30 Mart 2007

Saffron Walden

Geçtiğimiz hafta pazartesi günü Cambridge'in güneyinde kalan Saffron Walden'e gitmeye karar verdik arkadaşımla...

Önceden de gitmiştim ve şirin evlerini çok sevmiştim.

Nedendir bilmem, 11 sene önce bu ülkeye ilk turist olarak geldiğim zaman da bibloları yapılan bizim Safranbolu evlerine benzer İngiliz evlerine vurulmuştum. Bir sürü alış-verişin(aklıma şaşayım ne bulmuşsam o zaman o kadar) yanısıra, bir kutu da hediyelik biblo ev ve etaminden işlenecek bir cottage house alıp dönmüş idim Türkiye'ye. O zamanlar nerden bilecektim ki, evlenip Cambridge'e yerleşeceğimi?


Buraya gelip yerleşince anladım ki evlerin dışı beni, içi de oturanları yakarmış! Hani derler ya, dökülüyor diye. Hele de Cambridge'de! Kiralar kocaman kocaman, içleri dökük ama dışından inanılmaz şirin görünen bir sürü ev... Tarihi, ortaçağdan kalma. İçlerinde oturanlar değişiklik yapıp, aslını bozmadan günümüz şartlarında yaşamaya elverişli hale getirdi ise ne ala, yok getirmedi ise vay içlerinde oturacak insanların haline!


İşte Saffron Walden da böyle minik minik biblo evlerden kurulu bir şehir.

Şehrin ilk adı Chipping Walden imiş. Ortaçağda yün ticareti ile ünlenmiş. Ancak 16 - 17. yüzyıllarda safranın üretildiği çiğdem(crocus sativus) türünün bu bölgede kendiliğinden ortaya çıkması ile şöhretini bu çiçekten elde eder olmuş. Safran, ilaç ve parfüm yapımında ham madde olarak kullanılmasının yanı sıra, baharat ve doğal boya olarak da kullanıldığından oldukça değerli bir madde imiş o dönemde.(Şimdi de safranın altın değerinde olduğunu ve bu hikayenin hatta ismin Safranbolu ile, evlerin bazılarının da Safranbolu evleri ile çok benzeştiğini söylemeden geçmeyelim).


Bu kadar değerli bir maddenin adı -yani SAFRAN- da şehrin adı oluvermiş. Chipping Walden, Saffron Walden'e dönüşmüş!
Ancak 18.yüzyıla gelindiğinde safran eski ticari önemini yitirmiş. Onun yerine arpa ve malt(bira yapımı için kullanılan çimlendirilmiş arpa) üretilir olmuş. Malttan da mayalanarak bira yapılır olmuş o bölgede.
19.yüzyıl, hayvancılıkla birlikte şehri büyük ve küçükbaş hayvan pazarına dönüştürmüş. Bu dönemde Quaker denilen dini grup oldukça baskınmış şehirde.


Dönemin varlıklı ailesi Gibsonlar şu anda kamu binası olarak kullanılan pek çok binayı şehre hediye etmiş.

İngiltere'de yangınlar çok meşhur, Londra dahil pek çok şehir yangın yüzünden yeni baştan inşaa edilmek zorunda kalmış. Ancak Saffron Walden böyle talihsiz bir olayı hiç yaşamamış. Böylece evleri, sokakları hiç bozulmadan ortaçağdan hatta daha öncelerinden günümüze kadar ulaşmış.
(Bu ülkede çoğu şehir merkezindeki ya da şehir merkezine giden sokaklar orjinal halleri ile korunduğundan iki arabanın zorla yanyana geçebileceği kadar dardır, bunu da hatırlatmış olalım!)

Bizim gittiğimiz gün dışarıda ilginç bir hava vardı. Bir bakıyorsunuz bahar güneşi, bir bakıyorsunuz dolu, bir bakıyorsunuz lapa lapa kar yağıyor... Biz hem etrafı görelim demiştik, hem de Cambridge'de olmayan mağazaları keşfedelim, alış veriş yapalım düşüncesinde idik. Ben elimde fotoğraf makinesi, dükkanlardan dışarıya bir çıkıyorum kar... Kar altında kalmayalım, bir dükkana daha bakalım diyoruz, güneş! Resmen saklambaç oynadık bütün gün.
Kardan kaçtığımız bir sırada ilginç bir dükkan keşfettik. İkinci el eşyalar satmaktaydı. Aklınıza ne gelirse vardı. Eski ütüler, halı çırpacakları, tabak, çanak, kaşık, çatal, bıçak, oturak, koltuk.... Dükkan 3 kattan oluşuyordu. Giriş, üst kat ve sonradan keşfettiğimiz örümcek ağları ile korku filmlerini andıran bodrum katı. Buraya bodrumdan çok mahsen ya da zindan demek daha doğru olur herhalde.


Televizyonda sık sık köleliğin kaldırılış(???!!!!) kutlamalarının gösterildiği bu dönemde, içimden acaba bir köle tüccarının evi miydi ortaçağda burası diye geçmedi dersem yalan olur.


Satılan eşyaların fiyatları da ilginçti. Çok pahalı sandığınız bir eşya çok ucuz, kırık dökük hiç para vermeyeceğiniz bir eşya çok pahalı çıkabiliyordu. Arkadaşım, dışı kırık dökük, çekmecelerinin hiç ellenmeye cesaret edilemeyeceği eski bir şifonyerin fiyatını 16 pound olarak okuyup, bedava bile verseler kim alır bunu diye takıldı hatta.

