25 Mayıs 2012

Allium Neapolitanium

Kendisi ile geçen sene tanıştık. İlkbaharda çiçekleri incelerken. Epey uzakta bir komşunun bahçesinde vardı. Sonra Sinek Sekiz'de yazılanlarla kendime yol çizip, adını buldum.

Yabani sarımsak ya da osuruk otu diye de adlandırılmaktaymış.

Çok senelik ve soğanlı bu bitkinin çiçekleri hemaforit imiş ve arılar tarafından döllenmekteymiş.Kaynak olarak en açıklamalı bilgi burada var.

Yaprakları çiğ ya da pişmiş olarak yenilebilirmiş. Salatalarda oldukça lezzetli olduğu söylenmekte. Tadı sarımsağa benzediği için yalancı sarımsak denilmekteymiş. Soğanlı kısmı da sarımsak tüketir gibi kullanılabilirmiş.

Çiçekler de pişmiş ya da taze olarak yenilebilirmiş. Çiçeklerin özellikle salataya verdiği soğana benzer tad yüzünden tercih edildiği söylenmekte.

Soğan tadını içerdiği kükürtten almaktaymış. Bu sebeple de kandaki kollesterol seviyesini ayarlamak amaçlı tüketimi önerilmekteymiş.

Suyu güve kaçırmak için kullanılabilirmiş.

Güneşli ve drenajı iyi toprakları severmiş. Fotoğraf da bunun kanıtı olsa gerek!

Kardeş bitkileri gül, havuç, papatya, pancar imiş.

İçerdiği flavonidler nedeniyle yararlı olduğuna dair makaleler de var hakkında.

Bazı kaynaklar geyikleri kaçırmak için kullanıldığından bahsediyor.

En son kendileri ile Burgaz ada'da karşılaştık. Orada yapılan bahçeden bol miktarda çıkmış, kenara ayırmışlardı yeniden dikilmek üzere. Sanırım adalarda epeyce yaygın ama ev sahibimiz gittikçe azaldığını, tehlikeye girdiğini de söyledi.

Eğer sizlerde görürseniz bu güzel çiçekleri. Hem korumak için belli bir kısmı ayırıp çoğaltın. Hem de gıdalarınızın arasına katın derim.

23 Mayıs 2012

Bugünlerde Bizim Buralar

Bu aralar bizim buralar pek bereketli. Yanımızdaki ormana nispet, ağaçlar hem daha çok, hem daha çeşitli, hem de bereketli...

Hatta öyle ki, geçen sene yaklaşık bu zamanlar yazdığım yazıda görünenler geçeli çok oldu. En az bir 15 gün ileri gidiyor gibiyiz bu sene. Çiçeklerin çoğu meyveye durdu, hatta meyve verdi. Karlı kış aylarına göre, yaz da sanki daha erken geldi.

Geçen gün bir alış veriş merkezinin servisine (evet Türkiye'de böyle lüksler var, yurtdışındayken bizimkilerin biz servise gidiyoruz demelerine pek hayıflanırdım. Sırtımda taşıdığım alış veriş malzemeleriyle!) koşa koşa yetişmeye çalışırken  eriklerle göz göze geldik. Yenmeye hazır hale gelmişlerdi. Dönüşte bir baktım, birileri talan etmiş! Sonradan anlattılar, torbalarıyla toplamaya gelmişler, bir de kendi mallarıymış gibi, ne yapıyorsunuz diyenlere kafa tutmuşlar...

Yeşil eriklerin az ötesinde, bu sefer yol kenarında değil de, biraz içeride kaldığı için geç gözüme çarpan malta erikleri...

Hasta mıdır bilmem, kimisi çiçekte, kimisi meyve halinde ama daha şimdiden çürük gibiydi. Diğer benzerlerine bakmak lazım ne durumdalar.

Dutlar tam hız gelişmekte. Hatta dün bizim böcük yerde olmuş, karıncalar tarafından el konulmuş bir tane bile buldu. Üst dallardan daha fazla güneş gören yerlerden düşmüş herhalde.

İpek böceği yetiştirilen yerlerin vazgeçilmesi dut ağaçları. Ama onların önce hastalanması, sonra da yok olmasıyla böcek yetiştiriciliği de bitmiş ne yazık ki. Biz, birkaç tane ipek böceği alıp da denesek mi, ne?

