27 Eylül 2011

Mıhlı Çayı - Başdeğirmen Köprüsü

Bu yazıyı okumadan önce, eğer seyretmediyseniz, Dedetepe Çiftliği yazısındaki minik filme bakmanızı öneririm. Zira o film ile böyle bir yerin varlığından haberim oldu benim.

Dedetepe'den ayrılırken, Erkan bey'e, o köprü nerededir diye sordum. Arabayla gidecekseniz, bizim çiftlikten çıkınca hemen ilk sola dönün dedi. Tamam deyip vedalaştık ve ilk sola şüphe içinde döndük. Zira yol daha çok yayaların geçebileceği kıvamda göründü gözümüze. Sonra bir baktık bir derecik. Ama Dedetepe konukları yazmış olsalar gerek, eğlenceli bir tabela, suyun arabanın geçebileceği derinlikte olduğunu söylüyordu. Güvendik geçtik, aracımızın amfibi olduğunu da anladık!


Sonra bir tahta köprümsü çıktı karşımıza, o da sanki daha çok yayalar için yapılmış gibiydi. Ama kocaman bir araç karşıdan gelip de oradan geçince anladık ki, biz de geçebiliriz.

Az ilerisinde de bir çay bahçesi vardı. Ufaklığın biri çıktı önümüze ve dedik bu yoldan gidebilir miyiz? Yoksa duralım mı? Az daha gidebilirsiniz dedi, az daha gidip, geri kalanına güvenemeyip durduk. Ondan sonra yanımızdaki böcükle uzun ince bir yola girmiş olduk, bu sefer yaya olarak! Etrafta onun ilgisini çeken o kadar çok şey vardı ki! Güvenlik bağını taktık. Önde babamız, arkada böcük, onu tutan ben yola devam ettik. Zaman zaman anne ile baba yer değiştirdi, zaman zaman babanın kuzeni öne geçti derken bir baktık merak ettiğim o güzelim köprünün önündeyiz. İşte o an, mayolarımızın yanımızda olmadığına pek üzüldüm. Hava o kadar çok sıcak ve su o kadar çok soğuktu ki!

Köprü Romalılar'dan kalmış ve onun üzerinden Truva'ya gidilmekteymiş. O devirde, bu kadar incecik bir köprüden atlar, kervanlar nasıl geçer diye hayrete düşmemek elde değil.

Biz değirmenin yanında suyun içine yapılmış masalı oturma yerlerinden birisinde soluklandık. Orayı boş bulduk zira. Küçümen süt diye tutturdu. O sırada o da gösterdiği performansa devam edebilmek için sütünü içti. Tam çöpümüzü nereye atabiliriz diye bakınıp yola devam edecekken, omzumda Burcu ablamızın elini hissettim. Meğer onlar da ara sırasında oraya gelmişler. Bir su kenarından bahsetmişlerdi ama aynı yer olabileceği aklıma gelmemişti. Biz daha fazla rahatsızlık vermeyelim yola devam edelim dedik. Oturduğumuz yeri de onlara bıraktık... Biraz yukarı doğru tırmanıp köprüden geçtik. Ben bahsedilen şelâleyi de görme niyetinde idim. Yoldaki ufaklıkların anlatımına göre, köprünün biraz üzerinde idi şelâle. Sağımıza baktık, solumuza baktık, yolu Uğur böceği ile gidilecek kadar güvenli bulmadık. Köprünün üzerinden geçip değirmenin yanına vardık. O arada gene bir ufaklıkla karşılaşıp ona da danıştık ama anlattıklarından devam edebileceğim bir yol olmadığına, hâlâ düzelmemiş bir sol bacakla ve Böcükle o kadar cesur olmamam gerektiğine kanaat getirdim.
Eskiden gözümü kırpmadan geçerdim böyle yerlerden, ama hem anne olmak, hem de bir dönem düzgün yürüyememek adamı böyle yapıyormuş demek! Risk alırken bir kez daha, bir kez daha düşündürüyormuş.

