30 Nisan 2007

Camden Lock Market ve Camden Town

Bizim haftasonu gezisini anlatmak, bitmeyen senfoniye döndü. Araya başka şeyler girdi...


İki farklı yazıda yazılacak kadar uzun olan konuyu, bu sefer bir defada yazayım ve bitsin dedim.


Camden Lock'tan, Camden Lock Market'e geçilen kapıyı aştığınızda, bambaşka bir dünya ile karşılaşıyorsunuz. İngiltere'nin dışına çıkıyorsunuz adeta. Birleşmiş milletler binasının dışına bir sandalye koyup otursanız, bu kadar çok farklı kültürden insanı birarada bulabilir misiniz bilmiyorum. Ama, çeşitli ülkerlerden gelip de İngiltere'ye yerleşen insanlar, Camden Lock Market'e yemeklerini, kıyafetlerini, yaratıcılıklarını, tümüyle kendilerini getirmişler. Capcanlı oradalar...
Çinli kızlar, taze yemeklerimiz var diye bağırırken, Faslılar'ın yemeklerinde, tanıdık simalara rast geliyorsunuz. Kokular zaten metrelerce öteden size oralarda bir yerlerde yiyeceklerin varlığını haber veriyor.


İnsanlar rengarenk, kıyafetler rengarenk, çarşılar rengarenk... Bu görüntülerin olduğu binaya daldığımızda kendimi Kapalı Çarşı'da zannettim ve bir nevi özlem giderdim. Ama burası çok farklıydı. Fark, satıcıların Kapalı Çarşı'daki kadar dost canlısı olmamaları, sadece alacakları paraya odaklanmış olmaları ve asık suratları idi. Bizimkilerin nüktelerini, güler yüzünü, meraklı bakışlarını, sattıkları malların detaylarını anlatırken takındıkları bilgiç edalarını aradım ve bulamadım buradaki satıcılarda.


Bu kıyafetleri gerçek hayatta giyen var mıdır bilmiyorum, ama bir tiyatro oyununun ardından sergilenen kıyafetler misali oradaydılar. Arada bizim buraların delisi diye düşündüğüm insanlarda bu tarz kıyafetleri, altında kocaman kalın topuklu botları görür, tezata şaşırır ve nerden bulurlar böyle şeyleri derdim. Camden Town'a gidince hiçbir şeye şaşırmamak gerektiğini öğrenmiş oldum.

Golek kuklaları Endonezya'dan gelmekteymiş. Bunlar elbette ki orjinalleri kadar iyi değiller, ama ilginç ve tanıdık bir yüzler var.


Bu dükkanda ise yok yoktu! Binbir çeşit farklı nesne. Farklı ülkelere ait müzik aletlerinden tutun da, gemilerdeki deniz kızı figürlerine kadar... Bahçenize koyabileceğiniz minik heykelciklerden, salata kaşıklarına kadar... Ne ararsanız orada idi. Alaiddin'in lambasını arayanlar bir uğrasınlar derim, orada bulma şansları çok yüksek!


Açık havada yer alan satıcılar...
Aralarında gezinirken acaba bizden de birileri var mı diye bakındım durdum. Yemekleri temsil edecek, kıyafetleri temsil edecek... Bu kısımda yoktu. Ama diğer dükkanların arasında, bu kıyafetler çok kalitesiz kumaştan ama aynı İngiltere'deki büyük mağazaları taklit eder tarzda diye eşime açıklama yaptıktan sonra, yanımızdan dükkan sahibi, elinde telefonla Türkçe konuşarak geçince içim burkuldu! Başka ürünleri taklit etmek yerine, kendimize ait, ilgiç ve güzel birşeylerle orada satış yapılamaz mıydı acaba?
Bu renkli, kıvırcık köpekçikler yastık! Eline yastığı alıp, ona sarılıp oturanlar için yapılmış olsalar gerek!


Ve sokaklarında kendinizi kaybedebileceğiniz, metalcisinden punk'ına binbir çeşit insanın, rengin, kıyafetin bulunduğu Camden Town. Orada yürürken biraz kendinizi film sahnelerinde hissedeceksiniz, biraz içiniz ürperecek, biraz tanıdık gelecek ya da çok yabancı. Karışık duygularla, her bir köşesini gezmek isteyeceksiniz.


Yeşil, mor, siyah, sarı pek çok renk saç göreceksiniz. İnsanların kendini ifade etme şekillerine hayret edecek ama bunu etrafınıza hissettirmeyeceksiniz. Hatta güvenliğiniz için, asla ve asla dikkatle bakmayacaksınız, gördüğünüz en ilginç, en şaşırtıcı görüntüye bile, gayet olağan şekilde bakmayı öğreneceksiniz.

İnsanlar kadar, binalar da renkli burada. Sizin ilginizi çekebilmek için ''piercing'' (delinerek vücüduna süs taktırmış) yaptırmış binalardan, çizme giymişlerine kadar hepsini bulabilirsiniz yolunuz boyunca.