Dar sokakların arasında gezinirken aşağıda göreceğiniz kapı ile karşılaştık. Önce acaba birisinin özel bahçesi mi diye tereddüt ettik, ama ben meraklı Melahat'lik edip içine doğru yürümeye karar verince mecburen arkadaşım da beni yalnız bırakmadı.
Ev aynı zamanda yola köprü görevi de gördüğü için mi adına Bridge End Garden dediler bilmiyorum ama yolun sonunda çok hoş bir bahçe bize sürpriz yaptı. Bahçeyi tepeden görebilsin ziyaret edenler diye bir de özel yer hazırlamışlar. Oraya çıkıp rahatça fotoğraflarımızı çektik.

Kapalı alanında bulunan, bahçeye özel, hatıra defterine beğendiğimizi yazdık. Ama biraz bakımsız, böcüklere yenik düşmüş bir hali vardı bahçenin... Biz keşif turu yaparken yan taraftaki çimenlik alandan açık kapıyı kendine yol eden bızdık bir köpek hev hev diyerek bizi biraz hazırlıksız yakaladı ve heyecanlandırdı. Allah'tan sahibi halimizi anladı da seslendi. Beni koklayıp, sahibinin yanına dönünce rahat bir nefes aldık.

Alış veriş, gezme, keşif derken zamanın nasıl geçtiğini anlamamışız ve donmuşuz! Akşam eve dönünce epey bir titredim. Neyse ki hasta olmadan atlattık durumu.
Günün bence karı, eşime göre de zararı, minik muffin şeklinde bir şekerlik ve latte bardakları oldu. Aaa bir de evi mis gibi kokutan lavanta ve gül goncalarımız var!

Yolunuz bir gün Londra'nın kuzeyine doğru düşerse bu şehri görmeden geçmeyin derim. Eski, renkli, eğri büğrü evleri çoook şirin! Ev dekorasyonu ile ilgili de şık ve güzel pek çok mağaza var.

26 Mart 2007

Sürprizler ve Teşekkürler...



Hani bazen kendinizi yalnız zannedersiniz...

Herşeyiniz vardır, sevdiğiniz yanınızdadır ama dünyada sadece siz varmışsınız gibi, tek başınıza!

İşte böyle bir zamanda ilk sürprizi Zeynep yaptı.
Küçük Hikayeler'i güzel fotoğrafları ile süsleyen Zeynep, hiç tanımadığı, hiç görmediği bana benim coşkumu, heyecan duyduklarımı, en sevdiklerimi içeren Dean Sandifer'in bir fotoğrafını hediye olarak yolladı.

''Sevgili Berceste'nin, yazıları ile yeni tanışmış olmama rağmen her gün O'na da uğruyorum ve Dean Sandifer'in çektiği, belki bu minik gibi O'da martıların arasında olmak istiyordur diye düşündüm...''

notu ile birlikte deniz, kuşlar ve sarışın mavi gözlü(göz rengini hayal gücümüze bırakıyoruz) bir yakışıklıyı bana hediye olarak gönderdi.

Günlüğünü okurken birdenbire hediyem ile karşılaşınca ne yapacağımı bilemedim sevinçten. Gözlerim doldu. Uzaklarda beni hatırlayan, hiç görmediğim ama yüreğinin sıcaklığını hikayeleri ile, fotoğrafları ile bildiğim biri vardı. Bu ne kadar güzel bir paylaşımdı, ne kadar güzel bir heyecandı! Çok duygulandım.

Sonra cuma günü posta kutuma
Peçete'den Notlar alan Ayşem'den bir mesaj geldi.

''Son dakika!! Peçete'de Notunuz var diye.''

Allah Allah ne ola ki dedim ve öğrendim ki ''Kırmızı'' koymuş adımı!
Beni yüreğinde Abant'a taşımış, bütün huysuzluklarıma, bütün vıdı vıdılarıma rağmen. Çiçeklere olan sevgimi, renklerle dansımı bilmiş, yapaylıktan uzak, doğal biri olduğumu anlamış, yaşam coşkumu paylaşmış.

Dilim tutuldu, ne diyeceğimi bilemedim. O kadar güzeldi ki hem yazı, hem de fotoğraflar, cuma gününden beri gidip gidip bakmaktan alıkoyamıyorum kendimi...

Sanki peri masallarındaymışım gibi hissediyorum.

Dost yürekleri, o dost yüreklerin sıcaklıklarını hissediyorum.

Sevgiyi hissediyorum.

Arada kilometrelerce yol da olsa, hiç yüzyüze karşılaşmamış da olsak varlığınızı hissediyorum.

Sizin sevginizin, kalbinizin güzelliğinin yanında ben ancak teneke bir bedendeki boncuklardan geri kalan yansıma olabilirim diyorum...

İyi ki varsınız!

Varlığınız için çok teşekkür ediyorum...

Dostluğunuz, arkadaşlığınız için sonsuz teşekkürler...

22 Mart 2007

Tuvalet Kağıdı Rulosunda Mantarlar!

Araya etkinlikler girince Bilim Festivali'ni dinlemekten kurtulduk sandınız belki ama yanıldınız!

Ben bıkmadan, usanmadan anlatacağım, zira Berceste'yi açmamdaki en büyük etkenlerdendir bilim festivali!

