26 Şubat 2008

Ebeler,sobeler...

Bu arıyı ve fotoğraflarını pek severim. Çiçekten çiçeğe konarak topladığı özü bal yapar. O tombik bedeni ile polenleri bir çiçekten diğerine taşıyarak tozlaşmalarına yardımcı olur. Çalışkandır. Üretkendir. Sevimlidir. Yardım almaz, dedikodu yapmaz, diğerlerini eleştirmez, işinde gücüne bakar, durmadan uçuşur iki yana. Ama elleyen oldu mu da haddini bildirir. Bildirir de, bedencağızı taşıyamaz bunun ağırlığını ve orada yaşamı biter.

Neden mi yazdım ben şimdi bunları?

Çünkü Zeynep sormuş... Ebe olmuşum...

** Bakalım kaç tanesi gerçek olacak?

  • Ülkeme dönmek ve eski işimle aynı konu üzerinde çalışabilmek.
  • El işlerimiz ve tarihçeleri, unutulmak üzere olan sanatlarımızla ilgili görsel ya da yazılı bir yayında imzamın olabilmesi.
  • Gene aynı şekilde gelenek göreneklerimizle ilgili araştırmalar yapabilmek.
  • Bu yayınları dünya üzerinde tanıtabilmek. Diğer kültürlerle ortak yönleri bulup, bağlar kurabilmek.

**Hemen yapabileceğim halde yapmayı neden beklediğimi bilmediğim şeyler:

  • Parklarda nergis, çiğdem, kardelen fotoğrafları çekebilmek.
  • Botanik bahçesine gidip kokulu bahçenin fotoğraflarını çekebilmek.
  • Türk işi diye başladığım nakışta, tel kırma kısımları bitirmek.
  • Evin her yanına saçtığım kumaşları, iplikleri toparlamak.
  • Uzun süredir kafamda yazmayı planladığım şeyleri Berceste'ye yazmak, daha sık yazı yayımlamak.
  • Bize çok yakın olduğu halde bir türlü gidemediğim Kettle's Yard'a gidebilmek ve Fitzwilliam müzesini yeniden gezebilmek.

**Bir daha dünyaya gelmiş olsam seçme şansım olsa;

  • Gene ben olurdum. Ama o yukarıdaki satırlarda yazdığım arıcık gibi, kimseler beni ellemesin, sokmak zorunda kalmayayım, enerjimi tüketmeyeyim, devamlı üreteyim ve ülkeme, aileme faydalı işler yapabileyim isterdim.
  • Gene kimya mühendisi olurdum.
  • Gene tekstille ilgili bir işte çalışmak isterdim.
  • Gene gazete içinde büyümek isterdim.

Yani ben, ben olmaktan memnunum kısacası. Kendi kendimle çatıştığım tek konu da uzaklarda olup, yapmak istediklerimin bir bölümünden mahrum kalmak. Ama diğer yandan da çok farklı bakış açıları ile, çok farklı dil, din, kültürlerden insanlarla birarada olmak güzel. Bu da hayatıma çok şey katıyor. Bir gün ben de bunları paylaşmak istiyorum...

Kimi ebeliyorum?

Kulübesinin güzel kraliçesi Pınar, Şirinem Çilek Suyu Sibel, etaminlerin kraliçesi Sanem.

24 Şubat 2008

Minik Prenses

Defne'nin günlüğünü ilk Nothing Hill için yazdığı bir yazıyla okumaya başlamıştım. Ben de Nothing Hill'e gitmiş, Berceste'de yazsam diye düşüyordum, neler var, neler yok diye internette ararken Defne'yi buldum. Arkadaşı filmdekileri tek tek bulmasını istemiş. Evi, dükkanı buldum da bank imkansız demiş, ona çok gülmüştüm.