Bu çizmeler nasıl üretilmiş bilmem. Ama ayağınızı yerinden kaldırmak için epey güce ihtiyacınız olduğu aşikar! Bunlarla tekme falan atmaya kalkarsa birisi, hiç durmayın kaçın derim!


Psikoloji öğrencilerinin kesinlikle en az bir günlerini Camden Town'da geçirmeleri tavsiye olunur. Dünyaya bakış açısına, yeni ufuklar arayanların da.
Üzerinde Cyber World yazan bir dükkanda uzay kıyafetleri denemek isterseniz buyrun gelin... Hatta orada çocuklarınıza dahi kıyafet bulma olasılığınız var. Eşim çalışan gençlere ve giyim kuşamlarına baktıktan sonra eğilip kulağıma, ''Sakın böyle bir yerde satış elemanı olarak işe girdim diye gelme bir gün olur mu?'' dedi. Ben şaşkın şaşkın ''Ne diyorsun sen?'' deyince de, ''Mor/kırmızı/yeşil (ya da hepsi birden) saçları olan, kulakları halka küpelerden görünmeyen, uzaylı bir eşimin olmasını istemiyorum'' dedi! Etrafımdaki satış görevlilerini inceleyince ne demek istediğini iyice anlamış oldum.

''Gilgamesh Bar'' yazısının, ancak eve döndükten sonra fotoğraflara bakınca Gılgamış olduğunu anlayınca, sahibi de acaba bir Türk mü sorusu canlandı kafamızda. Eh artık yolumuz tekrar oralara düşerse, sorumuzun cevabını da buluruz belki.

Binbir çeşit yiyeceğin arasından geçip, karnımız aç olup, hiçbirisine güvenemeyince, soluğu bildik bir yiyecek satan dükkanda aldığımızda, eşim bu yapılır mı şimdi bana diye söyleniyordu. Aklı diğerlerinde kalmıştı. Ben ise ne olur, ne olmaz, tedbiri elimizden bırakmayalım düşüncesinde gayet kararlı idim. Yemeğimizi yedik, dışarı çıkıp 25-30 metre gitmeden kebapçı görünce içim cız etti, aklım da kebaplarda kaldı! İlerleyince yolumuza bir de pub görünümü olan, ama uzaktan tam olarak anlayamadığımız ''AY'' adındaki, yeşil renkli bir dükkan çıktı. ''Yeşil Ay'' ile ''Pub'' kelimelerini düşündük... Bizden birilerinin ince zekasının bir ürünü mü acaba dedik.

Günü burada bitirmedik. Oxford Street, Russell Square, St James Park derken, gece oldu! Ben inatla kararmış havaya aldırmadan St James Park'taki çiçeklerin fotoğrafını çekmeye çalıştığımda, polisler park içinde devriye gezmeye başlamışlardı. Bu beni ürkütmese idi, kolay kolay dönmeye niyetim olmayacaktı. Hatta o kadar ürkmüşüm ki, metro ile değil de otobüsle Kings-X'a dönelim diye tutturdum. Bekledik, bekledik otobüs yok! Baktım yanımızdan bir hanım geçiyor, eteği neredeyse yok, ayağında bir karıştan fazla topuklu ayakkabılar... Dedim bu hanımın cesareti varsa metro ile gitmeye, bizim de olmalı! Böylelikle rahat rahat istasyonumuza sonra da eve gelebildik. Ertesi gün mü? Hiç sormayın, yürümekten tutulan bacaklarım daha yeni yeni kendine geliyor desem...

23 Nisan 2007

Camden Lock ve Kanallar

Little Venice gezimizi anlatmaya başlamıştım ve ilk bölümü bitirmiştim. En son Camden Lock'a gelmiştik. İşte Camden Lock!

Burada kanal boyunca gelen nehir gemileri, seviye farkından dolayı bu minik havuzcukta durarak bir sonraki bölüme geçebiliyor. Sistemin tam olarak çalışmasını Panama Kanalı'nın resmi web sitesinden görebilirsiniz. Özetle yüksek ve alçak seviye başlangıçlarında, kapakçıklar var.


Bir kapak kapalı iken, gireceği ucu açarak, gemi havuza giriyor. Biz seyrederken iki gemi vardı. O yüzden biri sağa, diğeri sola yanaştı, üçüncüye yer kalmadı, o beklemede idi!

Kanal kapaklarını açıp, kapatmak hiç de kolay bir iş değil ama soldaki nehir gemisinin sahibi hanım bu konuda oldukça tecrübe edinmişe benziyordu. Yukarı aşağı, düşmeden inip, çıkabildiği gibi, kapakları da açıp kapatabildi. Ben, kapağın koluna yapıştığım gibi kalırdım herhalde!


Kapaklar kapanıyor ve gitmek istedikleri yönde su seviyesi değişimi başlıyor...


Su bir sonraki seviyeye inince, diğer kapak açılıyor.


Gemilerden önce biri, sonra diğeri çıkıyor...


Üçüncü gemi sırada, aynı işlem onun için de tekrarlanacak...

Biz onu beklemiyoruz elbet, zira gün boyu bu işlem tekrarlanıp duruyor.