Ardından geldik değirmene yeniden ama bu sefer tam göbeğine iniş yaptık.
O sıcakta içi ne güzel serindi. Bütün gün orada oturup, buz gibi suda eğlenenleri seyrederek bile dinlenir insan. Ama bizim o kadar vaktimiz yoktu.
O değirmen kimlere un öğüttü, neler yaşadı, neler gördü diye düşündüm içindeyken. Keşke eski değerini bulabilse, gene değirmen olarak hizmet verebilse dedim.

Biliyor musunuz, taş değirmene hangi buğday girerse, unu da o. Ama günümüz değirmenlerinde farklı farklı hazneler var. Herkesin bugdayı aynı yere akıyor, oradan çıkıp ayrı gözlere giriyor. Ama nihayetinde birbirine karışıyor. Sizin buğdayınız ilaçlı, benimki ilaçsızsa, illâ ki birbirine değiyor ve o kirlilik ona geçiyor. Ama taş değirmen temizlendiğinde bu olasılık yok. Hem kullanılan enerji açısından, hem varolanı yokolmaya bırakmama açısından, hem de bu en son anlattığım durum açısından taş değirmenler o kadar değerli ki! Bildiğiniz benim atladığım başka özellikleri de varsa söyleyin, hemen ilâve edelim hatta.
Herkes eski, yıkık, dökük bir yer gözüyle bakarken, ben değirmene ne kadar kutsalsın diyordum içimden... Keşke yeniden bir can gelse sana diyordum...
Tam geldiğimiz yoldan geriye doğru dönecekken, bizim Uğur Böcüğü'nün Upuscuklarına denk geldik. Fırsat bu fırsattır deyip fotoğraflarını çektik. Daha doğrusu çekmeye çalıştık. Zira sandığımızdan daha hareketli çıktılar. Durduklarında da bize uzak kaldılar. Çok net fotoğraflayamadık.

Ben de yakından bir bambus olduğunu tahmin ettiğim arıcığın fotoğrafını çekeyim dedim.

Böcük Upuscuklarına şarkı söyledi.


Derken bir baktık suya copppp diye birşey atladı. Topunun peşindeki kuçucuğu istemeye istemeye suya sokmuş oldular. Zavallıcık hem topunu hem de suyu seviyor belli ama soğuk suya girmeyi de hiç istemiyordu. Gene de dayanamayıp yanımızda birkaç kez topunu kurtarmak zorunda kaldı.
Sonrasında yavaş yavaş dönüş yoluna koyulduk biz. Burcu ablamız uzaktan el sallıyordu, elinde makine ağaca konan birşeylerin fotoğrafını çekmeye dalmıştı, belki blogundan yazısını da okuruz çektiği fotoğrafın, kim bilir? Aaa bu arada Burcu ablamız, eğer bu yazımızı okursan, biz çıkartma kitaplarına devam ediyoruz. Hatta böcük artık kendi kendine çıkartıp, nereye yapışacağını bulmaya bile başladı, bu konuda uzmanlaşacak, kararlı görünüyor. Ben sana daha erken demiştim galiba değil mi? Böyle de erken olmadığını gösterirler adama dedirtti bizimki... Daha neler öğreneceğiz ondan bakalım?
Kazdağları ve civarının olağan manzaralarından biri. Soğutma sistemi, Mıhlı Çayının buz gibi suyu...

Bizimki de sudan payına düşeni aldı zaten. Bir başka kuyuda suya taş, toprak ne bulursa atma girişimi olmuş. Babaya emanetti kendileri, özgürlükten yana babamız serbest bırakmış... Böcüğü sırılsıklam halde buldum bir içimlik çay sonrası... Kuyuya birşeyler atmaya çalışırken yanına yaklaşmış, suya ellerini sokmuş derken kendisi de nasibini almış. Buz gibi idi kolları, üstü... Allah'tan yanımızda bol yedek kıyafetle geziyoruz. Üzerimizi değiştirip, çaylarımızı bitirip yolumuza devam ettik.
Mıhlı çayı ve Başdeğirmen Köprüsü ile ilgili daha başka yazılanları, günlükleri de okumak isterseniz, aşağıdaki bağlantılara bakabilirsiniz:




Macerayı seviyorsanız da bize bakmayın, o şelâleyi bulmak için mutlaka yollara düşün derim...

