoşgeldiniz kardeşlerim'' diyerek açılışı yapardı.


Benli Canan da o gün açardı. İlginç bitki idi, ne bir gün öncesi, ne bir gün sonrası, tamı tamına o gün. Yıllarca hiç değişmedi. Yaşça ondan büyüktü ama senelerce çiçeğini ona armağan etti.

Bu keyif kaç sene sürdü hatırlamıyorum. Yazlık evlere kaçış dönemi başlayıncaya kadar, sanırım. Yazlıklara gidilmeye başlanınca, uzaklara gidenler gelemez oldu. Dayday uzaklara taşındı, el sallayıp çağırdığım kuzenler de gelemeyenler arasına katıldı. Ama aile içinde kutlama hiç eksik olmadı. Bazen kuzenlerle buluşuldu. Ayşecik yengesi taaa ki annesi aynı gün vefat edene kadar onu hep aradı.

Canı, birtanesi, babası, hasta yatağında, amansız, o illet hastalıkla mücadele ederken bile onun pastasını düşündü. Elinde telefon artık Görgülü'ye gidilemediği, böyle bir pastane olmadığı için, bu sefer evlere servis yapan Pelit'e pasta siparişi vermeye çalıştı, gücünün son zerrelerini kullanarak.(Bu sahne asla ve asla unutulmayacak!)

Geçen sene kuzen Cevat; ''Evde misin bugün?'' dediğinde neler oluyor anlayamadı. kapıda elinde bir sepet Türkiye'den gönderilmiş çiçekle duran adamı görünce gözlerine inanamadı. Sevincinden zıp zıp zıpladı. Sonra yakınlarından uzak olduğu için oturdu ağladı.

Bu sene mi? Yeni tanıştığı arkadaşları ona sürpriz yapıp pasta aldı. Onlarda kutlandı. Goncası işten eve erken geldi, aldı yemeğe götürdü. Arkadaşları, sevdikleri unutmadı ve aradı. Mesafelere aldırmaksızın telefonlar çaldı durdu. MSN'den mesajlar yağdı.

Ama bütün bunların yanında çok çok özel bir doğumgünü hediyesi aldı. Çooook uzaklardan Amerika'dan, daha yüzünü bile görmediği, sesini bile duymadığı bir dosttan! Doğumgününe tam 1 gün kala, kapıda bir paket belirdi. İçinde de Cirque Du Soleil DVD'leri, CD'leri... Bu o kadar anlamlı, o kadar güzel bir hediye idi ki, sulugöz Dilek gene oturdu ağladı. Sonra da bangır bangır CD'yi dinledi, ardından DVD'leri seyretmeye başladı.

Can dost, sevgili
Bezen, çok ama çok teşekkür ediyorum. Yanımda olduğun için, dostluğunu hissettirdiğin için. Hızır gibi yetiştiğin için. Senin gibi bir arkadaşa sahip olmak en büyük hediye!


Eh bu ay doğumgünleri bitmedi. Bir de günlüğünki var! Onu açalı epey oldu. Mart 2005 ama yazamamıştım o dönem. Hem Türkiye'de babamın hastalığı ile olan mücadele, hem de şablon seçimi, nasıl bir düzenleme olması gerektiği... İlla en güzeli bulmaya çalışıyordum. Sonra baktım ki en güzel yok! Ucundan bucağından tutmak lazım. Sevgili hocam İsmail bey; ''Haydi başla artık, sırf e-postalarda fotoğraflar yollayıp anlatma, internet ortamında da paylaş'' dedi... İlk gmail davetiyesi de ondan gelmişti. Ne iyi olmuş o adresi almam... Bilgisayarımızın olmadığı dönemde çöldeki vaha gibi idi. Teşekkürler hocam. Sonra TD yetişti imdada, yorum bırakıp itici kuvvet olmakla kalmadı, elinden gelen bütün yardımı esirgemedi. Goncamı kandırdık sonra, birkaç tane şablon bulup, oylamaya sunduk, minik kuşlu olan kazandı, başladık yazmaya...