Cumartesi günü, Cambridge Botanik bahçesi, şehirde bir çadır kurmuştu , müzelerin olduğu alanda. İlk gezdiğimde çok kalabalıktı. Cadılar bayramındaki kabağın tohumlarından ve ayçiçeği tohumlarından bulup çıktık dışarıya. Sonra kızını, yüzme havuzuna doğumgünü davetine götüren arkadaşım gelince, o da gezdi. Biz yer bulup oturmuş ayaklarımızı dinlendiriyorduk ki, yanımıza gelip ''Tuvalet kağıdı rulosundaki mantarı gördünüz mü?'' dedi. ''Nasıl yani?'' diye sorduk. ''Girin de içeri bir bakın!'' sözünün ardından koşturarak gittik. Amanın o da ne! İlginç bir görüntü. İlk gezdiğimizde kalabalıktan bir de gözlerim güzel bir bilim adamına(yoksa kadını mı demem lazım?) takıldığından, kaçırıp görememişiz meğerse.


Nasıl tuvalet kağıdı rulosunda mantar yetiştiriliyormuş derseniz eğer, formülü şöyle imiş:
  • Tuvalet kağıdını, rulo halde, bir tabağa yerleştiriyorsunuz,
  • Üzerine kaynamış su döküyorsunuz. Suyu iyice emmesini sağlıyorsunuz.
  • Rulo soğuduğunda, içindeki karton kısmı çıkartıyorsunuz, mantar kültürünü bu boşluğa koyuyorsunuz. (Hazır olarak kutuda satılan kültürlerden alıp kullanmışlar. İstiridye mantarı diye tercüme edebileceğim bir türden oluşturmuşlar bu ruloyu, türün Türkçe başka bir adı varsa önerilerinize açığım!)
  • Soğuyan, kültürü konan, ruloyu kurumayıp nemli kalsın diye, saran(karar aldık, bir grup arkadaş, strech filme artık böyle diyeceğiz) ile sarıyorsunuz.
  • 25 santigrat derecede karanlık bir yere koyuyorsunuz.
  • İki hafta bekletiyorsunuz. Üzerindeki tutkalımsı görünümlü kısımların oluşup oluşmadığını kontrol ediyorsunuz.
Eğer oluşmuşsa buzdolabına koyup, 8-15 santigrat derecede tutarak mantarların çıkmasını bekliyorsunuz. Bu sırada kurumamasına da dikkat ediyorsunuz. Sonucu da fotoğraflardaki gibi oluyor.

Bu tabaktakiler de kültür mantarıymış. Ama tuvalet kağıdı rulosunda yetişmemişler!
Festival görevlilerinden biri... Mantar nedir? Nerelerde, nasıl yetişir, çeşitleri nelerdir diye açıklıyordu çocuklara, ben o güzel ve akıllı kızcağızdan alamadım gözlerimi, o kadar güzel açıklıyordu ki çocuklara... Bu arada da kaçırmışım rulodaki mantarı işte! Efendim bunlar da arılarımız. Çiçeği aşağıda sarı sarı görüyorsunuz. İçinde bol bol şeker pardon, polen var. Arılar da - yani aslında misafir gelen çocuklar, üzerlerine arı kıyafeti giyiyorlar - çiçeğin içine girip, kendilerine ziyafet çekiyorlar. Bu fotoğraftaki arılar biraz irice! Çocukların dikkatini çekmesi için görevliler arı olmuş çünkü.


Bu cumartesi yolunuz Cambridge'e düşerse Cavendish Laboratuvarı'na bekleriz.

19 Mart 2007

İki Etkinlik Birarada...


''Doğru yazalım, Doğru konuşalım, Dilimizi Koruyalım'' etkinliği için, konumuz de/da. Ne zaman ismin -de hali, ne zaman dahi anlamındaki de/da olarak ayrı yazmamız gerektiği gayet güzel bir dil ile Fethiye tarafından anlatılıyor. Pek çoğumuzun hala yaptığı bu hatadan dilimizi, kalemimizi kurtarabilmek, dilbilgisi kuralını hatırlayabilmek için sizi mutlaka Yogurtland'e bekliyoruz.
İkinci etkinliğimiz 20.ayındaki Yemek Etkinliği ve ev sahibimiz Asya. Pek çoğumuzun bildiği ama benim asla vazgeçemediğim bir lezzet ile katılmak istedim bu etkinliğe. Deniz Börülcesi, ingilizce adı ile samphire. Beyaz çiçek açarmış ve ''fakir adamın kuşkonmazı'' diye de tanınmaktaymış bu ada ülkesinde. Fotoğraflardakiler Türkiye ziyaretim sırasında bulup aldığım deniz börülceleri. İstanbulda demeti 3 milyona iken, Çanakkale'de 500bin liraya bulduklarımdan üstelik!
Suda haşlanan deniz börülceleri kılçıklarından sıyrılarak ayrılır. (Ayıklama şekli için bir sonraki tarifi okumanız önerilir.) Çanakkale'den getirilen sızma zeytinyağı, 2 diş sarımsak ve limon ile buluşturulur. Afiyet ve hasretle yenir!


İkinci tarif, bana deniz börülcesini tanıtan Tijen'den. Onun ilk hazırladığı, benim de çok severek okuduğum siteden. Şimdi orayı ziyaret edip, Tijen'in tatlı dilinden okumanızı öneririm...