12 Eylül 2011

Dedetepe Çiftliği


(Video Youtube Buğday Derneği Kanalı'ndan alınmıştır)

Pi-nik Kuş'da Ayça, ''BİR RÜYA...'' demiş Dedetepe için.

Gerçekten bir rüya...

Doğa seven, kuş sesleri ile uyanmak, gece karanlıkta ateşböceğinin ışığını takip etmek, cırcır böceklerine susun artık demek, zeytin ağaçlarının gölgesinde oturmak, yıldızlara göz kırpmak, toprağa elektriğini vermek ve huzuru bulmak isteyen herkesin rüyası hem de.

Yakınlarında buz gibi suları olan bir nehir... Çiftlikte bol oksijen, bol temiz gıda. Yakınlarda deniz... Daha ne ister ki insan? Üstelik bol idman, ya yürüyeceksiniz, ya bisiklete bineceksiniz bir yerlere gitmek için hem de betonda değil, yapay yollarda değil, gerçekten doğada, doğa imiş gibi yapan yerlerde de değil... Petrol canavarları kenarda dursun bir zahmet!

Aaa öyle odanızdan denize gireyim, bilmem kaç çeşit görüntüde, ye beni diyerek, sizi için için yok edecek gıdalar yiyeyim, yan gelip sezlongumda yatayım, klorlu sularda havuzda yüzeyim falan diyorsanız, bilmem kaç tane kıyafet giyebilmek için bavul taşımaktan helak olmak istiyorsanız tatilde, kendinizi katletmek için yer arıyorsanız hele, Dedetepe hiiiiiç size göre değil.

Dedetepe'de dostluk var, insan gibi insanlar var, yardımlaşma var, kendin olma ve kendini bulma var... Çocuklar özgür. Benim gibi herşeye bık bıklanan birinin çocuğu bile özgür kaldıktan sonra düşünün artık... Ben ne kadar anlatsam az, gidip görmek gerek. Herkesin kendi yüreğindekini bulması gerek. Her türlü yapay lüksten uzak orası. Ne kadar doğal, o kadar iyi şeklinde yaşıyor her gelen misafir. Öyle ki, çiftliğin ev sahibesi Tamahine, doğal doğum hareketini destekliyor. Doğallık daha insanoğlunun dünyaya merhaba demesinden, doğumdan başlıyor yani orada.

Facebook'tan Erkan bey'e (çiftliğin ev sahibi) yakınlardayız ve ziyaret etmek istiyoruz dediğimde, ne zaman isterseniz haber edin demesi ve hemen telefon numarasını vermesi büyük incelikti.

Tam da aynı zamanlarda Doğa Güncemiz - Burcumuz, bir eğitim için Buğday Derneği'nin Çamtepe Ekolojik Yaşam Merkezinde olunca ve Dedetepe de Çamtepe'nin konaklamasını sağlayınca, yollarımız kesişti. Hemen Burcu'ya da haber ettik. Müsait olduğu gün ve saati tespit edip, Erkan bey'e geliyoruz diye haber verdik.

Bizim Uğur böceği, babaannesi ile birlikte turabiye(kurabiye) ve poğaçalarını hazırladı. Eşimin amca torunu Esra'yı da alarak, çoook sıcak bir günde, tam da öğle saatinde, sepetimizde yiyeceklerimiz, düştük yollara.

Böcek daha arabadan iner inmez rüya çiftliğinin, Rüya'sı ile karşılaştı ve ondan sonra bizim kızı bir daha gören olmadı... Bir oraya koştu, bir buraya... Arada gelip yaşıtı Rüya'yı sordu. Yerde ne bulduysa havalara attı, eğlendi eğlendi eğlendi... İlk defa bu kadar çok güneşte kaldı, ama bana mısın demedi. Ne bizi aradı, ne yemeği, ne içmeyi... Özgür olmanın tadını çıkarttı. Bulduğu salıncağa atladı, sallandı. Yanında kime denk gelirse diyalog kurdu, Nehir ablasına sallar mısın beni dedi ve birlikte oynadılar. Tavukların, köpeklerin yanında özgürce korkmadan onlara baktı. 2,5 yaşında kendi kendine neler yapacağını bir güzel gösterdi bize.