Çocukluğumdan bildiğim akasya, ama sonradan öğrendiğim yalancı akasya ağacının karnında bir de incir ağacı çıkıvermiş!  İki senedir gözlemliyorum. İkisini de durumdan hiç şikayetçi görmedim. Mutlu mesut oturmaktalar.

Belki de mahalle botanik bahçemiz bereketini bu yalancı akasya ağaçlarına borçludur. Zira kendileri aynı zamanda iyi birer azot bağlayıcı. O yüzden de çevresine yararlı.

Yalancı akasya ağacının çiçeklerinin de kokusu ayrı güzel... Çiçekler dışındaki her parçası zehirli olarak bilinmekteymiş ama çiçekleri yenilebildiği gibi reçeli bile yapılmaktaymış.

Kardeşliklerden de bahsetmişken, yalancı akasya ve incir kardeşliği dışında iki farklı kardeşlik daha var biraz ötelerinde. Çam ağacı ile erguvan ikilisi bahsettiğim. Erguvan gövdeye değil de eteklerine yerleşmiş çam ağacının. Onlar da nicedir mutlu mesut yaşamakta.

Ben de arılar gibi çok seviyorum bu ağaçları ve çiçeklerini. Hatta bu satırları yazarken bile kokuları burnuma geliyor. Biraz toplayıp reçel deneyecektim ama yağmur ve doluya yenik düştüler.

Kar gibi bembeyaz yerleri kapladılar. Çok güzeller ama narin ve kısa ömürlüler...

Bol bol atkestanesi var etrafta ama onların çiçekli hallerini kaçırdım bu sene. Gene beyaz ve pembe çiçekleri ile onları görmesini bilen gözlere harika bir şölen düzenlediler.

Zeytinler çiçek açmak üzere tomurcuğa durmuş bir komşumuzun bahçesinde. O kadar çok tomurcuk var ki! Eğer hepsi zeytin olursa, ağaç yıkılacak kadar bereketli olacak demektir. Bakalım ne olacak akıbeti.

Teknik Resim öğretmenim, sonbahara doğru avize çiçeğinin(Yucca Flamentosa) açmasını beklerdi hep. Sonra da şöyle açtı, böyle güzel diye anlatıp dururdu. Ne zaman avize çiçeği görsem, onun kulaklarını çınlatırım. Beyaz, asil, güzel bir duruşu vardır avize çiçeklerinin bana göre.

Agave ailesinin bir üyesi imiş. Benim de gözlemlediğim kadarıyla mor salkım gibi senede iki defa çiçek açıyor. Birisi bu aylarda, diğeri sonbaharda. Gövdesi çok dayanıklı değil. Çiçekli kısım ağırlaşınca, hemen boynunu büküveriyor. Bu çiçeğin en büyük dezavantajı da bu olsa gerek.

Avize çiçeğinin biraz ötesinde ıhlamur ağacı da var. Geçen sene biraz toplayıp kurutmuştum. Bu sene de gelip gidip bakıyorum ne zaman çiçek açacaklar diye. Henüz zeytinin tomurcukları gibi, ıhlamurlar da tomurcuk halinde. Fotoğrafını da çekmiştim ama net çıkmamış.
  Bana pek güzel pozlar veren bu minnak sultanı ne yazık ki tanıyıp bilemedim bir türlü. Sonradan verdiği meyveler turuncu ya da kırmızı. İki çeşit böyle çalıcık var mahallede, bu hangisinin çiçeği bilemiyorum. Ama arıların onu da sevdiklerini biliyorum.

Gene benim çocukluğumdan beri en sevdiklerimden. Kokusu inanılmaz, muhteşem, kelimelerle anlatamam, öylesine güzel... 
Hani parfümü olsa ona batar çıkardım. O kadar çok seviyorum. 
Adını da Evren sayesinde öğrendim. Burada ve burada bahsetmişti. 

Pittosporum Tobira imiş. Türkçe bir isim bulamamışlar ya da bulmak istememişler nedense. 
Evren'in seslenişine Yaban'dan ses gelmiş ve ''akpıtrak'' deyivermişti. Biz de mi öyle seslensek, pek uygun bu isim ona, ben sevdim... 
Birisi de bana bir akpıtrak parfümü icat etse keşke!