Eğer yolunuz Londra'ya düşerse, aynı geçişi Tower Bridge'nin ayağının ucundaki St Katharine Docks'da da görebilirsiniz. Ama oraya daha lüks yatlar geldiğinden karşılaşamama ihtimaliniz de yüksek!

23 Nisan Kutlu Olsun!

ATATÜRK'ÜN GENÇLİĞE HİTABESİ


Ey Türk gençliği ! Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyeti'ni, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.

Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek dahilî ve harici bedhahların olacaktır. Bir gün, istiklâl ve Cumhuriyet'i müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri, şahsî menfaatlerini, müstevlîlerin siyasi emelleriyle tevhid edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.

Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi vazifen, Türk istiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!


Gazi Mustafa Kemâl ATATÜRK

20 Ekim 1927

Ata'mızın gelecek nesillere hediye ettiği bu güzel bayramı, gelecek nesillerimizin, gelecek endişesi duymadan kutlamalarını diliyorum...

Not: Şarkıları, özellikle çocukluğumdaki şarkılar olduğu için, bu videoyu tercih ettim!

19 Nisan 2007

Pakistan Usulü Tavuklu Pilav

Etkinliğin bu ayki konusu tavuk seçilmiş, şirin mi şirin bir logo Bujene tarafından yapılmış, ev sahibimiz de Yemek Aşkı'nın yazarı Emel imiş.

Ben de çok severek yediğimiz, tarifini Pakistan'lı arkadaşımız Salma'dan öğrendiğimiz, tavuklu pilav ile katılmak istedim. Salma, her sene iftarda bizleri çağırıp, birbirinden güzel yemekler yapar. Kendisi doktor olmasının yanında üç güzel kızın annesi olup yemeklerde de çok beceriklidir. Bu pilavı öğrendiğim davette diğer arkadaşları, akrabaları da vardı. Pakistanlılar'ın arasında üç Türk, bayıla bayıla yedik yapılan harika yemekleri...

Arkadaşımın tavuktan pek hoşlanmayan kızının da en sevdiği yemek oldu bu... Umarım sizler de seversiniz...

Malzemeler:

3 adet tavuğun göğüs kısmı (kuş başı şeklinde doğranacak)
3-4 adet soğan
3 yemek kaşığı zeytinyağı
Tuz
1 yemek kaşığı kimyon tohumu
1,5 su bardağı basmati pirinç
3 su bardağı su

Dökme demir tencere (önerilir)

Yapılışı:

Soğanları salata soğanı gibi uzun uzun doğruyorsunuz. Yağ ve tuzla kahverengi renk alıncaya kadar, sıkça karıştırarak kavuruyorsunuz. Kahverengi olurken aman yanmasın!

Tavukları tencereye katıp, önce suyunu salana, sonra da çekene kadar çooook kısık ateşte soğanlarla birlikte pişiriyorsunuz.

Suyunu çekince, içine 1 yemek kaşığı kimyon tohumu katıyorsunuz.(Çekilmiş kimyonu önermem, tadı tohumu ile güzel).

Yıkanıp, suyu süzülen, pirinçleri ve suyu ilave ederek tencerenin kapağını kapatıyorsunuz. Kısık ateşte pilav pişinceye kadar pişiriyorsunuz...

Rahmetli babamın dediği gibi nefis türül enfes tavuklu pilavı afiyetle yerken, Salma ve benim kulaklarımı çınlatıyorsunuz...

Ebeleme Sobeleme

Bahçemdeki bu ''Unutma Beni'' çiçekleri, beni unutmayıp oyununuza kattığınız için Burçin'e , Hülya'ya, İpek'e, Gazoz Ağacı'na, Ferhan'a, Dilek'e, Pınar'a , Sibel'e sevgilerini ve teşekkürlerini gönderdiler. Sunduğunuz yemekler(Dilek bana yemek sunmamış ama olsun, diğerleri lezzetli), tatlılar çok lezzetli idi. Bir gün gerçeklerini de yiyebilmeyi diledim.
Bir kişi daha ebelese idi ebeleyenlerde de 3x3 yapmış olacaktım, bir farkla kaçırdım!

Daha önceki oyunda da yazmıştım, kendimi zaten yazılarımda, satır aralarında anlatıyorum, o yüzden ayrıca anlatmayı sevmiyorum demiştim. Ama bu sefer toplu baskın yaptınız, nasıl kaçacağımı şaşırdım! Yollarını aradım ama bulamadım. Daha doğrusu mızıkçı, oyun bozan olmak istemedim. Ama gene de izniniz olursa, bir iki değişiklik yapmak isteyeceğim.

Etkinlikten etkinliğe yemeklerle haşır neşir olduğumdan çok sevgili çiçeklerim yemeklerin yerini alsın istiyorum.


Clare College'in bahçesinden Ayşem'e , Zynep'e, Rahşan'a sarı çiçek selam söyledi.

Christ Piece Parkı'ndan Şefika'ya, TD'ye, Elif'e hercailler selam söyledi.