Burcu ablası ile tanıştı. Onunla konuştu, oynadı ve bize hediye ettiği kitaplara bayıldı!
Yabani Çiçekler'i daha önce Doğa Güncem'de görmüş, epeyce zor bir şekilde de İstanbul'da bulabilmiştim. Tatilde gideceğim yerlerde, gördüğüm, bilemediğim çiçekleri tanımama yardım etsin diye, tesadüfen yanımda idi. Yanıma alırken ne Dedetepe'ye gideceğimi biliyordum, ne de çevirmeni Burcu ile tanışacağımı...

Burcu ablamız da, bize diğer çevirisini yaptığı kitaplardan getirmiş(daha sonra onları da size daha detaylı anlatacağım). Hem hediye etmesi hem de böcük için imzalaması da büyük incelikti. Ona çok teşekkür edip, kocaman öpüyoruz.

Böcük, Burcu ablasının imzalarken yazdığı gibi, gördüğü ağaçları kucaklıyor artık! Çıkartma kitaplarından da çiçeklerin tek tek adını öğrendi. Hızını alamayıp serinin diğer kitaplarına geçti. Bu aralar bahçedeki canlıları tanıyoruz...

Burcu ablamızın eğitmen olarak katıldığı eğitim, sabah 05:00'te günün ilk ışıklarında başlamış. Kuşları gözlemlemişler... Öğle yemeğinin ardından yakındaki buz gibi nehirin sularıyla buluşmaya gideceklerdi. Akşamüstü de Haiku vardı, Burcumuzun davet ettiği, çok isteyip de katılamadığımız...
Biz oralardayken bizimle gelen böceğin kuzeni Esra'yı istemeye geleceklerinin haberi geldi zira... Birkaç defa oğlan evine kız evi naz evi dedik, sonra da kızı verdik, gitti gider...

Öğlen yemeğinde haydi hep birlikte dediler, bize katılın... Gönüllülerin pişirdiği leziz yemeklerden tadabilme şansımız oldu. Rüya'yı yemek yerken gören böcük de yanımıza yaklaşıp(yoksa yakalamak ne mümkün!) bir güzel karnını doyurdu. Üstelik bana şundan da ver, bundan da ver diyerek! Bak sen böcük dedirtti.

Biraz daha Burcu ablamızla konuşup, bizim turabiye ve poğaçaları Erkan beye teslim ettiğimizde Çamtepe sakinleri de yemek yemeye Dedetepe'ye gelmişlerdi. Anne kurabiyesi adını verdiler böcükle babaannesinin eserlerine...
Niyetimiz bir de Çamtepe'ye merhaba demekti, ama herkes oraya gelince, bir başka sefere dedik... Çamtepe'ye gidemesek de, Güneşin Aydemir gibi tatlı biri ile tanışma şansını bulduğumuza da çok sevindik.

Gönlümüz, aklımız Dedetepe'de kalarak, oradakilere veda ettik. En yakın zamanda organize edilen, böcüğü de dahil edebileceğimiz bir başka eğitimde buluşmak(hatta belki de Burcu'nın eğitmen olduğu) ya da özellikle yolumuzu oraya düşürmek üzere... 

Dedetepe ziyaretçilerinin daha doğrusu gönüllülerinin yorumlarıyla birlikte çok hoş bir yazıya buradan ulaşabilirsiniz.

Aklınızda olsun ve mutlaka Dedetepe'nin etkinlik sayfasını web tarayıcınızın favoriler kısmına eklemeyi unutmayın!

Daha detaylı fotoğraf isterseniz Pi-nik Kuş'u sizi bekler. Ben rüyadan uyanamamışım ve ilk defa bu kadar az fotoğraf çekmişim ne yazık ki. Biraz da oradakileri rahatsız etme endişesi ile...