Yalnız Evren akpıtrakların meyvelerinin de olduğundan bahseder. Ben baktım baktım kaç senedir bizim buralardakilerde bir türlü denk gelmedim. Belki iklimi daha sıcak olan yerlerde mi meyve verecek kadar coşuyordur ya da bizimki başka bir türü müdür bilemedim.

Böcükle biraz daha keşfe çıksak, iğdelere doğru gideceğimizden eminim. Geçen hafta gene bir alış veriş merkezi yakınlarında,  binaların arasında boğulmuş bir haldeyken burnuma geliverdi kokusu. Hani şu çekirgenin sesini duyan Kızılderili misali... Hani sormuşlar bu kadar gürültü arasında nasıl duydun diye... O da yere bozuk para atıvermiş ve insanlar yere bakmaya, ceplerine bakmaya başlamışlar, para mı düşürdük diye... Kızılderili de demiş, onlar nasıl duydu ise bozuk paranın sesini, ben de çekirgeninkini öyle duydum. Kim neyi önemserse, onu kaybetmekten korkar!

Ben de şimdilerde Kentsel Dönüşüm adı altında olacaklardan korkmaktayım. Hem de çok korkmaktayım. İstanbul'un göbeğinde yeşillikler içerisinde, sabahları kuş sesleri ile uyanmaktayım. Kızım sokağa çıktığında çeşit çeşit bitki ve hayvanla tanışmakta. Salyangozundan, kirpisine, kedisinden, papağanına... 
Kuzenimin çocukları küçükken, halamların çiftliğine gidelim derlerdi, öyle seve, güle oynaya gelirlerdi bize. Hele o dönemde komşular iyice abartmıştı olayı, tavuk besleyeni bile vardı! O zamanlar medeniyetsizlik diye düşünürken, şimdilerde benim hayalim olan tavuklardan...

Ve korkum, bir sabah uyandığımızda sizin binanız eskimiş, çıkın diye dozerleri dayamaları. Hani gecekondu mahallelerindeki kadınlar gibi kepçeye atlarım kesin! Belim izin verirse elbet.

Anlamadığım, rant uğruna bu kadar mı gözü dönmüş insanların? Bu kadar mı açgözlülük bürümüş gözlerini? Herşey için kanunlar çıkıyor dizi dizi...

İngiltere'de oturduğum ev en az 200 yıllık idi. Victorian Terrace House şeklinde yapılmış. Yan komşumun babası mimardı. Her tür garantisini vermişti binanın. 
Bizim binalarımızın ömrünün bittiği sadece yıllarla mı ölçülecek? Ekonomik ömrü beni zerre kadar ilgilendirmiyor, zira üç boru değiştirmekle çözülecek işler onlar. Beni ilgilendiren binanın sağlamlığı ve sağlam binanın yok yere yıkılmak istenmesi olacak!!!!

Dilerim bu kabusu yaşamayız. Dilerim tüm bu yukarıda anlattığım güzellikleri bir kepçenin altına atmayız...
Gene rahat, huzur bırakmadılar insana. Her sabah başka bir endişeyle uyanır oldum!

09 Mayıs 2012

5.Permablitz Bahçesi - Burgaz Ada

Pazar günü bizim Burgaz Ada'ya gideceğimizi duyanlar, aman dikkat sağnak yağış var, aman dikkat mitingler var, yollar kapalı, aman dikkat şu, aman bu dedi durdu... Bizi strese sokmaktan gayrı bir işe yaramadı!

İnsanlara anlatmaya çalıştık, biz denizden gideceğiz, bu şehrin en güzel ulaşım yolundan diye ama anlamadılar. Biz de ses etmedik bekledik. Azmimizden midir, tasarımcılarımızın ve ev sahibimizin temiz kalbinden midir bilmem, son dönemin en güzel hava şartlarıyla gözümüzü açtık.