Ben dostluklarımızdan, aramızdaki konuşmalardan, paylaştıklarımızdan çok memnunum. Farklı günlerde, farklı sürprizlerle karşılaşmak, sizleri sizin dilinizden dinlemek, okumak çok güzel... Her birinizi ayrı ayrı sanal da olsa tanımak çok güzel. İyi ki varsınız, birlikteliğimizin daim olmasını diliyorum.

19 Temmuz 2007

Türk Festivali 2007

Üye olduğumuz e-posta gruplarından birinden TurkishFest 2007'nin yapılacağı haberi alır almaz, dedik bu sefer gidiyoruz! Her seferinde ya biz tatile giderken düzenleniyordu, ya yağmur yağıyordu, bir şekilde engel çıkıyor, gidemiyorduk. Bütün arkadaşlara da haber ettik. Biz gidiyoruz, gelenlere de yeri burasıdır diye. Çıktık erkenden yola. Erken diyorsam horozlar ötmüş, kahvaltıları bitmiş, öğle yemeğini düşünür hale gelmişlerdi, ama tatil günü için bize henüz erkendi. Eh bazı arkadaşların biz yoldayken kahvaltı saatinde olduklarını öğrenince abartmadığımı anladım.
Defne , ''La Ballerina'yı bulacağız'' diye başımın etini yerken, ben ''hayır Thames Barrier'e gideceğim'' diye tepiniyordum. Onun ''Aman ya, aman ya, ne yapacaksın, gidince büyüyecek misin?'' laflarına aldırmadan, Londra'ya varır varmaz(45 dakikalık bir tren yolculuğu sonucunda) kendimizi önce tube'de(Londra metrosuna böyle diyorlar), sonra da The Tower yakınındaki makinisti olmadan, otomatik hareket eden trenlerin gittiği DRL istasyonunda bulduk. Ver elini Thames Barrier dedik. Bol bol fotoğraf çekip, dönüş yolunda Defne ve eşine telefon ettik, South Bank'te TurkishFest'in olduğu parkta buluşmaya karar verdik. Eh Defne'nin Thames Barrier'e inatla gitmediğinin ama çok şey kaçırdığının altını çizmek lazım bu noktada. Biz buluşma yerini ararken, ben 'bayraaaaaak' diye bağırmışım, millet bana baktı anlamsız bir şekilde. E ne de olsa, bu ülkede öyle bağrış çığrış dolaşan pek kimse yok! Ama Thames Nehri'ne nazır dalgalanan bayrağımızı görüp de sevinmemek de mümkün değil! Bayrağa doğru yürürken, karşımıza elinde bir kasa simit tutan iki Türk çıktı. Şivelerinden anlaşıldığı üzere Kıbrıslıymışlar. Ben simit hasreti ile isterim diye tutturunca, ilk açılışı simitle yaptık. Türkiye'de en son fiyatı nedir bilmiyorum ama buradaki fiyatı 1 pound idi! Oyyy demişim ben duyunca! Neyse çaktırmadık. Satanların birisi postanede memurmuş, biri de devlet dairesinde. ''Anne babamız bizi ATV'de görünce işinize ne oldu, simit satıcılığına mı başladınız diyecekler'' diye yeriniyorlardı ama günlük hasılatları belki de aylık kazançlarını bulmuştur!
Etkinliği Turkish Forum UK düzenlemiş. Programı da onlar oluşturmuş anladığımız kadarıyla.

Neler var, neler yok diye bakınırken, kitap satış standlarını, özel Türk okullarının standlarını gördük.

Hazırlanan sahnede bir baktık bir hareket var, izlemek üzere yaklaştık. Derken dansöz kızımız kıvırmaya başladı, her milletten öğrencileri ile. Fotoğrafta sol taraftaki öğretmenleri. Diğerleri de öğrenciler... Burada iki kişi net görünüyor, sayılarını hatırlamıyorum ama kalabalıklardı. Dansları bitince seyircileri çağırdılar öne, biz Türkiye'de utanmayız, müzik duyduk mu başlarız oynamaya dedi kızımız ve herkesi oynattı, yabancıların oynayışlarını görmeniz lazımdı. Hele yaşlı bir teyze vardı, öldürdü beni gülmekten! Tek eleştirdiğim nokta, madem bu Türk festivali ve öğretmen de Türk, neden Arap müziği eşliğinde oynarlar ki? Sonra bizi Arapça konuşan, Arap harfleri ile yazan, çarşaflarla gezen insanlar olarak tanıyorlar kızıyoruz!!! Biz durumu kavrama aşamalarındayken, ekip teker teker aramaya başladı. Önce Sevda'lar geldi, sonra da Defne'ler... Cambridge'den başka arkadaşları da gördük ama onlar bizi göremediğinden uzak bir mekanda konuşlandılar. Biz de bu arada boğaz kavgasına giriştik.