Grafton Center yakınlarındaki bir evin bahçesinden de Defne'ye, Zeynep Seda'ya, Fatma'ya çuha çiçekleri selam söyledi.

Çiçeklerin selamını kabul ederler, kırmazlarsa onlar da yazabilirler, yok etmezlerse benden onlara birer hatıra olur diyorum...

Bu oyunları ben liseye giderken elden ele dolaşan anket defterlerine benzetiyorum zaman zaman... Sonradan bende anı olarak kalmıştı, arkadaşlarımın yazdıkları.

Gelelim ne yazsam diye ilk sobelendiğim günden beri düşündüğüm sorulara...

1. Daha önce yaşadığım üç şehir denmiş... İstanbul ve Cambridge cevabı ve üçüncü olmasın diyorum. Başka şehirlere gezmeye gidebilirim, ama yerleşmek için bana bu ikisi yeter.

Biri vazgeçemediğim. Diğeri de yeşilini, börtü böceğini, sakinliğini sevdiğim. Yabancı iş arkadaşımı Kız Kulesi'ne götürdüğümde kendimi filmlerde gibi hissediyorum demişti. İstanbul'um... Bir de trafik sorunu olmasa, yol iz bilen insanlarla dolu olsa...

2. Tatil için görüp, önermek istediğim üç yer denmiş... Ben çalışırken hiç yıllık izin kullanmadım desem! İş için gittiğim Hindistan'ı görülesi yerlerin başına yazıyorum. Pisliğine, sıcaklığına rağmen... Aşkımı bulduğum Barcelona var sonra... Çok eğlendiğim, sevdiğim Kapadokya var. Bir de yemeklerine bayıldığım Antakya! (4 oldu, yukarıdaki sorudan 1 alacağım vardı, onu tamamladım!)

3. Görmek istediğim üç yer denmiş... Bir türlü gitmek kısmet olmayan Venedik, Güney Afrika ve Seychelles adaları.

4. Mesleğim... Kimya mühendisiyim, sonrasında İşletme İktisadı Enstitüsü'ne gittim ve öğrencilikten emekli olma fikrinden vazgeçerek, Tekstil firmalarında yönetici olarak çalıştım. Üç farklı üretim alanında. İngiltere'ye gelmeden yaptığım en son iş ise ''Sosyal Denetim'' idi. Ahını aldığım işçilerin sonra hakkını korudum.

5. Dünyaya yeniden gelsem hangi mesleği yapmak isterdim... Okuması çok zor ama gene kimya mühendisliği sanırım ama uygulama kısmında baba mesleği gazeteciliği yapabileceğim nezih bir ortam dilerdim. Ne yazık ki şu anda Türkiye'deki gazetelere bakıyorum, öncekilerle kıyaslıyorum ve çok üzülüyorum. Karar kısmında gazetecilik yerine tekstile geçişim de bu yüzden!

6. Asla yapmazdım dediğim meslek... Büyük konuşmayacağım, ne büyük konuşursam başıma gelir!

7. Yaşam felsemi oluşturan sözlerden biri... Yaşam felsefemi sözlerle belirlemem, belirlemek de istemem!''

İyilik yap denize at, balık bilmezse halık bilir.'' Birine yaptığım bir iyiliğin ardından kadir, kıymet bilinmemesine üzülürken müdürüm söylemişti. Bu güne kadar ne zaman böyle bir olayla karşılaşsam aklıma hep gelir.

8. Bir kitaptan alınan çok sevdiğim bir bölüm, söz, ... Çok fazla var, site alanı yetmez.

9. Çok sevdiğim bir şiirden parça... Orhan Veli severim. Şiirleri benim için hep vazgeçilmez olmuştur... İstanbul'umu özlüyorum son günlerde mesela. Gözlerimi kapatıp hayal ediyorum...

Vazgeçmenin mümkün olmadığı güzellikte havalar diliyorum. Burası güneşli ve bol çiçekli...

(Bütün yazdıklarınızı şöyle bir okuyup kontrol edeyim dediğiniz anda bilgisayar kendi kendine kapanıp açılmaya karar verirse ne yaparsınız? Böyle benim gibi hızlı hızlı, arkanızdan kovalayan varmış gibi yazarsınız!)

Sevgili Rahşan çiçeğimin selamına şiirle karşılık vermiş:

berceste:
sari cicegin selamini aldim
ve derin düsüncelere daldim :)
bu sanal alemde bercestem
sen en gercek olanlardandin.
özledigimiz sehrimizde
birgün görüsebilmek dilegiyle...

demiş! Defne de bir çiçek göndermiş. Çok sevdiğimi buradan söylemek istedim. Teşekkürler arkadaşlar...

16 Nisan 2007

DDD - Noktalama İşaretleri, Bölüm 1


Ev sahibimiz: ''Peçeteden Notlar'' , Ayşem.

Konumuz: ''Noktalama İşaretleri, Bölüm 1''

Sizi de bekleriz...


Konusu bizim etkinliğimizle benzeşen bir başka etkinlikten Murat Kaya sayesinde haberim oldu.