Yorum yazmaya başlayıp, yorumlardan birinde St James parkta düzenlenen pikniği haber ettim, goncasını aldı,geldi, tanıştık. Onu buluşum, bana ilaç gibi geldi. Bu ülkede, bu kadar kafa dengi bir arkadaş edinmek inanılmaz büyük bir nimet. Bir defa fotoğraf dendiği zaman akan sular duruyor ikimizin önünde de! Hadi deyip Defne gözünü kırptı mı tamam! Benim gonca bile fotoğraf çılgınlığından pes etmiş haldeyken, benim kadar çılgınını bulmak...


Çok kısa bir süre sonra da Defne'nin ikinci prensesinin yola çıktığı haberini aldım. Bu O'nu durdurmadı. Gittik La Ballerina'yı bulduk! Çatılarda, yollarda duran adamların sırrını çözdük. Türk Fest'e katıldık. Aynı zamanlarda Türkiye'ye gidip, İstanbul'da buluştuk, inek kovaladık. Minik prenses de uslu uslu annesiyle gezdi. Hiç yaramazlık yapmadı,üzmedi çok şükür.


İstanbul'dayken Ayşem'e uğrayıp minik prenses doğduğu zaman hazır olsun diye kalıplar aldım. Sürpriz yapmaktı amacım. Ama öncesinde deneme yapmadan olmazdı. O yüzden dayanamadım onu da yazdım.

Bir de en son demiştim ki: ''Bu arada heyecanla beklediğimiz birşey var. Defne günlüğüne not bırakıp gitmiş. Çarşamba gününü iple çekiyorum ben de!''

Bazılarınız Defne'yi ziyaret ederek iyi dileklerini bıraktı ve nihayet minik prenses 6 Şubat'ta doğdu. Merak ediyorsanız ben bu fotoğrafını çok sevdim. Defne'ye de 1 hafta boyunca haydi yaz diye diye badırdanıp durdum. Sonunda iki satır yazdı. Fotoğrafların daha fazlası ve ne durumda olduğu da o yazıda var.

Biz tam 1 hafta önce tanıştık bu güzellikle. Daha önce çok gezdik birlikte ama ilk defa yüzyüze geldik. Doğrusunu söylemek gerekirse de pek ayrılmak istemedim kendisinden. Çünkü o kadar masum ve o kadar uslu ki!(Maşallah demeden olmaz bu noktada!)

Büyük prenses ise apayrı bir güzellik. Yaratıcılığına söylenecek söz yok. Önce Sindrella elbisesini giydi. Yere uzandı. Anneannesi: ''Ne o, Uyuyan Güzel mi oldun?'' deyince, aklına geliverdi. ''Elbisenin tersini giymek istiyorum'' dedi. Prenses ya evde, bir dediği iki edilmedi. Meğer elbisenin özelliği imiş. İki masal kahramanının kılığına da girebiliyormuş aynı elbise ile. Tersi çevrilince Uyuyan Güzel oluverdi. Eh bir de prens lazım elbet. Benim goncaya, ''öp beni'' diye tutturdu! Bizimki şaşkın. ''Dur sana at da lazım bekle'' dedi. Gitti koştura koştura sopaya takılı at kafası şeklindeki atını bizimkine getirdi. ''Bin buna'' dedi. Binersin, binmezsin münakaşaları ardında bizimki prens oluverdi. Prensesi öpme eyleminden de kendisini kurtaramadı elbet! Halini görmek lazımdı. Biraz sonra iki arada bir derede bir baktım, bizim prenses gene kostüm değişikliği yapmış, biberon kurabiye ile bebek kurabiyeyi beslemekte. Bu fotoğraf için peşinden epey koşturdu. Hava kararmak üzere olduğu için pek iyi çıkmamış ne yazık ki. Defne ile ben de diğer kurabiyelerin fotoğrafını çekeceğiz diye cebelleştik ama başımızda iki çocuk, iki adamla anca bu kadarını becerebildik. Kurabiyeleri de adamların elinden zor kurtardık.

Aylardır hasret olduğumuz lahmacun, simit ve beyaz peynirle harika bir ziyafet verdi Defne ile goncası. Ardından da portakallı kekimiz vardı. Söylenecek söz bulamıyorum.