Boğaz kavgasında ilk raund şişli, köfteli sandwichlerdi. Bir et, bir tavuk şiş, bir köfte, çeyrek pide, bir de ayran! Ooooh ohhh dedik. Defne'nin sitesindeki karpuz yiyerek sucuk pişiren amcayı görün derim! Sucuk ekmek satıyorlardı onlar da. Nehir kenarına iliştik, bayraklara nazır öğle yemeğinizi yedik. Benim goncamın rüzgarda devrilen ayranı ile beni yıkaması gibi küçük bir de facia yaşadık. Ama günün anlam ve öneminden ötürü hiç kaale almadık. Defne haftalardır sayıkladığı poğaçalarına kavuştu. Benim goncayı(eşimi yani) elinde koca bir kutu baklava ile gördüğümü sandım bir an, ama sonra yanakları şiş yoooo, yoktu öyle birşey diye reddetti. Bangır bangır Tarkan dinledik bir yandan...
Benim hevesle beklediğim minikler Kıbrıs Halk Oyunlarını sergilediler. Pek gururlandım. Yadellerde böyle görüntüler insanı ağlatıyor, ben zırladım bir ara, dip not olarak bunu da geçeyim. Aferim bu bızdıklara. Erkeklerin orak çevirmeleri, başlarında su taşımaları, kızların sepetli dansları... Özlemişim ben, çok özlemişim. Bu Azeri teyze ne yaptı ben çözemedim. Elbise desek, İspanyol elbisesini anımsatıyor, müzik başka, oyun başka... Pek güzel yürüdü, kendi de pek güzel bir hatundu da, yaptıkları arasında pek alaka kuramadık biz. Azerileri temsil etmiş oldu ama daha güzelini beklerdim.
Defne dondurma diye tutturunca elimiz mahkum girdik kuruğa, e malum gelenler bizimkiler olunca, kaynakçı da çoktu! Kuyruk bir türlü ilerleyemedi. Hollanda yapımı, Türk etiketli dondurmalarımızı yedik. Birara Defne yere mendil açacaktı ama mendil bulamadık. Bulsaydık, fal bakıp masrafları kurtarırdık belki! Bir hanım kuşlarına niyet çektirdi. Gelenler de etrafını sardı. Anlayacağınız, yok yoktu. Biz de keyifli dakikalar yaşayıp hasret giderdik. Tanıtım var mıydı diyorsanız, hayır yoktu. Vardı da, benim dilediğim ölçülerde yoktu, gönül isterdi ki, Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın da bir standı bulunsun. Onlar da dev bir ekrandan Türkiye görüntüleri yansıtsın. Broşürler dağıtsın. Orada bizbize idik. Gelen gidenler ya bizimkiler ya da yakınları idi. Yaşlı bir teyzeyi bile sandalye ile taşıyıp getirmişler, yürüyemiyor diye. Özlemle bakıyordu, olan bitene... Bu ülkede yaşlanmak mı? İnşallah o kadar uzun kalmayız...