''Google Bize Logo Yapsana'' Bu konuda güzel bir site hazırlayıp, hedeflerini belirtmişler. Ne diyelim, kolay gelsin...



Ek bilgi: Google, 23 Nisan'da özel bir logo kullandı!

10 Nisan 2007

Little Venice ve Regent's Canal

İlk İngiltere'ye gelişimde kuzenimin kayınvalidesi Knole House'a götürmüştü bizi ve bol bol geyik görmüştük. Evlenip İngiltere'ye geldiğimden beri, geyiklere gene gidelim deyip duruyordum. Bu konudan bahsettiğimde Burcuk ve ailesi Cambridge ziyaretleri sırasında Richmond Park'ı önermişlerdi. Orada bol bol geyik görürsün demişlerdi. Gel zaman git zaman, yok hava durumu, yok alış-veriş, yok miskinlik derken benim geyik aşkı oldu ''geyik hikayesi''!

Dört günlük Easter tatilinde ne yapsak, ne yapsak diye düşünürken eşimin ilk İngiltere'ye geldiği zaman aldığı bir kitap ilişti gözüme. Londra'yı anlatıyordu. Bu dönem her yer kalabalık olacağından da en iyisi Londra'da bir yerleri gezmek dedik biz de. Kitap, Little Venice'den başlayıp Regent Park'in içinden geçerek, Camden Lock'ta bitecek bir yürüyüş yolundan bahsediyordu. Camden Town'a epeydir gitmek istiyordum ve herşey Regent Park ile Richmond Park'ı birbirine karıştırmamla başladı!
Oh ne güzel bir taşla iki kuş dedim içimden. Hem geyikleri görecektik, hem de kanal boyunca yürüyecektik. Bitiş noktası da Camden Town olacaktı. Bence harika bir plandı. Eşime gösterdim. Planı yaptıysan, iyi, güzel dedi! Sabah önce şehre yürüdük. Oradan otobüsle istasyona gittik. Trene bindiğimizde inanılmaz kalabalıktı ve işin ilginç tarafı İngilizce konuşan sayısı cımbızla sayılacak kadar azdı. Yan tarafımızda çekik gözlü iki aile oturmuştu, tren tingir mingir çıktı yola... Bir süre sonra içim fık fık olmaya başladı! Boğuluyormuşum gibi bir hisle birlikte... Herkes o kadar bağrış çığrış konuşuyordu ki, tahammül etmek işkenceye dönüşüyordu. Yandakiler konuşmuyor, bademciklerini gösterme yarışına girmişçesine haykırıyorlardı adeta! 1 saat 15 dakika çan-çin-çon bağırmaları ve arkadan gelen İtalyanların konuşmalarının sesleri eşliğinde Kings-X'a vardığımızda kendimi trenden dışarı attım resmen. Arkama bile bakmadan hem de! İnsan bu kadar da saygısız olmaz ki!
Huzuuuuur huzuuuuur, sükuneeeet diyordu iç sesim.
Bu sefer metro yani İngilizlerin deyişi ile tube'e bindik aktarma yaparak Warwick Avenue'da indik. Biraz yön kargaşası yaşadıktan sonra, eşim aldı başını burada olmalı düşüncesi ile dediğim yönün tam zıddına gitti. Ben uyanıklık edip çöp atan bir teyzeye sordum. Benim dediğim yönü gösterince, mutlu, mesut o tarafa yöneldim. Benim dediğim doğru, seninki şöyle nidaları ile kendimizi huzurlu Little Venice'de bulduk. Etrafını dört dönünce bu sefer de Little Venice'in içi için eşimin önerisi doğru çıktı. Bire bir berabere kaldık.
Gideceklere önerim, kitaplara uymayıp iç ve sorduklarınızdan gelecek dış sesi dinlemeniz şeklinde olacak. Warwick Avenue'da istasyonun sol kapısından çıkın. Sağa dönüp dümdüz gidin. Karşılaştığınız havuzcuk Little Venice!(En üstteki fotoğrafta gördüğünüz yer)
Burası nehirde yaşayanların eğlence hayatını yaşadıkları yer gibi bir nevi. Kukla tiyatrosu, cafe'leri, pub'ları herşey yüzüyor. Hatta yüzen bir sınıf bile gördük. Sanıyorum elektrik ile ilgili bir eğitim veriliyordu. Bir de yüzen çöp gemisi vardı. Kanalın altına dek süpürebilen.
Nehirde hayat da bu yazıya sığmayacak kadar uzun bir hikaye. Ama özetle, dar, uzun, içinde modern bir evde bulunabilecek bütün konforun bulunduğu yüzen evlerden oluştuğunu söyleyebilirim. Cambridge'de de nehir boyunca rastlayabilirsiniz. Londra'da fark, biraz daha yerleşik ve modern imkanlara sahip olmaları. Bazı gemilerde kablolu yayın alıncak yerler bile gördük. Elektriği, suyu, pis su boşaltma yeri. Hepsi düşünülmüş. Düşünsenize evinizi alıp istediğiniz yere gidiyorsunuz, gönlünüzün istediği kadar kalıp, geri dönüyorsunuz. Hep aynı yerde kalanlar, yanaştıkları kıyıyı kendi evlerinin bahçesi şekline dönüştürmüş. (Aşağıdaki geminin sakinlerinin yaptığı gibi)