Türkiye'deki arkadaşlarımız benim için de birer tabak hazırlayıp, yerlerse çok sevinirim. Burnumda tüttü şimdi!

Sabah kalktım, Tijen'e bir uğradım, gördüm ki hocam TD'nin doğumgünü imiş. Bana ''Eee haydi başla artık yazmaya'' diyen, muzikleri, filmleri siteye yerleştirmeyi, resimler üzerine silik bir şekilde ismimi yazmayı öğreten, ne zaman imdat desem, bıkmadan, sıkılmadan yardımıma koşan TD'nin. Hocam iyi ki varsın! Tüm sevdiklerinle birlikte, sağlıkla, mutlulukla, nice senelere... Adeti bozmayayım, ben de nergislerimizden göndereyim Viyana'ya!

18 Mart Çanakkale Zaferi ve Şehitleri Anma Günü

''Ben size taarruz etmeyi değil, ölmeyi emrediyorum.''
M.Kemal Atatürk
Bu emirle kazanılmış eşsiz bir zafer! Yokluğa rağmen. Kayıplara rağmen. İç ve dış düşmanlara rağmen... Ata'm bize gönderilmiş en büyük armağan. Ata'm izinde yürünecek en değerli varlık!

Ata'mı, Hasan Basri dedeyi ve bu savaşta şehit olan, gazi olan ama şu anda hayatta olmayan tüm kahramanları saygı ile anıyoruz. Ruhunuz şad olsun!

16 Mart 2007

İki farklı konu: Hücre Charlie ve Kırmızı Burun Günü

Önce Charlie kendini tanıtsın, Merhaba desin istedim!


Charlie kim mi? Vücudumuzdaki milyonlarca hücreden biri. Vücudumuzun yapı taşı! Canlının varlığı, onunla başlıyor, onun bölünerek çoğalması ile canlı büyüyor, organlar oluşuyor, yaşlanıyor ve ölüyor. Vazgeçemediğimiz, düzeni bozulduğunda sarsıldığımız, bizden bir parça Charlie!


Yumurtanın döllenmesi ile Charlie oluşuyor. Sonra ikiye bölünüyor. O bölünenler de bölündükçe hücre sayısı 2,4,8,16,32.... şeklinde artıyor. (Yetişkin bir insanda 100 milyon hücre bulunmaktaymış.)


Hücre, ne zaman, ne yapacağını nasıl biliyor? Bu soruların cevabı DNA'da saklı. Yeni oluşan hücreler ben kimim, ne yapmalıyım diye sorduklarında, komşuları cevap vermek zorunda. Hücreler durumlarını, mesajları dinleyerek öğrenmek durumundalar. Bu aldıkları bilgilerle ne zaman duracaklarını biliyorlar ve kendilerini kan hücresine, kemik hücresine, vb... dönüşmüş olarak buluyorlar.



Hücreler büyüyüp, bölünürlerken oldukça kontrollü bir üretim aşamasından geçiyorlar. Her bir hücre bölünmeden önce büyümek zorunda. Sonra da DNA'dan gelen mesajla kusursuz bir şekilde bölünmekte. DNA da bu sırada kromozomlarına ayrılmakta ve ikinci oluşan hücrede yerini almakta. Böylece ikiz iki erkek kardeş oluşmakta diye düşünebiliriz. Eğer DNA'da bir sorun varsa, DNA mutasyonuna yolaçmakta. Kendisini kopyalayan kromozomlarda aynı sırayı iki defa tekrar etme ya da eksiklik diye tarif edebiliriz bu durumu. Bu durum da tümü ile kanserli hücrelerin özelliğini oluşturmakta.

(Charlie'yi aşağıda trafik işaretlerinden yani komşu hücrelerden gelecek mesajları beklerken görüyorsunuz.)

Hücrelerin bölünmesi ve DNA'nın doğru kopyalanması, hücrelerin birbiri ile düzgün haberleşmeleri sağlıklı yaşamın belirtisi. Böylece hücreler ancak gereksinim olduğunda bölünebilme özelliğine sahip, yani sağlıklı hücreler.
Eğer hücreler sağır olurlarsa ve bölünme sırasındaki mesajları duymazlarsa, büyür büyür büyür ve ne zaman duracağını, bölüneceğini bilmez! Bu kanser belirtisidir. Bu tarz hücreler bütün engelleri yıkıp, etrafındaki diğer hücreleri ezer, geçer, yokeder.
(Charlie hata yapmadan kendisini aynen kopyalamak, bölünmek zorunda)

Kararını veriyor ve doğru mesajlarla bölünüyor.

Her bölünen hücre kromozomları özel bir protein içeren yapıştırıcı ile biraraya getiriliyor.
DNA eşit olarak iki hücreye pay ediliyor.


Sonrasında eğer ihtiyaç varsa, Charlie bölünmek için gene büyümek zorunda.

Aşağıda DNA'sında hata olan ve bölünmesini yanlış mesajlarla gerçekleştiren bir hücreyi ve o hücrenin etrafındaki hücrelere verdiği zararı görüyorsunuz.
Aşağıdaki tabloda da sol tarafta iyi huylu vücut hücrelerimiz, sol tarafta ise yarmazlık yapan, zararlı hücre olma yolunu seçmiş olanlar var! Büyüme şekillerinden kontrollü ve kontrolsüz oldukları rahatça anlaşılıyor sanırım. Sağdakilerin davranışı, bir nevi barajı aşan suyun sele yolaçması gibi...

