Bu aralar bizim buralar pek bereketli. Yanımızdaki ormana nispet, ağaçlar hem daha çok, hem daha çeşitli, hem de bereketli...
Hatta öyle ki, geçen sene yaklaşık
bu zamanlar yazdığım yazıda görünenler geçeli çok oldu. En az bir 15 gün ileri gidiyor gibiyiz bu sene. Çiçeklerin çoğu meyveye durdu, hatta meyve verdi. Karlı kış aylarına göre, yaz da sanki daha erken geldi.
Geçen gün bir alış veriş merkezinin servisine (evet Türkiye'de böyle lüksler var, yurtdışındayken bizimkilerin biz servise gidiyoruz demelerine pek hayıflanırdım. Sırtımda taşıdığım alış veriş malzemeleriyle!) koşa koşa yetişmeye çalışırken eriklerle göz göze geldik. Yenmeye hazır hale gelmişlerdi. Dönüşte bir baktım, birileri talan etmiş! Sonradan anlattılar, torbalarıyla toplamaya gelmişler, bir de kendi mallarıymış gibi, ne yapıyorsunuz diyenlere kafa tutmuşlar...

Yeşil eriklerin az ötesinde, bu sefer yol kenarında değil de, biraz içeride kaldığı için geç gözüme çarpan malta erikleri...
Hasta mıdır bilmem, kimisi çiçekte, kimisi meyve halinde ama daha şimdiden çürük gibiydi. Diğer benzerlerine bakmak lazım ne durumdalar.
Dutlar tam hız gelişmekte. Hatta dün bizim böcük yerde olmuş, karıncalar tarafından el konulmuş bir tane bile buldu. Üst dallardan daha fazla güneş gören yerlerden düşmüş herhalde.
İpek böceği yetiştirilen yerlerin vazgeçilmesi dut ağaçları. Ama onların önce hastalanması, sonra da yok olmasıyla böcek yetiştiriciliği de bitmiş ne yazık ki. Biz, birkaç tane ipek böceği alıp da denesek mi, ne?
Çocukluğumdan bildiğim akasya, ama sonradan öğrendiğim
yalancı akasya ağacının karnında bir de incir ağacı çıkıvermiş! İki senedir gözlemliyorum. İkisini de durumdan hiç şikayetçi görmedim. Mutlu mesut oturmaktalar.
Belki de mahalle botanik bahçemiz bereketini bu yalancı akasya ağaçlarına borçludur. Zira kendileri aynı zamanda iyi birer azot bağlayıcı. O yüzden de çevresine yararlı.
Yalancı akasya ağacının çiçeklerinin de kokusu ayrı güzel... Çiçekler dışındaki her parçası zehirli olarak bilinmekteymiş ama çiçekleri yenilebildiği gibi reçeli bile yapılmaktaymış.
Kardeşliklerden de bahsetmişken, yalancı akasya ve incir kardeşliği dışında iki farklı kardeşlik daha var biraz ötelerinde. Çam ağacı ile erguvan ikilisi bahsettiğim. Erguvan gövdeye değil de eteklerine yerleşmiş çam ağacının. Onlar da nicedir mutlu mesut yaşamakta.
Ben de arılar gibi çok seviyorum bu ağaçları ve çiçeklerini. Hatta bu satırları yazarken bile kokuları burnuma geliyor. Biraz toplayıp reçel deneyecektim ama yağmur ve doluya yenik düştüler.
Kar gibi bembeyaz yerleri kapladılar. Çok güzeller ama narin ve kısa ömürlüler...
Bol bol atkestanesi var etrafta ama onların çiçekli hallerini kaçırdım bu sene. Gene beyaz ve pembe çiçekleri ile onları görmesini bilen gözlere harika bir şölen düzenlediler.
Zeytinler çiçek açmak üzere tomurcuğa durmuş bir komşumuzun bahçesinde. O kadar çok tomurcuk var ki! Eğer hepsi zeytin olursa, ağaç yıkılacak kadar bereketli olacak demektir. Bakalım ne olacak akıbeti.
Teknik Resim öğretmenim, sonbahara doğru avize çiçeğinin(Yucca Flamentosa) açmasını beklerdi hep. Sonra da şöyle açtı, böyle güzel diye anlatıp dururdu. Ne zaman avize çiçeği görsem, onun kulaklarını çınlatırım. Beyaz, asil, güzel bir duruşu vardır avize çiçeklerinin bana göre.
Agave ailesinin bir üyesi imiş. Benim de gözlemlediğim kadarıyla mor salkım gibi senede iki defa çiçek açıyor. Birisi bu aylarda, diğeri sonbaharda. Gövdesi çok dayanıklı değil. Çiçekli kısım ağırlaşınca, hemen boynunu büküveriyor. Bu çiçeğin en büyük dezavantajı da bu olsa gerek.