Bazı yerlerde kanal boyunca yürüyemeyip yerleşik binaların arasından geçiyorsunuz. İki büyük elektrik trafosunun arasında kalan alandan tekrar kanala iniyorsunuz. Buralarının bir hanımın tek başına geçecek kadar tekin görünmediğini söylemem lazım. Bazen tren yolu köprülerinin altından geçiyorsunuz, dar, karanlık yerlerden de... Ama Londra'da yaşıyor ve su kenarında yürümek, koşmak istiyorsanız ideal. Tek başına olmamak, geç saatlere kalmamak kaydıyla.



Aşağıda gördüğünüz evin adı ''Up side down house'' imiş. Alt üst ev diye çevirebiliriz sanırım. Evin oturma odaları yolla aynı hizzada, yatak odaları da yoldan altta kalan kısımda olduğundan bu ismi almış. Yakınlarında bulunan bir tabeladan okuduk bu bilgileri.Aynı tabelada nehirde yaşamın zorluğundan, özellikle de ev işleri yaparak, çocuk büyüten kadınlar için zor olacağından bahsediyordu. İnsanlar bu hayata heveslenmesin diye mi bilmem ama yüzen evlerin içi gerçekten de çok dar. İnsan sıkılıyor.

Regent's kanal boyunca yürüdükçe benim geyiklerin hakikaten geyik hikayesine dönüştüğünü anladım. Regent Park'ın yanındaki Londra'nın en büyük camisinin altın kubbesini görünce, parkları fena halde karıştırmış olduğum acı bir gerçek olarak çıktı karşıma ve Richmond Park gene başka bir sefere kaldı. Regent Park'a daha önceden gidip güllere hayran kalmıştık. Haziranda yolunuz düşerse, mutlaka gülleri görün derim.Biz sadece kanal boyundaki malikhânelere ve köprülere baka baka yürüdük.

Regent's Kanal, 19. yüzyılda prince Regent yani George IV tarafından, mimar John Nash'e yaptırılmış. Planlanan maliyetin iki katına yani 772 000 pounda mal olmuş ve 1820 yılında bitirilerek açılışı yapılmış. İlk yıl 120 bin ton kargo taşınarak maliyetinin hakkını vermiş olmuş. Kanal 8,5 mil uzunluğunda. Little Venice'den, Camden'a kadar uzanıyor. Thames nehri üzerindeki Limehouse havuzuna ulaşmadan önce Hackney ve Tower Hamlets'den geçiyor. John Nash kanal kenarına 56 malikâne yapımını planlamış ama ancak 8 tane yapılabilmiş. Yunan ve rönesans mimarisinin etkisinde kalınarak yapılanlar beyaz renkli olanlarmış.
Bu malikaneleri geçince iki köprü ile karşılaşıyorsunuz. Biri Tyburn nehrini taşıyan su kemeri. Diğeri yani aşağıda fotoğrafını gördüğünüz de, Maclesfield köprüsü yani ''Blow up Bridge''. Ona havaya uçan köprü de diyebiliriz herhalde. 1874 yılının 2 Ekim'inde, sabah saat 3'de barut taşıyan bir gemi, bu köprünün altından geçerken, havaya uçmuş, elbet köprü de beraberinde. Üç kişi ölmüş. Civarda yaşayanlar da deprem oluyor korkusu ile uyanıp patlama ile karşılaşmışlar. Sonradan tekrar inşa edilmiş.



Yolunuza devam edince London Zoo(Londra Hayvanat Bahçesi)'nin içinden geçiyorsunuz. Özel tasarım olan kuş evi ve nehir kenarındaki hayvancıkları görebiliyor, çocukların şen sesleri ile siz de şenlenebiliyorsunuz.Camden Lock'a yaklaşınca yüzen Çin lokantası ile karşılaşıyorsunuz. Yeşiller içinde tezat oluşturan rengi ve suya yansıması çok hoşuma gitti benim. Hemen karşısındaki banka oturup hem dinlenebilir, hem de bu manzarayı seyredebilirsiniz

Gençleri nehir gemisinin balkonuna oturmuş gezerlerken görüyorsunuz.


Bu evler de Boğaz manzaralı sayılacak kadar pahallı mı bilmiyorum ama birinin bahçesindeki ağaç evi çok sevdim. Tekrar çocuk olup, o ağaç evde oynamak için neler vermezdim....

Aşağıda gördüğünüz Pirate Castle(Korsan Kalesi), aslında bir su sporları merkeziymiş. Tam yanında da tren yolu var. Ben altından geçerken sağını, solunu inceleyeyim derken, tren geçince neye uğradığımı şaşırdım!