Şimdi diyelim ve dileyelim ki, Charlie hep bizimle dost olsun, güzel güzel ihtiyacımız oldukça bölünsün, DNA'larımızı iyi paketlesin ve hiç hasta olmayalım! Bizler de elimizden geleni yapacağız ama değil mi?

Eğer Charlie'nin içinde neler olup bitiyor merak ederseniz, Harvard Üniversite'si harika bir film hazırlamış. Ben, seyretmeye doyamadım. Umarım sizler de seversiniz. Var mısınız hücre içinde yolculuğa? O zaman buraya tıklayın hepbirlikte bakalım neler olup bitiyor orada.

Gelelim RED NOSE DAY'e yani Kırmızı Burun Günü'ne.
Slogan, ''Small change, big difference!''
Buradaki ''change'' hem bozuk para anlamında, hem de küçük değişiklikler. Eğer edebi yönden bakarsanız, ''Küçük değişikler, büyük farklar yaratır!'' diyebiliriz ama esas ''Sizlerden gelecek bozuk paralar, onların hayatını değiştirecek!'' denilmek isteniyor. Sizden kocaman rakamlar istenmiyor. Hani bizde dilenciler yanınıza yaklaşır, Allah rızası için diye başlar dilenmeye... Burada o yok! Onun yerine böyle etkinlikler var. Yardım edenler de dünya üzerindeki köklü kuruluşlar. (BBC, Kleenex, Müller, Babybel, Adobe, CISCO, ORACLE, Sun, Penguin Yayınevi, BT....) Reklam kampanyaları inanılmaz güzel. Bir bakmışsınız kırmızı burnu olan bir penguen kitap okumaya teşvik ediyor sizi, o kitaptan kazanılan paranın bir kısmı bu yardım için kullanılacak ya da tuvalet kağıdının üzerindeki köpek Andrex size bu tuvalet kağıtlarından harcayın ki hayır yapın diyor! Bir başkası, Müller yoğurtlarından bol bol yiyin... Dün akşam Apprentice başladı. Ünlüler çırak oldular. Tatlı, huysuz Sir Alan Sugar onlara bu etkinlik için lunapark kurarak para kazanın dedi. Dün gecekinde kızlar takımı epey bir para kazanarak birinci oldu bakalım bu gecenin galibi kim olacak?

Bu gece büyük final var. Saat 19:00'da başlayacak ve gece yarısına kadar BBC program yaparak kazanılan parayı geçen senekinin iki katına çıkarmaya uğraşacak. Okullar komik kıyafetli çocuklar, öğretmenlerle dolacak bugün. En ciddi işyerlerinde bile elemanlar, en komik kıyafetleri giyip gidebilecekler. Kırmızı kulak ya da burunlarını takabilecekler. Kaç gündür televizyonda ''Ear Sir'' diyen komedyenler var! Öğretmen yoklama yapar, bütün İngiliz komedyenler öğrencidir. Kulaklarında da bugün için hazırlanmış özel takma kulaklar. İsimleri okundukça ''Ear Sir''(Kulak Bayım) derler. Sadece birinde kulak yoktur ve üzerine basa basa buradayım efendim anlamında ''Here Sir'' der ve öğretmen kulağından tuttuğu gibi onu dışarı atar. ''Kaç defa sana şu saçma promosyon kulakları takma dedim!'' diyerek de fırçalar bir de...
Ünlü komedyen Benny Hill'in oğlu Harry Hill'den tutun, Mr Bean'e kadar herkes görev başında bugün. Tony Blair bile üzerine düşen görevi yapıp, bir komedyenle beraber gülmekten öldürdü bizi. Delia Smith kırmızı burunlu minik kekler yapmış, tarifini merak ederseniz bir uğrayın sitesine derim.
Peki toplanan para nereye gidecek? %60'ı Afrika'daki yardıma muhtaç çocuklara, %40'ı da İngiltere'deki yardıma muhtaç ya da şiddete maruz kalmış çocuklara. Kim bilir Türkiye'de 11 yaşındaki Lauren gibi kaç çocuk var. Annesi akciğerinden rahatsız olduğu için aileye 11 yaşındaki Lauren bakıyormuş ve bugün toplanan paralardan bir kısmı Lauren ile annesine gidecekmiş!
Eğer varsa şansınız, kaçırmayın BBC'yi seyredin derim. Yolunuz kırmızı burun satanlardan birinin önünden geçiyorsa, en az iki çocuğu (aldığınız zaman elde edilecek gelirin gittiği ve kırmızı burunu hediye edeceğiniz) mutlu edeceğinizi unutmayın ve alın derim.

Sonra da bir düşünün bakalım bunu ülkemiz çocukları için nasıl uygulayabiliriz?
Bugün üye olduğum gruplardan birinden Midyat yemekleri ile ilgili bir sitenin bağlantısı geldi. Yemeklerden çok fotoğrafların içerisine düştüm ben ve bu sayfa bugün, sabahtan beri hiç kapanmadı. Hem güzel yüzlü, güzel bakışlı çocuklar için, yurdumun insanları için, hem de müziği için.
Yarınlar için, çocuklarımızın yarınları için neler yapabiliriz sizce?

not: Ne yazık ki gündüz fotoğrafımı çekecek biri bulunamadığı için gördüğünüz kırmızı burun bana ait değil!