Sağlıkla, mutlulukla, annesi, babasıyla, ailesine hayırlı bir evlat olması dilekleri minik prensese... Ailesi ile yeni evinde güle güle oturması, prenseslerini sağlık, mutlulukla büyütmesi dilekleri de Defne'ye. Hasretle fotoğraflarını bekleyeceğiz...

12 Şubat 2008

Kırkyama, Yamalı Bohça, Kırkpare, Patchwork

Adına ne demek isterseniz... Kırkyama, yamalı bohça, kırkpare, patchwork... Dünyanın heryerinde yapılmakta. Rengarenk, çeşit çeşit, model model. Tümüyle dikenin hayal gücü ile şekillenen, modellenen bir çeşit sanat eseri bence. Tarihçesi için somut bir yazı bulamadım. İpek yolu üzerindeki ülkeler ve Orta Asya deniyor kaynaklarda. Ama Avrupalı kaynaklar bunu da söylemiyor. Doğrudan pahallı kumaşların Hindistan'dan gelmeye başlaması ile tek bir kırıntısının bile ziyan edilmemesi için, hanımların elinde şekillenen bir çeşit dikim tekniği olarak tanımlanıyor.

Benim kırkyama ile tanışma hikayem ise çok eski. Çocukluğumdan. Bir zamanlar terzilik yapmış babaannemin, evdeki her tür kumaş artığına kıyamayıp, saklamasından ve değerlendirmesinden dolayı, onunla geçirdiğim zamanlardan. O, eline geçen her bir artan parçayı büyüklüklerine göre tasnifler, bohçalara sarıp kenara koyardı. Diktiği işler bitince de sıra bu parçalara gelirdi. Özenle onları keser, teğeller, makinada dikerdi. Herbirinin arkasına bir de mermerşahiden astar yapardı. Genelde el bezi olmaları için hazırlardı onları. Sonra da sevdiklerine hediye ederdi. Biz zamanında bu kadarcık kumaşı bulamazdık. Savaş yıllarında doğduk, büyüdük derdi. Gerçekten de 1.Dünya savaşı sıraları doğmuş, adı bile zafer kazanalım mantığı ile asker babası tarafından seçilmişti. Punto amca'nın konuk yazarının yazısında olduğu gibi, işgali İstanbul'da görmüş, gelen askerlerden çocuk aklı ile çok korkmuştu. Bir dudağı yerde, bir dudağı gökte adamlardı diye takılır, sonra güldürür, gülerdi ama o yıllar hep ağladık derdi. Allah o günleri göstermesin, Atatürk huzur içinde uyusun diye dua ederdi.

Ben de, o babaannenin torunu olarak, yanında bebeklerime elbiseler diktim, örgüler ördüm. İlk işim de iğne ardı bir ayıcık idi. Kahverengi iplikle patiska kumaş üzerine işlemiştim. Deseni babaannemle transfer etmiştik. Onun model kitaplarından bizzat ben seçmiştim. O günden bu güne çok zaman geçti ama benim merakım geçmedi. Büyüp, buralara gelip evde can sıkıntısından kurslara başlayınca, ilk olarak geçen sene gene U3A bünyesinde kırkyama kursuna yazılayım dedim. Dedim demesine de öğreten hanım, gayet bilgili ve becerikli olmasına rağmen, daha önce liselerde öğretmenlik yapmasından mı kaynaklanıyordur nedir, herkese küçücük çocuk muamelesi yapıyor, bağırıyor, çağırıyordu ki, buradaki okullarda bile buna pek müsade edilmez. Onun dışında dikiş makinam yok diye beni kabul etmedi zaten. ''Al makinanı gel'' dedi. Ben de makina alsam da, senin dersin pek bana göre değil dedim içimden ve bir daha da kursuna gitmedim. Yaşlı tonton nakış grubumla devam ettim derslere. Bu seneki kursların kitapçığında bir baktım, geleneksel İngiliz Patchwork'ü var kurslar arasında. Makina da gerektirmiyormuş. Hemen kaydoldum. Ama işe başlayınca, gidemez oldum bu sefer. İşi bırakınca ilk iş koştura koştura bu kursa gittim. Çok tatlı bir hanım(O da emekli öğretmenmiş) kurs hocamız oldu ve dersleri evinden veriyor. Her çarşamba ona gitmek büyük bir zevk oldu. Hem katılanlar çok tatlı, hem de hocamız. Böylece hem öğreniyor, hem eğleniyoruz. Hanım hanıma muhabbet ediyoruz.