En son varış noktanız Camden Lock. İsteyenler kanal boyunca yürümeye devam edebilirler. Kanal turunu sonlandırabilirler. Ancak benim varmak istediğim yer zaten Camden Town idi. O kadar renklilik, uçuk kaçık satıcıları izlemek varken ve de kanal boyunca yürümekten sefil olmuşken devam etmek aklımın ucundan bile geçmedi. Yiyecek kokularına doğru yönelen eşime, kanal boyunca yürüyeceğiz, desem beni vururdu herhalde!

Basit bir yürüyüş güzergahı hakkında tarihi bilgiler edinmek, farklı hayatlar görmek güzeldi. Devamında Camden Lock ve Camden Town olacak...

05 Nisan 2007

Easter

İnsanlarda bir telaş, bir koşuşturma...
Hristiyanların iki büyük dini günü var. Biri Hz. İsa'nın doğumgünü, diğeri de ölüm günü. Onlar ölüm demiyorlar çünkü inançları farklı. Onların inancına göre ölüp yeniden dirilme günü.

Pancake Day'de oruca başlayan hristiyanlar, sanıyorum cuma günü, oruçlarını bozacaklar. Cuma günü ''Good Friday'' diye adlandırılıyor yani Hz.İsa'nın çarmıha gerildiği gün. ''Easter Day'' ise bize göre Allah katına ulaştığı, onlara göre ölüp yeniden dirildiği gün. Farklı Hristiyan mezheplerine göre farklı kutlanış şekilleri varmış. Burada yaşayan bir arkadaşım, Polonyalı iş arkadaşının Easter'da ülkesine gideceğini, pazar günü kapıları çalıp, açan hanımları su ile ıslatacaklarını anlatmış. Türkiye'de de ben çocukken babamın hristiyan arkadaşları, bana kırmızı yumurta yollarlardı.

Bir aydan fazla süredir de burada yumurtalar, tavşanlar, civcivler bütün vitrinlerden bize göz kırpıp duruyor. Yiyecek satan yerlerde o güne özel yiyecekler var. Good Frıday'de yenilen Hot Cross Bun gibi!



Easter, bahara denk geldiği için bir nevi bahar kutlaması niteliğini de taşımaktaymış. O gün herkes en güzel, en temiz, en yeni kıyafetlerini giyermiş.

Easter Bunny çocuklara yumurtalar bırakır, çocuklar da ona bazen havuç bırakırlarmış. Ancak iyi çocuklar yumurtaları, yumurta şeklindeki çikolataları hak edermiş. (Noel baba hikayesinin, Easter, Türkiye'de bilinen adı ile Paskalya uygulaması)

Fransa ve Belçika'da inanış biraz daha farklıymış. Yumurtalar havadan uçarak gelirmiş. Kilise çanlarından...Kilise çanları papa tarafından kutsanırmış, çalarken de yumurtalar çocuklara uçarmış!

Yıllar yılı nedir bu yumurtalar diye merak ederdim. Meğer dönüşümü tamamlanmamış bir kuşun mirasıymış!

Bizim bayramlarda mendil, mendilin içine de para konulması adeti nereden geliyor acaba? Dağıtılan badem şekerleri, çikolatalar, lokumlar...

Çocukluğumda bir nevi jöle ile lokum arası birşey olurdu. Üzeri ince ince toz şeker kaplı, renk, renk. Pek rastlamıyorum artık onlara. Canım ondan istedi şimdi! Hacı Bekir'de var mıdır acaba?
Yumurta boyamak Katoliklerin adeti imiş. Ama çok daha derinlerine bakarsanız, aslında Pagan adeti imiş. Paganlar için sanırım çok tanrılı inanca sahip olanlar diyebiliriz. Easter terimi de, Anglosakson üretkenlik ve yeniden doğuş tanrıçası Eostere'dan gelmekteymiş. 2002 yılında Cricket dergisinde yayımlanan hikayeye göre Eostere vurulmuş bir kuş bulur. Onun kışı rahat geçirebilmesi için tavşana dönüştürür. Ancak dönüşüm tam gerçekleşemediğinden tavşan, yumurtlamaya başlar! Tavşan yani kuş, hayatını kurtardığı için bu yumurtaları süsler ve Eostere hediye eder.
Diğer taraftan çok tanrılı dönemde Avrupa'da, gece ile gündüzün eşit olduğu gün, süslenen yumurtalar, bir sonraki yılın bereketli geçmesi için sunaklara bırakılırmış. Hristiyanlık sonrası rahipler, onların inancına göre Hz. İsa'nın yeniden dirilişi ile bu adeti birleştirmişler ve Easter'da yumurta süsleme, dağıtma gelenek haline dönüşmüş.
Aşağıda benekli havuç yiyen arkadaş, arkadaşımın çocuklarına arkadaş olarak aldığı, geçen sene bir dönem de tatildelerken bizim yemek verdiğimiz tavşan Molly!
Bu boz renkli olan ise arkadaşımın iş yerinin bulunduğu Science Park'ta yaşayan yabani tavşan yani Easter'da geldiğine inanılan ''Hare''.