12 Mart 2007

Cambridge Bilim Festivali ve Kanser


Bu hafta anlatılacak çok şey var.


Aslına bakarsanız, yazılacak çok bilgi var ama benim onları derleyip, toparlamam, düzgün bir halde sizlere sunmam için bekliyorlar. Bu arada zaman durmuyor, ben onun hızına yetişemiyorum. Bugün, yarın, tamam hazırlıyorum derken itiraf ediyorum ''Ben, ye-ti-şe-mi-yo-rum! ''


Buraya(Cambridge'e) geldiğimden beri hayran olduğum bir etkinliği sizlerle paylaşmazsam kahrolurdum. Anlatması uzun, yaşamak gerek, görmek gerek ama daha fazla gecikmeden bir ucundan tutup, başlayacağım anlatmaya...

Bilim festivalinin ne zaman ve nasıl başladığını bilmiyorum, tarihçesini bulamadım. Ama her yıl, mart ayının 2. haftasında yapılıyor, bir hafta boyunca devam ediyordu, hatta adı da Cambridge Bilim Haftası idi. Son iki yıldır, süre iki haftaya çıktı adı da Cambridge Bilim Festivali olarak değişti. Bu iki hafta boyunca haftaiçi akşamları ve cumartesi günleri saat 10:00 ile 16:00 arasında Cambridge üniversitesinde, şehir içindeki çeşitli müzelerde, spor alanlarında programlar devam ediyor. Bu seneki festival bu akşam başlayacak.

 İlk konuşma dün akşamdı ancak ne yazık ki, şu an için bilinmeyen bir tarihe ertelenmiş. O yüzden gecikmeli başlıyor. Festivali detaylı bir şekilde incelemek isterseniz, resmi web sitesine bakabilirsiniz, özellikle ana sayfadaki minik filmi kaçırmayın derim!


Orta öğrenimde laboratuvarları olan özel bir okulda eğitim almama rağmen, kimya mühendisliği okuyuncaya kadar, bu festival sırasında gördüğüm deneylerle karşılaşmamıştım! Oysa burada, annesinin, babasının, ağabey ya da ablasının elinden tutan 4-5 yaşlarındaki çocuklar bile, bu deneyleri görebiliyor. Ellerinden tutanlar da ihya oluyor. Hep birlikte tüm olayları yerli yerinde, zamanında öğrenebiliyorlar. Eh Cambridge'in mucitler kenti olduğunu, Sir Isaac Newton'dan, Stephen Hawking'e kadar pek çok bilim adamına ev sahipliği yaptığını bir kez daha hatırlatmanın da zamanı sanırım.


Öncelikle size geçen seneki festivalde katıldığımız programları anlatmaya çalışacağım. Bu seneki programlardan da katılabildiklerimi fotoğraflarını düzenleyip bilgileri pekiştirdikçe yazacağım.


Bir de bu hafta Red Nose Day var! Yani ''Kırmızı burun'' günü. Büyük gün 16 Mart cuma. Ama iki haftadır her akşam ünlülerin katıldığı yarışmayı seyrediyoruz. Adı Fame Academy. Yarışma sırasında telefon ederek ünlüler destekleyebiliyorsunuz. Ama önemli olan aradığınız her telefon numarası için, telefon şirketinin elde ettiği gelirin bir bölümünü yardıma muhtaç çocuklara bağışlaması. Detayları cuma gününe! Belki de kırmızı süngerden yapılma burnumu takıp sizlere merhaba derim. Söz, şarkı söylemem.


Şimdi...


Geçen sene katıldığımız ilk programı anlatmaya başlayayım!

İlk olarak MRC laboratuvarlarına gitmiştik. MRC, Medical Research Council'ün ilk harfleri ve dünyada moleküler biyoloji üzerine araştırmalar yapan en önemli laboratuvar diye duymuştum. Bilim haftası kapsamında orayı ziyaret edebilmek de bizler için büyük şans. Konumuz çağımızın evlere şenlik diyebileceğimiz hastalığı, kanser. Biliyorsunuz dünyalar tontonu babacığımı da bu amansız hastalığa teslim etmek zorunda kalmıştım. İçim acıyarak ama neler olup bittiğini de öğrenme hevesi ile o gün, orada idim.


İlk olarak hücre Charlie ile tanıştık. Onun hikayesi uzun, o yüzden sonra anlatacağım ama bütün temel de onun üzerine kurulmuş halde. Vücudumuzun yapı taşı hücrelerimizdeki sorunlarla başlıyor çünkü bu hastalık.

İkinci olarak meme kanseri idi konu. BRCA1 ve BRCA2 adı verilen genlerin bu hastalığa sebebiyet verebildiğini öğrendik. Soyaçekim nedeniyle hasta olanların yüzdesi 5 ile 10 arasında değişmekteymiş. BRCA1'in ve BRCA2'nin soyaçekim nedeniyle hasta olanlardaki yüzdeleri 20'şer imiş. Diğer genetik sebepler %6, bilinmeyen genetik sebepler ise %54 oranında. BRCA genlerine sahip olanların hayatları boyunca meme kanserine yakalanma riski de %60 ile 85 arasında değişmekteymiş. Ailesinde meme kanseri görülmüş vak'alarda diğer risk bileşenleri yaş, yahudi Eskenazi ailesinden geliyor olmak (bu ilginç bir bilimsel çalışma ve ailenin fertleri büyük tehdit altında imiş), hormonal tedaviler, yaşam şekli, radyasyona maruz kalmak şeklinde. Yalnız oradaki panolarda yazılı olup kesinliğini bilmediğim birşey daha var. Üreme ile ilgili hormon tedavileri... Son yıllarda özellikle ülkemizde bilinçsiz bir şekilde patlamış olan bu tedavi türlerini almak zorunda kalanlar bu riski de bilmeli bence.