Dedetepe'nin kuruluş öyküsünü merak edenleri de buraya alalım...
Buğday Derneği'nin Ta Tu Ta (Tarım Turizm Takas) projesinden desteğimizi eksik etmeyelim.

Biz sizi çok sevdik Dedetepeliler... Dileğim yollarımız hep kesişsin...

05 Eylül 2011

Kara Buğday ve Greçka

İngilizcesi ''buckwheat'',  Latincesi ''Fagopyrum esculentum Moench'' olan bu bitki ile teorik olarak tanışmamı Permakültür Yahoo grubuna gelen bir soru, yüzyüze tanışmamı ise Bayramiç - Yeniköy ziyaretimiz sırasında Mustafa bey sağladı. Fotoğraflar da Bayramiç - Yeniköy'den.

Üçgenler prizmasına benzer tohumunun tadına baktım ilk. Çörekotunu andıran, hoş, değişik bir tadı var. Önceki gün de, greçka yapıp getirdi komşularımızdan birisinin Gürcü yardımcısı Nana. Böylece bulgur pilavına benzer yemeğini de öğrenmiş oldum.

Marketlerde, pek çok yerde varmış artık karabuğday, bizim tanışmamız pek geç olmuş meğerse!

Genelde Ukrayna kaynaklıymış ticari olarak satılanlar. Yiyecek maddelerinde, Ukrayna denince, hem genetiği değiştirilmiş organizmalar konusunda pek çok çalışmayı sürdüren, uygulayan ülke olması açısından, hem de yıllarca önce yaşanan ve tümüyle topraklarından temizlenemeyen nükleer birikim açısından durup düşünür, uzak durmaya çalışırım...

Ama gel gelelim bu yeni tanıştığımız bitkinin faydaları da pek çokmuş. Hem insan vücuduna, hem de tarıma...

İnsan için faydaları arasında, kan şekerini dengeleyici özelliği benim için birinci sırada. Hamilelik sırasında yükselen ve bu aralar gene yükseldiğinden şüphe ettiğim kan şekerim yüzünden! Tip 2 diyabeti önleyici özelliği varmış.

Bundan başka, açlık duygusunu bastırırmış. Yağ içermeyen bitkisel protein deposuymuş. Bu sebeple rejim programlarına alınmış. İstenmeyen kollestrolün azaltılmasında etkiliymiş. Hormona dayalı kanser riskini düşürmekteymiş. Karaciğerin çalışmasını kolaylaştıran bir madde içermekteymiş. Yüksek tansiyon ve kansızlığa karşı koruyucu etkisi varmış. Bağırsakların düzenli çalışmasını sağlarmış.

Demir, çinko ve selenyum yönünden de zengin bir bitkiymiş. Antioksidanlar içermekteymiş.

Bitkiye gelince...

Tohumdan üretildiğinde, 6 haftada büyüyüp, 10 - 11.haftada olgunluğa erişirmiş. 75cm ile 125cm arasında uzarmış. Kuraklığa dayanıklı değilmiş.

Güneydoğu Asya kökenliymiş. Buradan Orta Asya'ya, Tibet'e, Ortadoğu'ya ve oradan da Avrupa'ya geldiği belirlenmiş. Buradan da Avrupalılar vasıtasıyla Kuzey Amerika'ya geçmiş. Ayrıca Japonya'da da polenlerine rastlanmış. Türklerin izlediği rotada yayılım gösterdiği halde yaygın olarak bu bitkiyi bilmiyor olmamız da ilginç!

Asitli ve verimliliği düşük topraklarda yetiştirilebilirmiş. Koyu renkli bal için çiçekleri idealmiş.

Yeşil gübre olarak, erozyon kontrol bitkisi olarak, doğal yaşama destek bitkisi(doğal yaşamın yok olup, yeniden canlandırılmasının istenildiği yerlerde) olarak kullanımı da yaygınmış.

Hasat mevsimi kısa iklimlerin, güneşin kısa süreli göründüğü ülkelerin ideal bitkisiymiş.
Dona dayanıklı değilmiş.