02 Nisan 2007

Blackwork

Daha önce de nakış kursuna gittiğimden ve orada işlediğim nakışlardan ve bir sonraki yapmak istediğim işin de ''Blackwork'' yani siyah işleme olduğundan bahsetmiştim. Bu işi, kursun ilk günü Nan'in (kursu yöneten teyze, yöneten diyorum çünkü öğrenci, öğretmen ilişkisinden çok birbirimize bildiklerimizi öğretiyoruz) bundan seneler önce yaptığı, ilk nakışta görmüştüm. Yanında örneklik olarak işlediği panoyu getirmiş, bizlere göstermişti. Daha önce hiç böyle bir iş görmediğim için de bana değişik geldi. Ama Colonial Knots daha güzel göründüğü için, ilk onu öğrenmek istedim.


O bitince de, epey bir evenweave kumaş aradıktan sonra, tam istediğim gibisini bulamadım. Ama çok yakınını Türkiye'de DMC satan bir yerde bulup aldım. 28 count yani 1 inch uzunlukta 28 deliği bulunan %100 keten evenweave idi aradığım. %80 keten olanını bulabildim. Nan'in çalışması ile yanyana getirince benimkinin % 80 keten olduğundan bile şüpheye düşmedim dersem yalan olur! Sonradan bir dükkan, çok miktarda alırsan getirtirim dedi, metresi 36 pounda! Dedim ben elimdekini bir bitireyim hele, duruma göre bakarım... Bu ülkede neye el atsam, elimi yakıyor, gidip hazırını almak çok daha ucuza geliyor. Bu durum sizin yaşadığınız ülkelerde de mi aynı diye merak ediyorum... Desenleri için baktığım kitapları beğenmeyince, iş başa düştü. Biraz internette gezinince birkaç desen buldum. Çıktılarını alıp, kursa gittim. Nan ile hangilerini kullanabileceğime karar verdik ve işlemeye başladım. Özel bir de kasnağı var. Ama kocaman olduğundan ben kasnak kullanmamayı tercih ettim. Gene Nan'in işlediği ile karşılaştırınca kasnak ile işleseymişim daha iyi olurmuş düşüncesindeyim. Artık bundan sonra işleyeceklerimde kullanırım. Bugünlerde DMC - Fil D'or diye adlandırılan sarı simli bir iplik bulmam lazım. Nakışların arasına dolgu yapmak için. Ama o da tedavülden kalmış! Arayıp arayıp bulamıyorum. Bulursam benimki de birazcık Nan'in çalışmasına benzeyecek.


Yapılışı Nan'in bana dediği gibi iki iki. İki delik sayıp, sağa, sola, yukarı, aşağı ya da çapraz gidiyorsunuz. Biraz etamin işine benziyor, hatta isteyen küçük kareli etamin(ingilizcesini bilmeyenler için aida) üzerine de uygulayabiliyor. Ama benim gönlüm ''evenweave''den yana. İplik olarak DMC siyah muline iplik kullandım. Elbette başka markalar da kullanılabilir, ben sadece neye benzediğini bu şekilde tarif edebiliyorum.
Blacwork de nedir derseniz, 1500'lü yıllarda İngiltere'de yapılmaya başlanan (Canterbury Tales'de sözü geçiyormuş) ancak Aragon'lu Catherine zamanında moda olan bir nakışmış. Genellikle buluz süslemelerinde(yaka, kol kısımlarında, düğmelerin üzerinde vb...) kullanılıyormuş. Bunun yanında yastık, mendil gibi parçaların da süsü olmuş. Catherine kıyafetlerini İspanya'dan getirttiği için bir dönem İspanyol işi diye de adlandırılmış. Siyahın yanında kırmızı tonları ile de yapılabiliyormuş.


Blackwork, Asisi nakışı denilen bir nakış ile ya da etamin işi ile birlikte de kullanılabiliyormuş.

Günümüzde bu nakışla harita, satranç tahtası işlemesi yapımı oldukça moda imiş. Eğer işlemek isteseniz ben desenleri The Blackwork Embriodery Achives sitesinden almıştım. Oradan sizler de güzel bilgilere ve desenlere ulaşabilirsiniz. Yukarıda benim işlediğim henüz bitmemiş örnek panosunu görüyorsunuz. Aşağıda da Nan'in çalışması var. Bakalım bitince belki benimki de bu çalışmaya benzeyecek mi?

Şimdi benim sizlerden bir ricam olacak. Önümüzdeki dönem, kursa gittiğim yerde, ben de Türk el işleri üzerine gönüllü olarak, ücret almaksızın kurs vereceğim. İki kültür arasında Türkler'in bilinmeyen yönlerini öğretmeye çalışarak bir köprü kurmak istiyorum. Bizi hep savaşlarla, kötü isimlerle anıyorlar. Oysa bizim ne kadar güzel el işlerimiz var. Uçsuz bucaksız bir kültür hazinemiz var. Sizler de bana Türk el işleri ile ilgili bilgi, desen, kaynak iletebilirseniz çok sevinirim. Önerileriniz olursa beni mutlu eder. Zira el işleri benim uzmanlık konumun dışında sadece severek yaptığım bir uğraş. Bir yandan öğrenerek, diğer yandan öğretmeye çalışacağım. Yardım eder misiniz?