Eskenazi ailesi fertlerini sadece meme kanseri değil, yumurtalık ve pankreas kanserleri de tehdit etmekteymiş. Gen 3000 yıl önce mutasyona uğramış ve hala, özellikle de doğu Avrupa sınırları içinde yaşayan bu ailenin fertleri % 1-2 oranında risk taşımaktaymış.


İngiltere'deki 3 kanser hastasından biri meme kanseri imiş ve yılda 41700 kişi bu hastalığa yakalanıyor ve 12600 kişi bu hastalıktan ölüyormuş. Kişi diyorum, kadın demiyorum dikkatinizi çekerse, çünkü erkekler de bu hastalığa yakalanabiliyor!


Üçüncü konumuz deri kanseri. Detaylı bilgi için Cancer Reserch'ün web sitesini öneriyorum.Eğer cildiniz güneşte kolay yanabilen ciltlerden ise, hele benimki gibi biraz güneş yüzü görseniz kolayca istakoz rengine dönüşüyorsanız, tehlikedesiniz, tehlikedeyiz! Ailenizde cilt kanseri görülmüşse, özellikle gençken güneş yanıkları ile tanışmışsanız, kızıl ya da açık renk saçlarınız varsa gene tehlikedesiniz, tehlikedeyiz!

Cilt kanserinin en yaygın olduğu ülkeler Avusturalya, Yeni Zellanda ve Finlandiya. Sebebi ozon tabakasına bağlanıyor. Avusturalya ve Yeni Zellanda'da doktorlar tarafından göz ile cilt kontrolünün senede 1 defa yapılması zorunlu imiş. O ülkelere tatil için gidenler bile risk altındaymış. Hatta Avrupa'da rastlanan vak'aların bir bölümünü tatil için ya da uzun süreli bu ülkelere gidenler oluşturuyormuş.

Dördüncü konumuz mesleğe bağlı kanserler. Verilen örnekler çok ilginçti. Berberler risk grubunda çünkü doğrudan ve korunmasız bir şekilde kimyasallarla çalışıyorlar. (Saç boyaları, perma yapılırken kullanılan kimyasallar vb...) Bunu duyduktan sonra saçıma gölge yaptırmaktan vazgeçtim, yaşasın beyaz saçlarım!

Eskiden bu ülkenin en yaygın mesleği baca temizleyiciliği imiş. Baca temizleyicilerinde prostat kanseri oranı çok yüksek çıkmış. Sebep olarak is ve duman gösteriliyor.

Rahibeler çocuk doğurmadıkları için özellikle meme kanseri riski altındaymış.

Asfalt dökenler, dam tamir edenler, kullanılan kimyasal malzemeler nedeniyle mide, idrar kesesi, deri kanseri riski; itfayeciler yükselen oranlarda beyin, mide, akciğer, prostat kanseri riski altındaymış.

Sigara içenleri hiç söylememek lazım değil mi? Onlar kendilerini öldürdüklerini bile bile hala sigara içmeye devam ediyorlar, gene de mide, gırtlak, akciğer ve kolon kanseri riski taşıdıkları için bırakmayı bir düşünsünler derim!


Beşinci konumuz izlenebilirlik, yani testlerle hastalığın var olup, olmadığının kontrolü. İlk olarak rahim ağzı kanserinden korunma için 1 numaralı çözümü söyleyelim. PAP Smear testi. Doktorunuzun size önerdiği sıklıkta(eğer sorun yoksa 3 yılda bir) gidip yaptırıyorsunuz. Kulak temizleme pamuğuna benzer bir çubukla numune alınıp, test için gönderiliyor. Toplamda 10 dakika sürebilecek bir işlem hayatınızı kurtarıyor. Hastalıklı hücreleri aşağıda yeralan fotoğrafta görüyorsunuz. Daha koyu pembe alanın içindekiler.

Bir başka test ise meme kanseri için uygulanıyor. Mamogram. Onun uygulanma sıklığı da sağlıklı insanlar için 3 yıl.
Bu bölümdeki görevli ile rahim ağzı kanseri üzerine bir başka konuyu da konuştuk. Daha önceden bu kansere virüslerin sebebiyet verdiğini okumuştum. Bilgi doğruymuş. Hatta geçenlerde televizyonda Amerika'da hiç cinsel ilişkiye girmemiş kızlarda bu hastalığa karşı önlem olarak aşı uygulanmaya başlandığını gördüm. Beyler, virüsün hanımlara taşınması konusunda zararlı bir role sahipmiş. Bir başka konuştuğumuz konu da mide ülserinden sorumlu olduğu son dönem ortaya çıkan heliobakter idi. Kansere de sebebiyet verebiliyormuş.