Polenlerini ve nektarını kullanan yararlı böcekleri çekmesi açısından, tarım zararlılarına karşı biyolojik kontrol aracı olarak kullanılmaktaymış. Herhangi bir böceğin ona zarar verdiği görülmediği için bu iyi bir özellikmiş.
Ayrıca zararlı otların yayılmasını önlemek amacıyla da kullanılmaktaymış.

Ardından mısır ya da soya fasulyesi ekildiği zaman, onların verimliliklerini arttırırmış.

Karabuğdaydan pek çok yemek de yapılmaktaymış. Noodle olarak kullanımı yaygınmış. Esmer ekmek yapımında unu kullanılmaktaymış. Asya'dan Avrupa'ya pek çok ülkeye özgü yemekleri varmış karabuğdayın, Japon yemeklerinin arasında da görmek mümkünmüş. Farklı ülkelerde, farklı yöntemlerle krep(akıtma) yapımında da kullanılmaktaymış.

Gluten içermemesi, onu çölyaklılar için büyük nimet olsa gerek. Buğdayın alternatifi kullanım alanları olduğu için. Ancak doğrudan, karabuğdayın kendisine alerjisi olanlar olabilirmiş ve bu ölüme kadar gidebilecek ölçüde tehlikeliymiş. O sebeple, alerjinizin olup olmadığını tespit etmeden yememeniz gerek. Ben bilmeden doğrudan tohumunu ağzıma attım ve yedim. Çok şükür alerjim yokmuş, bunu da farkında olmadan öğrendim! Bilseydim daha temkinli olurdum.

Son dönemde glutensiz bira yapımı için karabuğdayın kullanımına başlanmış.

Avrupa'da, Fagorutin ticari adı ile çayı satılmaktaymış.

Kabuğundan yastık doldurulmaktaymış. Isı geçirgenliği sentetikler kadar yüksek olmadığı için tercih edilmekteymiş. Bu tür kullanımı, kaz tüyüne alerjisi olanlar için alternatif olarak tercih edilmekteymiş. Ancak tercih edilirken iyi temizlenmiş ve işlemden geçirilmiş kabuklardan üretilmiş olduğuna dikkat etmek gerekirmiş. Aksi halde astım ve daha başka alerjik rahatsızlıklara sebebiyet verebilirmiş.

Bazı dinlerde tahıl yenmemesi gereken günlerde alternatif yiyecek olarak tüketilmekteymiş.

Gruba gönderilen ve okumak isteyebileceğiniz kaynaklardan birisi burada(teşekkürler Berin hanım), diğeri de burada(teşekkürler İlknur).

Ben bu karabuğdayı sevdim! Ukrayna dışından temin edebilirsem tüketmeye niyetliyim. Sizlerin arasında da benim gibi daha önceden karabuğday ile tanışmamış olanlar varsa haber edeyim istedim. Ayrıca tanıyıp bilenlerinizin de hakkında bilgi vermesini dilerim...

02 Eylül 2011

Kazdağları Ayazma

(Bayramiç Baraj Gölü)
Eyvah Eyvah 2'den bir sahne...

Esas adam ve arkadaşları piknik yapmaya giderler, doktor da yanlarında, çalgıcı ekibi... Amaç doktorla hemşire arasında bir yakınlık var mı, yok mu keşfetmek. Piknik yerinde bir masa, hepsinin ayaklar çıplak ve suda. Arkada da nefis bir manzara...

Hah bak der eşim, yıllardır sözü geçen Ayazma!

Her Çanakkale civarına gidişimizde, mutlaka Ayazma'nın sözü geçer. Sorunca, kimine göre yakındır, kimine göre de uzak! Bunca zamandır bir türlü fırsatını bulup da gitmek kısmet olmamıştı. Taaa ki, Bayramiç'e gidene kadar.
Bayramiç - Yeniköy'den dönerken, gene ben Ayazma için, ''yakın mı, uzak mı, bak Bayramiç civarında diyordunuz''deyince, eşim arabanın direksiyonunu kırdığı gibi, kendimizi Ayazma'da bulduk.