Tüm engellere, ben daha uyuyacağım diye mızmızlanan ev ahalisine rağmen, kumanya, çocuk için yedek kıyafet, şu, bu attığım çantayı bir çırpıda hazırladım(hava koşullarından emin olmayınca hazırlayamamıştım!) Anne ben daha uyuyacağım diyen Uğur Böcüğünü gözleri kapalı haldeyken bir çırpıda giydirdim. Evin beyine haydi uyan baskısı yaptım. (o bir çırpıda olamadı işte!) Herşey hazır, bizimkiler kapıya çıkmış beklerken, ben havlu atmak üzereydim! Ama azimliydim de... Bizim ekip destek mi, köstek mi oldu o gün net söyleyemeyeceğim ama daha ilk yarının ilk saniyelerinde beni perişan etmişlerdi.. Hem beni yorgunluktan, hem de Denizotobüsü'nü kaçırmaya sebep olarak!

Neyse ki, bir sonrakini yakaladık. Ama onda da küçümen içerideki motor sesini duyunca su koyverdi. Kendileri nazlı nazenin bir hanım efendi olarak sese karşı tepkilidir her zaman, içeride öyle bir ses olduğunu farketmemiştim o güne dek! Ah bunu atlattık derken, vapura binmeyeceğim isyanıyla karşılaştık. Neyse onu da oyun arkadaşı bularak aştık! Bu gezi bizimki için bir ilk idi. O yüzden çok da şaşırmadım yaşadıklarımıza. Nihayetinde bir nişan ekibiyle birlikte adaya vardık.

Ev sahibimiz sağolsun bizi karşılamaya geldi. Yukarıda gördüğünüz güruhun eğlendiği yerin önünden geçerek, adanın sessiz sokaklarında ilerledik. Karşılaştığımız kedi ve köpeklere bol bol merhaba dedik. Anne bak ne sevimli şeeeey nidalarına eşlik ederek attık adımlarımızı...

Nihayetinde bahçemize vardık! Biz gittiğimizde ekip çoktan çalışmaya başlamıştı bile! Epeyce işi hale yola koymuşlardı. Baharat spiralinin inşaatı bitmişti. Sebze yataklarına örtü malçlama yapılmıştı. Hügelkültür'ün bu sefer kazılarak yapılmasına karar verilmiş, bunun için çukur kazılmıştı. Daha önce de Erenköy'deki 4. bahçemizde ilk Hügelkültür çalışması yapılmıştı. O azıcık Burgaz ada'dakinden farklıydı.

Tüm bunlar olup biterken, bir de boş, eski su deposu bulunmuş, ortadan ikiye kesilmiş halde. Onun da kompost kutusu olmasına karar verilmiş.

Çoğu şey yerli yerine oturmuşken, işlerin pek çoğu bitmişken, biz bahçeye anca vasıl olduk anlayacağınız. Üstelik yorgun ve sersemlemiş bir halde. Böyle durumlarda genelde çeneme vurur ve çok soru sorarım! Gene öyle oldu. Dediler sen bir gez bahçeyi, bak hale yola duruma, sonra sor sorularını...

Minik bir bahçe turunu henüz bitirmiş, Deniz ve Fatma'ya haydi video çekeceğiz baskısı yapıyordum ki, ev sahibimizin yemek zamanı sesi geldi kulağımıza. Herkesin imece usulü getirdikleri, ev sahibimizin hazırladıkları ile güzel bir sofra kuruldu. Çaylar hazırlandı ve şakalaşmalar, gülmeler eşliğinde güzel bir yemek yendi. Biz yemekteyken, mahallenin kedileri de bol bol ziyaretimize gelip bizlerle tanıştı. Onlara kıyamayanlar yemeklerini paylaştı... Sonra etrafı topladığımız gibi iş başına...

Bu bahçenin ayrıca bir önemi vardı bizim için. Uluslararası Permakültür Günü'ne denk gelmişti. Hepbirlikte toplanıp diğer ülkelerdeki arkadaşlarımıza da güzel bir mesaj yollamaya çalıştık.(Video kaydını aktarmayı başarabilirsem Berceste'ye de yerleştireceğim)

Sebze yataklarından birisinin ev sahibimizin balkonundan görünüşü. Hangi fidelerin ekileceği de belirlenmiş, fideler hazır asker şeklinde bekiyorlar.