16 Temmuz 2007

Limonlu Tarifler ve DDD

Epey yoğun bir hafta geçirip, üzerine bir de yaşlanan ben, haftasonu soluğu arkadaşlarla birlikte Londra'da aldım. Defne ile gene o kare senin, bu kare benim diyerek fotoğraf çektik... Bu ülkeye yeni alışmaya çalışan Sevda ile neler yapabileceklerimizi konuştuk derken TürkFest'te, TürkFest sonrasında da Covent Garden'da güzel bir gün geçirdik. South Bank'te, Thames nehri kenarında, St Paul'e karşı Türk bayraklarını dalgalanırken görmek pek keyifli ve de pek güzel idi... Eve geldiğimde yorgunluktan ne zaman uyuyakaldığımı bile hissetmemişim. Dolayısı ile bugün yapmayı ve fotoğrafını çekmeyi planladığım, tarifini buradaki Yunan arkadaşım Jutta'dan aldığım, cheesecake'i yapamadım. Onun fotoğrafı yerine cuma günü bizleri evine kabul eden, sonra da bana çaktırmadan bir sürpriz yapan Sevda'ya giderken yaptığım Ev Cini'nin harika misket limonlu kekinin fotoğrafı ve çok çok severek yediğim, Jutta'nın limonlu cheesecake'inin tarifi var! Bu tarifte diğer cheesecakelerden farklı olarak irmik ve puding var.

Tariften önce de bir hatırlatma yapmak istiyorum. Bugün DDD etkinliğimizin yazısı Mor Koyun'da sizleri beklemekte. Hem eğlenmek, hem de öğrenmek için, yazılarımızda hata yapmamak için mutlaka ziyaret edilmeli!

Gelelim tarifimize...

Jutta'nın Limonlu Cheesecake'i

Malzemeler:
125 g tereyağı (ve ya 1 çay bardağı sıvı yağ)
4 adet yumurta
250 g (1+1/4 su bardağı) toz şeker
1 paket vanilya (1 çorba kaşığı)
1 adet limonun suyu ve rendelenmiş kabuğu
1 kg ''Quark Cheese'' (yerine süzme yoğurt kullanılabilir)
1 paket vanilyali puding ya da custard (1 paket = 1 çay bardağı, toz halde katılacak)
1/3 su bardagi çok ince irmik
2 çorba kaşığı kabartma tozu

Yapılışı:
Bütün malzemeleri sırası ile karıştırarak kelepçeli kalıba yerleştirin. 175 santigrat derecede (ayar 5) bıçak ile kontrol ettiğinizde, üzerinde hamur bulaşığı kalmayacak hale gelinceye dek pişirin. İsterseniz üzerini mevsime uygun meyvelerden yapacağınız sosla renklendirebilirsiniz.

Seveceğiniz ümidi ile...

09 Temmuz 2007

Gonville and Caius College


Bazı arkadaşlarımız soruyor, nereden biliyorsun şehirle ilgili olayları diye, öncelikle gördüğüm şeyleri nedir diye araştırıyorum, sorup soruşturuyorum, şehir ile ilgili kitapçıkları okuyorum ve bu sene de U3A bünyesinde Cambridge Tarihi kursuna gittim, şehir rehberlerinden biri olan David'den bilinmeyen yönleri ile şehri tanıyarak, kısa notlar almış oldum.


Gelelim Gonville and Caius College'e... Burası Cambridge'de geç keşfettiğim kolejlerden biri. Daha bu kış, arkadaşımla dolaşırken kapısında ''Ziyaretçilere Açıktır'' yazısını görüp içine girebildiğimiz, ama günlük hayatta hergün kolej olduğundan bile habersiz olarak önünden geçtiğimiz bir bina idi.


Cambridge'de her sokak ayrı bir hikaye, ayrı bir tarih parçası. Aslında her yeri dikkatle inceleyip, daha önce kimler yaşamış, neler olup bitmiş öğrenmek gerekiyor.


Bu kolej de 1348 yılında Edmund Gonville tarafından kurulmuş. Kütüphanesi, ibadethanesi(her kolej içinde bir de ibadethane bulunduruyor ve kolejin idarecisi aynı zamanda dini lideri kimliğini koruyor), yatakhaneleri ile uzun yıllar eğitime hizmet veriyor. 1557 yılında hem kolejin eski öğrencisi, hem de yöneticisi Dr John Caius tarafından kolej yeniden elden geçirilerek hizmete açılıyor. Dr John Caius'in esas soyadı Keys imiş, ancak uzun yıllar İtalya'da Padua'da kaldığı ve Latince olarak eğitimine devam ettiği için, soyadını da Latince olarak yazmaya başlamış ve ''Keys'' olmuş ''Caius''. Söylenişi farklı olması gerektiği halde, orjinal soyadına sadık kalınarak ''kiiyz'' şeklinde sabitleşmiş.