Kartondan üçgen kalıplarla başladık ilk dersimize. Ben onlardan altıgen oluşturdum. Sonra da Ann(hocamız) ile evirdik, çevirdik bu kırmızılı yastıktaki şekli elde ettik. Ben de onu evde kılıfı küçük gelen kuş tüyü yastığa kılıf yaptım. Tümüyle elde dikildi. Bir tek noktasına bile makina değmedi! Acemilikten ötürü oluşan kayma hataları da nakışla kamufle edilmeye çalışıldı.


İngiliz usulu kırkyama yapmanın tekniği şöyleymiş:

Önce hangi şekli yapacağınızı belirliyorsunuz. Şekli milimetrik kağıt üzerine çizip, düzgünce orjinal şekilden biraz büyük olacak şekilde kesiyorsunuz. Bu sizin kağıt kalıbınız olacak. Onu sert mukavim bir karton üzerine yapıştırıp, maket bıçağı ile çok düzgün bir şekilde(metal cetvel yardımıyla) kesiyorsunuz. Hazırladığınız kağıt kalıbının kenarlarından yarımşar santimetre büyük olmak üzere, kumaş kalıbınızı daha yumuşak bir kartondan hazırlıyorsunuz.(Fotoğrafta sarı renkle görülen 'kumaş', üstte görülen de 'kağıt' kalıbı)

Kumaşlarınızı, iplik düzüne dikkat ederek kalıbınızla kesiyorsunuz. Elinizde bulunan kartonlardan(iğnenin kolayca batıyor olması karton sertliği için kriteriniz olsun) kalıplarınızı kaç tane gerekecekse düzgünce kesip hazırlıyorsunuz. Ben o sıralar bolca tükettiğim çikolataların kutularını kırptım. Kullanacağınız kartonların aynı kalınlıkta olması çok önemli, yoksa şekiller düzgün birleşmez.

Kumaşları kartona teğelliyorsunuz. Oluşturacağınız şekle göre kenarlarından çırpma dikişi ile dikiyorsunuz. Dikişe kenarın birkaç santimetre içinden başlamak ve kenarın ucuna gidip geri dönmek çok önemli. Böylece iki kat sağlam dikmiş oluyorsunuz, yıllarca kullansanız da dikişlerin yıpranmasını önlüyorsunuz. Ann'in yalancısıyım!

Ben oluşturduğum şekli patiska üzerine aplike yapıp, kenarlarını nakışla süsledim. Elde dikilen makina dikişi tekniği ile de büyük parçaları birleştirdim. Dün gece tümüyle bitti. Şimdi sırada yukarıdaki yeşilli morlu olan parça var. Onun kenarlarına ne yapacağımı bilemedim. Bakalım, yarın gidince neler keşfedeceğiz. Öneri çizimleriniz olursa ona da açığım.

Bir de sırada Crazy Patchwork tekniği ile yapılacak olan bu iş var. Onda da Ann teğelleyeceksin ve nakışla tutturacaksın dedi. Benim planımda gene yastık var ama yastık yaparsam teğel ve nakış işi tutmaz. Makina ile mi dikmeli(İstanbul'a gidince) yoksa yastık yapmamalı mı bilemedim. Ayşem: ''Sen bir başla nasıl deli işi o görürsün.'' demişti crazy patchwork için. Ona hak verdim, duyurulur.

Yarına elimde bir de Red Work var. Onunla da birşeyler yapmayı planlamam lazım. Önerilerinizi bekliyorum.