Tasarımcımız çok güzel planlar hazırlamış. Neyin nerede bulunacağı gayet açık ve net şekilde belirli idi. Ekipleri de gayet iyi organize etmiş, kimin nerede çalışacağı, hangi işi yapacağı da anlatılmıştı. Daha önceki bahçelerden deneyimimiz bu işlerin tam yerli yerinde olmasının zamandan kazandırdığı yönünde olduğundan bu konu önemli idi. Zira ada ulaşımı vapur zamanları ile sınırlı olduğundan, bir uğrayıp, sonra yaparım deme şansı pek yoktu.

Gördüğünüz şey, yarı yapım aşaması tamamlanmış Hügelkültür! Bahçede bulunan bütün dallar, gövdeler içine atılmış. Etrafta yeşil atık kalmıyor böylelikle. Dallar, yeşillikler, odun parçaları Hügelkültüre, kalanlar sebze yataklarının üzerine malçlamaya, daha da kalırsa doooğru kompost kutusuna.

Çalışma bittiğinde temiz bir bahçe kalıyor. Hiçbirşey ziyan edilmiyor.

Yaşasın ev sahibemiz de ''Lüfer Koruma Timi'' üyesi çıkıyor. Balkon camında hemen çıkartmamızı görüyoruz.  Bütün FSD'lilerin kulakları çınlıyor! Çinekop, defne yaprağı yiyenlerin de vicdanı sızlasın diyorum içimden!

Tasarımcımız fidelerin bir kısmının başında neyin nereye ekileceğini ayarlıyor. Fideciklerin çoğunu kendi elleri ile evinde yetiştirmiş. Buraya kadar da taşımış. Onları seve koklaya yerlerine gönderiyor. Gövdesinde başka bitkilere yer açan ulu palmiye de onlara yukarıdan gülümseyerek bakıyor.

Örtü malçlama yapılan iki sebze yatağı, üzerlerine ilave edilecek malzemeleri ve kucak açacakları fideleri bekliyor. Arkada kompost kutusu adayımız var.

Baharat - şifalı bitkiler spirali. Elleriyle bir mimar inşaa etti onu... Toprağında da yok yok. Bu sefer denize çok yakınız. Böylece mineralleri açısından yosun bile kullanabiliyoruz. Yosunlar toplandıktan sonra güzelce ve defalarca yıkanıyor. Daha sonra sebze yataklarında, hügelkültürde ve baharat - şifalı bitkiler spiralinde kullanılmak üzere pay ediliyor. Yosun, gübre ve toprak örtülüyor hepsinin üzerine...

Sebze yataklarının birinde minik fideciklerimiz toprakla buluşuyor. Dilerim mutlu mutlu yaşayıp büyürler..


Ulu enginar, ev sahibi olarak olan biteni bir güzel izliyor köşesinden...

Bizim böcüğün mızıkçılık yapması sebebiyle(kalabalıktan ürkmüşmüş sonraki ifadesine göre) ben istemeye istemeye bahçeden ayrılmak zorunda kaldım. Aklım da orada kalıyor ama...

Deniz, tüm aşamaları gayet güzel fotoğraflamış. Esas onlara bakın derim. Her bir aşama da gayet güzel açıklanmış. Altlarındaki notlara bakmanız özellikle tavsiye olunur.

Permakültür konusunda İstanbul'da kurslar bütün hızıyla başlayor. Katılmak isteyenlere duyurulur.

İlk 26 Mayıs'ta Yeşil Ev'de Mustafa Bakır tarafından verilecek olan Permakültür'e giriş kursu var. Detaylar burada.

Daha sonra 8 Haziran - 16 Haziran tarihleri arasında Emet Değirmenci eğitmenliğinde Permakültür Tasarım Sertifikası kursu. Detayları burada.

Bir aksilik olmazsa benim de katılacağım 30 Haziran - 12 Temmuz tarihleri arasında Ramiz Kent ve Mustafa Bakır tarafından verilecek olan Permakültür Tasarım Sertifikası Kursu. Detayları burada.

Sonrasında 14 Temmuz'da Akdeniz Bölgesel Permakültür Konferansı. Detaylar burada.

İstanbul dışında Marmariç Permakültür Köyünde 17 - 21 Temmuz tarihleri arasında Akdeniz Permakültür Buluşması yapılacak. Onun detayları da burada.