Kolejin binası, Senato Binası denilen, mezuniyet ve ödül törenlerinin yapıldığı binaya yakınlığı nedeniyle pek çok ilginç olaya da sahne olmuş.


Bu kısa girişten sonra, bu kolej hakkında daha sonraları yazılarımızı hazırlayacağımızı belirterek, gelelim söz verdiğim esas hikayeye...


8 Haziran 1958'de sabah saat 06:00'da sabah kuşları çimlerde solucan ararken(diye yazıyor kendi web sitesinde, benim kargalı olan deyiş aklıma geldi ya neyse, edebi kısmı bozmayalım!), çok ilginç bir manzara ile karşılaşılır...


85 feet yüksekliğindeki Senato Binası üzerinde, görenleri hayrete düşürecek bir manzara vardır! Üç polis, sabah kıyafetleri içindeki fotoğrafçı, bazı öğrenciler dili tutulmuş halde, çatıya bakıyorlarken siyah Austin Seven kamyonet, sabahın ilk ışıklarında çatıdan onları selamlıyordu...


Yıllar yılı, bu çatıda uyuma hikayelerini efsane olarak dinleyen, zorlu okul şartlarından bıkan, ama okurken de cezaların ağırlığı nedeniyle, herhangi bir eyleme kalkışamayan dört mühendislik öğrencisi, intikamlarını mezuniyet günü çatıya 800 kg ağırlığındaki, bu siyah kuşu kondurarak alıyor, mezuniyetin zaferini kutluyordu.


Cambridge'de saatler ilerledikçe, bu olay duyulur, ülkenin dört bir yanından gazeteciler gelir, fotoğtaflar çekilir, BBC yayım yapar, haber sırf ülkede değil, dünyada yankılar uyandırmaya başlar. Failleri aranır, aranır, aranır... Civardaki binaların çatıları olayı izlemek isteyen basın mensuplarınca işgale uğrar. Ama sırrı bir türlü çözülemez. Yıllar sonra kolejin resmi web sitesinden eylemi gerçekleştiren öğrenciler kendileri neler olup, bittiğini yazarlar...

Nasıl çıkarttıklarının hikayesi uzun ve ilginç, okumak isteyenlere, kolejin resmi web sitesi önerilir.


Kolejin bir başka özelliği de, kule şeklindeki mimari yapının en üst katında yer alan odadan, senato binasına atlayan öğrencileri ile ünlenmesi. Gene, bu çatılarda yatma olayına tepki olarak, bazı öğrenciler, bu bahsedilen yerdeki odadan, senato çatısına atlayış yaparlarmış. O devirlerde asfalt olmadığından, yerler dinmeksizin yağan yağmur nedeniyle vıcık vıcık çamur olduğundan, düşen öğrencilerden hiç ölen olmamış. Vücudunda çeşitli yerlerinin kemikleri kırılanlar olmuş, bir kişi de tümüyle felç olmuş, ama ilginçtir ki hiç ölen olmamış. Kolej sonunda odayı kalması için verdiği öğrencilerden özel anlaşma imzalamasını istemek zorunda kalmış. Oradan karşı binaya atlamayacağına, atlayanlara yataklık etmeyeceğine, eğer böyle bir eylemde bulunursa, kolejden atılmayı kabul edeceğine dair zorlu bir anlaşma imzalayan öğrenci, o odada kalabiliyormuş. Ayrıca yetkililer, bir de demir çubuğu önlem diye pencere önüne yerleştirivermiş.




Dünyanın en zeki öğrencilerinin geldiği bu üniversitede, bir şekilde uyutularak, onların atlamalarına engel olamayacağımı bildiğimden, asla o odada kalmak istemezdim herhalde!

Bir yasak, o yasağa tepki ve yaşanan olaylar böyle... Ne diyelim, akıllıca, mantıklıca, toplum yararınca konulacak kurallar dileyelim bizler de!