05 Şubat 2008

Dragon Fruit


İngiltere'ye geldiğimden beri dünyadaki pek çok yiyecekle tanıştım. (Normal şartlar altında yediklerimi ya bulamaz ya da kıt bulur oldum o ayrı!) Daha önceden adını sanını bilmediğim, tadını bilmediğim, düşünsem de aklıma gelmeyecek pek çok çeşit var. Dünyanın dört bir bucağından insanlar bu ülkede yaşayamaya başlayınca, haliyle kendi yiyeceklerini de beraberlerinde getirmişler. Bitkilere meraklı olan İngilizler'in büyük bölümü de bahçelerinde, allotment adı verilen evlerinden uzaktaki sebze bahçelerinde, değişik meyve ve sebze yetiştirir olmuşlar. Onlar, genelde yetiştirme kısmı ile yeme kısmından daha çok ilgililer. Yabancı kökenli bizler ise, yeme kısmıyla daha çok ilgiliyiz. Yetiştirme kısmı sırf zorunluluktan.


Uzun süredir markette, bu albenili meyve ile göz göze gelip duruyorduk. Epey pahallı olduğu ve bizim deneme, öğrenme maliyetleri de epey yükünü tuttuğu için bakışma kısmı ile idare edip gidiyorduk. Hatta Tijen'e sormuştum. ''Albenisi kadar güzel bulmayabilirsin, kişiden kişiye değişir ama bu olgu'' demişti. Denemeyi koymuşum kafama ki, bu bakışma ve düşünme kısmı, onu indirime girmiş gördüğüm gün son buldu. Mor Koyun'un kediyi öldüren merakları gibi, ben de bu meyveyi merak ettim işte. Sanem'in onu ilk okumaya başladığım zamanlardaki yazılarından birinde anlattığı tecrübesinden de feci halde tırstığım halde üstelik. Sonunda denedim. Öldürmüyor, yaşıyorum hala, bunu keşfettim...


Tadı, ahım şahım birşey değil. Merak etmeye değmezmiş dedirtecek cinsten. Hatta tadı yok desem... Olmuş meyvelerin tadının daha daha da güzel olacağını düşündüğümden, aldıktan sonra beklettim epey. O yüzden fotoğraftaki halini sararmış bulabilirsiniz. İçi, kivinin beyaz zemine siyah çekirdeklisine benziyor ama tadı kiviye pek benzemiyor. Dış görünümünü kendisinden çok daha fazla sevdim kısacası.


''Dragon fruit'' yani ''Ejderha Meyvesi''(daha başka pek çok adı var. Pithaya, strawberry pear, thanh long, nanettikafruit gibi... ) kaktüs ailesinden bir bitki imiş. Daha önce bahsetmiş olduğum ''Cherimoya'' gibi, bu meyvenin de vatanı Güney Amerika imiş. Ama Malezya, Vietnam, Tayvan, Filipinler'de de yetiştirilmekteymiş. Çiçeği sadece geceleri açar ve güzel kokarmış(o koku biraz meyvesine de geçseymiş ya!)


Efsaneye göre ejderha ile savaş sırasında, ejderha ateş püskürtürken ölünce, en son ağzından bu meyve fırlarmış. Savaşın bittiğinin ve gücün sembolü olan bu meyve, hükümdara sunulurmuş. Ölen ejderha da savaşçılar tarafıdan yenilirmiş. İnanç oymuş ki, ejderhanın gücü yiyen savaşçılara geçecek ve yenilmez olacaklar... Kuyruğu, ateşin oluştuğu nokta diye bilinirmiş. Eti en güzel, en lezzetli olan kısım da burasıymış. Efsane bu ya, bu eti yemek isteyenler yüzünden de ejderhalar yok olmuş...


Denemek isteyenlere dekorasyon amaçlı kullanmalarını tavsiye ederek, iyi şanslar diliyorum...


Bu arada heyecanla beklediğimiz birşey var. Defne günlüğüne not bırakıp gitmiş. Çarşamba gününü iple çekiyorum ben de!