Altıncı konumuz beslenme. İyi yiyeceler ve kötü yiyecekler diye bir sıralama vardı panolarda. İyiler: A, C, E vitaminleri gibi antioksidan taşıyanlar, selenyum ve kalsiyum gibi mineralleri içerenler, lifli olanlar, proteinler, yağlar(ama zeytinyağ gibi doymamış yağ asidi içerenler) ve benim en çok sevdiğim yoğurt! Kötüler ise: hidrojenlendirilmiş yağlar, doymuş yağ oranı yüksek yağlar, nitrit ve nitrat içeren besin maddeleri, bazı yanlış pişirme yöntemleri nedeniyle kimyasal maddelerle temas edenler(yanmış et, barbekü yapılmış et vb...), yapay katkı maddeleri içerenler(hani bu sıralar bol bol oynadığınız şeker hamurları var ya, onlara katılan cici renkler var ya, onlar da baş suçlular arasında haberiniz ola!) , aflatoksin gibi maddeleri içerenler.

Sonra öğrendik ki, fazla kiloya sahip olmak kanser riskini arttırıyormuş. BMI yani Body Mass Index, yani vücut kütle oranı denilen bir oran var. Bu oran 18,5 ile 25 arasında ise normalsiniz. 25 ile 30 arasında ise kilo vermelisiniz. 30'un üzerinde ise tehlikedesiniz! Nasıl hesaplanıyor derseniz, pratik yolu için buraya bakın derim.
Kansere karşı ne yapabilirim derseniz ona da öneriler var.

1- Stresinizi azaltın.

2- Ağırlığınızı gözlemleyin ve yukarıda anlatılan orana dikkat edin.

3- Yediğiniz yağlara dikkat edin, kötüler sıralamasında sayılanları yemeyin.

4- Lifli yiyecek oranını arttırın.

5- Bol bol meyve, sebze yiyin.

6- İçinde bol miktarda beta karoten, A, C, E vitaminleri bulunduran yiyecekler yiyin.

7- Egzersiz oranını arttırın.

8- İçinde bol miktarda selenyum ve kalsiyum olan yiyeceklerden yiyin.

9- Kırmızı et yerine deniz ürünleri ve soyalı yiyecekleri tercih edin.

10- Alkol içeceklerin hayatınızdaki yerine bir sınır koyun.

11- Doğrudan güneş ışınlarına maruz kalmayın.

12- SİGARAYI BIRAKIN!

09 Mart 2007

Bahar Geldi Çiçek Açtı Dağ, Orman

Tutmayın beni...

Elimde minik makinam, sokaklardayım. Çiçekleri gördükçe kendimi kaybediyorum. Bir de Orchard Street var ki Cambridge'de, binaları ile beni alıp eskilere götüren, tümüyle zamanı unutturan...

Sizlerle de paylaşmak istiyorum. Çiçekleri, vitrinleri, Orchard Street'i.
Bıkmayıp siz de benim kadar keyif alır mısınız acaba?

Bir de ''Easter'' -türkçede bildiğimiz hali ile paskalya- yaklaşıyor, vitrinler pek şenlendi bu yüzden. Pastel renklerde bir sürü süs... Tavşanlar, yumurtalar... Camdan, pastadan, seramikten... Hangi türünü ararsanız vitrinlerdeki yerini almış durumda!

Pek iştah açıcı görünmekte olan özel yiyecekler de var, fotoğraflarda göreceğiniz üzere... Üzerinde haç işareti olan tarçınlı çörekler gibi, yılın sadece bu dönemine özel olanlar da.

Umarım seversiniz gördüklerinizi...

Annem hayatımda görmediğim kadar çok nergisi birarada gördüm bu ülkede demişti, gerçekten de açtıkları zaman doyamıyorum onlara...

Çuha çiçeklerimizin, bir de dantelli türü var ki, harika! Ondan da bulursam sizler için fotoğrafını çekerim hemen.


Bu güzelliğin cinsi nedir bilmiyorum ama eskiden okulumuzun bahçesinde, mahallemizdeki karakolun bahçesinde hep onlardan vardı...

İşte Orchard Street. Alçak, şirin mi şirin ama insana terkedilmiş hissi veren evleri. Harry Potter filmindeki evleri andırıyorlar...
Minik pisicik, teşekkür ederim bana model olduğun için. Asıl niyetim yanındaki sümbülün fotoğrafını çekmekti, ama sen o kadar masumdun ki dayanamadım, senin de fotoğrafını çektim. Güneşi bulmuşken keyifini çıkartıyordun biliyorum, engel olduğum için de özür diliyorum. Sen bizim bahçeyi kirleten o haşarı kediye hiç benzemiyorsun, kibarsın. O haşarı olan yüzünden etrafta kedi kovalamaya başladım. Oysa hep eve mahkum olduğunuz için, birinizi dışarıda görsem ne kadar mutlu olurdum eskiden... Seni görünce biraz eski ruh halime döndüm. İyi ki mekan olarak o sümbülün yanını seçmişsin :)





Beatrix Potter karakterlerine benzeyen bay ve bayan ördek te güneşleniyordu Cam nehri kenarında... Beyin gözleri dalmış gitmiş... Son dönem sağlıklarına zararlı diye ekmek kırıklarını onlara atmanın yasaklanması mı onu böyle düşündüren acaba?
Az kaldı, bu hafta sonu yağmur yağmazsa PUNT yapmaya gelen turistlerle dolar ortalık... Bu puntları da boş görmek mümkün olmaz Magdelene Bridge'in yanında.
Ve işte yiyecekler... Kaçak çektim fotoğraflarını, o yüzden camdan yansımalar had safhada, siz görmeyin o yansımaları olur mu? Doğrudan yiyeceklere bakın :)










Sevgiler...