Yolda bu manzarayı görünce fotoğraf çekmek için mola vermekten de kendimizi alamadık!
Ayazma, Kaz Dağları Milli Parkı'nın içerisinde Evciler köyüne bağlı bir mesire yeri imiş. Kapısında öyle yazıyordu. Yönetimi de köyün muhtarlığına bağlıymış.
Nasıl gidildiğine, neler yapılabileceğine dair detaylı bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Tarihte ilk güzellik yarışmasının burada yapıldığına inanılmaktaymış. Bu sebeple çeşitli yerlerde tabelâlar mevcut. Hikâyeyi okumak isterseniz buraya bakabilirsiniz.

Bir de aynı yerde konu edilen Sarıkız efsanesi var. Onun detayları da burada.
Gelelim bizim gördüklerimize...

Duman!

Baştan çok yukarılara çıktık da bulutlar mı acep dedim. Sonra su çok minik tanecikler şeklinde düşüyor da, benim gözlerim mi yanılıyor dedim... Yok hiçbirisi. Bildiğiniz duman! Dumanaltı olduk resmen.

Piknikçiler, mangalcılar varlıklarının sebebini bulmuşa benziyorlardı. O güzelim buz gibi sulara karpuz atan mı istersiniz, üç adım sonrasında ayağını yıkayan mı, yoksa onun üç adım ötesinde salata için domatesini yıkayan mı? Hepsi adım adım aynı suyun içerisinde idiler. O su ki, en sıcak havada buz gibi, berrak, ferahlatıcı, güzel!Onu kirletmeye çalışan insanoğluna rağmen.
Anneleri, piknik masalarından birisine oturttuk, dinlensinler, serinlesinler diye. Hazırlanan inişli, çıkışlı yollarda böcük, babası ve ben yürümeye çalıştık. Adım atılacak her yer böcüğün bacak boyu kadar. Anne sakat, baba elinde fotoğraf makinesi, hem böcük, hem de annesi düşmesin diye tetikte! Baktım olmayacak, makineye ben el koydum. Böcükle babası da arkadan gelmeye başladılar. Zira onun kontrolu benden daha zor ve benden daha hareketli. Gıkı çıkmadan bütün parkuru tamamladı. Babasının ya da benim yardım talebimizi geri çevirdi. Çıkamadığı yerlere ikinci, üçüncü denemesinde çıkmayı başardı!
Dumanlı bölge dahil, manzara eşsiz! Orada, bu dumana, izin vermek de çok büyük ayıp kanımca. Şelalelerin ve gölcüğün olduğu alandan uzak bir yerde, tesis tarafından, mangal temin edilmeli ve duman o kısımda kalmalı. O zaman, Ayazma'nın keyfine doyum olmaz ve giden bir daha dönmez! Belki de giden bir daha dönmezse diye duman altında bırakıyorlar ziyaretçileri, kim bilir?


İçme suyu temin edilen kısmın yukarısına çıkarsanız, dar, ince bir patika yol sizi bekliyor olacak. Orayı izleyerek dumandan kurtulmak ve Ayazma'nın tadını çıkartmak mümkün.

Daha başka minik şelalecikler, buz gibi akan su, hepsinden de güzeli, oraya özgü harika çam ağaçları, kestane ağaçları...

Biz benim yüzümden çok fazla ilerleyip, minik mağaraların olduğu kısma erişemedik. Bazı yerlerde suyun içinden yürümek gerekirse ve kayıp düşer, belimi daha da fazla sakatlarsam diye endişelendim. Ama aklım oralarda kaldı. Muhteşemdi!
Yolunuz Bayramiç civarından geçerse, mutlaka gidip görün derim. Gerçi Kazdağları'nda nereye giderseniz gidin mutlaka bir sürpriz ve o harika doğa sizi bekliyor olacak.
Vimeo'da minik bir de film hazırlamışlar. Onu seyrederseniz ne demek istediğimi daha net anlayacaksınız. Sizi görüntülerle başbaşa bırakıyorum...