Avize çiçeğinin biraz ötesinde ıhlamur ağacı da var. Geçen sene biraz toplayıp kurutmuştum. Bu sene de gelip gidip bakıyorum ne zaman çiçek açacaklar diye. Henüz zeytinin tomurcukları gibi, ıhlamurlar da tomurcuk halinde. Fotoğrafını da çekmiştim ama net çıkmamış.

Bana pek güzel pozlar veren bu minnak sultanı ne yazık ki tanıyıp bilemedim bir türlü. Sonradan verdiği meyveler turuncu ya da kırmızı. İki çeşit böyle çalıcık var mahallede, bu hangisinin çiçeği bilemiyorum. Ama arıların onu da sevdiklerini biliyorum.
Gene benim çocukluğumdan beri en sevdiklerimden. Kokusu inanılmaz, muhteşem, kelimelerle anlatamam, öylesine güzel...
Hani parfümü olsa ona batar çıkardım. O kadar çok seviyorum.
Adını da Evren sayesinde öğrendim.
Burada ve
burada bahsetmişti.
Pittosporum Tobira imiş. Türkçe bir isim bulamamışlar ya da bulmak istememişler nedense.
Evren'in seslenişine
Yaban'dan ses gelmiş ve ''akpıtrak'' deyivermişti. Biz de mi öyle seslensek, pek uygun bu isim ona, ben sevdim...
Birisi de bana bir akpıtrak parfümü icat etse keşke!
Yalnız Evren akpıtrakların meyvelerinin de olduğundan bahseder. Ben baktım baktım kaç senedir bizim buralardakilerde bir türlü denk gelmedim. Belki iklimi daha sıcak olan yerlerde mi meyve verecek kadar coşuyordur ya da bizimki başka bir türü müdür bilemedim.
Böcükle biraz daha keşfe çıksak, iğdelere doğru gideceğimizden eminim. Geçen hafta gene bir alış veriş merkezi yakınlarında, binaların arasında boğulmuş bir haldeyken burnuma geliverdi kokusu. Hani şu çekirgenin sesini duyan Kızılderili misali... Hani sormuşlar bu kadar gürültü arasında nasıl duydun diye... O da yere bozuk para atıvermiş ve insanlar yere bakmaya, ceplerine bakmaya başlamışlar, para mı düşürdük diye... Kızılderili de demiş, onlar nasıl duydu ise bozuk paranın sesini, ben de çekirgeninkini öyle duydum. Kim neyi önemserse, onu kaybetmekten korkar!
Ben de şimdilerde Kentsel Dönüşüm adı altında olacaklardan korkmaktayım. Hem de çok korkmaktayım. İstanbul'un göbeğinde yeşillikler içerisinde, sabahları kuş sesleri ile uyanmaktayım. Kızım sokağa çıktığında çeşit çeşit bitki ve hayvanla tanışmakta. Salyangozundan, kirpisine, kedisinden, papağanına...
Kuzenimin çocukları küçükken, halamların çiftliğine gidelim derlerdi, öyle seve, güle oynaya gelirlerdi bize. Hele o dönemde komşular iyice abartmıştı olayı, tavuk besleyeni bile vardı! O zamanlar medeniyetsizlik diye düşünürken, şimdilerde benim hayalim olan tavuklardan...
Ve korkum, bir sabah uyandığımızda sizin binanız eskimiş, çıkın diye dozerleri dayamaları. Hani gecekondu mahallelerindeki kadınlar gibi kepçeye atlarım kesin! Belim izin verirse elbet.
Anlamadığım, rant uğruna bu kadar mı gözü dönmüş insanların? Bu kadar mı açgözlülük bürümüş gözlerini? Herşey için kanunlar çıkıyor dizi dizi...
İngiltere'de oturduğum ev en az 200 yıllık idi. Victorian Terrace House şeklinde yapılmış. Yan komşumun babası mimardı. Her tür garantisini vermişti binanın.
Bizim binalarımızın ömrünün bittiği sadece yıllarla mı ölçülecek? Ekonomik ömrü beni zerre kadar ilgilendirmiyor, zira üç boru değiştirmekle çözülecek işler onlar. Beni ilgilendiren binanın sağlamlığı ve sağlam binanın yok yere yıkılmak istenmesi olacak!!!!
Dilerim bu kabusu yaşamayız. Dilerim tüm bu yukarıda anlattığım güzellikleri bir kepçenin altına atmayız...
Gene rahat, huzur bırakmadılar insana. Her sabah başka bir endişeyle uyanır oldum!