Yollarımızın bir gün bir yeşil alanda kesişmesi dileği ile...


01 Mayıs 2012

Etrafımızda Nelerin Var Olduğunu Ne Kadar Biliyoruz? Ne kadar mutluyuz?



Bu aralar anaokullarının programlarına bakıyorum. Hepsinde biz ''en şuyuz...'' yarışı var. 

En iyi İngilizce öğreten(anadilini bile doğru düzgün konuşamayan hap kadar çocuğa İngilizce öğretelim elbet ağaç yaşken eğilir!), en iyi bale yaptıran(onu da öğretelim hareket etmesi lâzım çocuğun, kibar kibar hareket etsin, kız çocuğu bu), en iyi .... sınavlarını kazandıran(neyin yarışı ise?)... ''EN'' lerin sonu yok! 
Hepsi cicili bicili web siteleri hazırlamışlar... Bilmem hangi yönteme göre çocukları yetiştirmekteymişler. Başım döndü.... 
Hele bir web sitesinde bayiimiz olur musunuz diye bir de bölüm gördüm, orada iyice koptum. Tamam tüccarsın anladık da, bu kadar mı gözönüne serilir? Bir de bir derneğin okulu olacaksın, ne öğretirsin ki sen?

Arkadaşlarımın çocuklarının gittiği okulları, oralarda çekilen fotoğrafları görüyorum Facebook'tan(bu da ayrı hikaye, anne babanın izni alınmadan bütün fotoğraflar afiş halinde! İngiltere'de parkta kendi çocuğunun fotoğrafını çekmek bile yasak, çocuk kaçırma, kötü sitelere malzeme vermeme açısından!). 
Birisine bilmem hangi marka süt üreticisi gelmiş, sütün faydalarını anlatıyor. Yahu daha şimdiden çocukların beynini yıkayıp, marka imajını yerleştiriyor, niye izin veriyorsunuz buna? Sonraki nesillerde o marka iyice beyinlere oturacak, yapmayın, etmeyin, eylemeyin dediğimde yok artık dediler! Siz de öyle diyenlerdenseniz, buyrun buradan lütfen şu filmi seyredin lütfen çok rica ediyorum, neler olmuş bir görün! Buradan ve buradan da yorumları okuyabilirsiniz, ardından kendi kararınızı kendiniz veriniz.

Bir başkasında kutlanan her doğumgününde çocukların yüzleri boyanıyormuş. Boy boy boyalı yüzlerle çocukların fotoğrafları var. Haydi bir iki defa neyse, eğlence, değişiklik diyelim. Ama insan, insanoğlunun en çok zehirleri yüzey alanı sebebiyle cildinden aldığını bilince, boyaların da çok masum olmadığının farkına varınca, üzerine bir de her hafta en az bir, bazı zamanlar birden çok kutlama olduğunu da duyunca ne diyeceğini şaşırıyor. Hap kadar çocuk bunlar, hiç mi başka eğlence yolu yok yüzleri boyamak dışunda?

Yemek konusu bambaşka bir başlık. Kitap yazılacak düzeyde. Bizi bir alış veriş merkezinde yakalayıp, telefon numaramızı kaydeden, sonra da çağırma nezaketinde bulunan anaokulunun sahibesiyle gıda üzerine yaptığımız yaklaşık 2 saatlik sohbetin ardından(bu arada bizimki İngilizce 10'a kadar saymayı öğrenmiş!) çocuklara biber dolması verildiğini görünce yıkıldım yıkıldım!!! Zira hem biberin mevsimi değil, hem de tam o sıralarda biberin sabıkasına dair dizi dizi yazı çıkmıştı. Oysa o okulda beni en çok cezbeden, oyun hamurunun bile hazır alınmayıp, doğal koşullarda öğretmenler tarafından yapmasıydı...

Tesadüfen gittiğim, GDO üzerine konuşma yaptığımız, bize çok uzak olan anaokulu dışında buna içim sindi diyebileceğim bir başkasını da şimdiye dek hiç görmedim. Oraya da yeniden anne gözü ile bakınca birşeyler bulur muyum bilemedim.

Bir başka konu da uçuk kaçık rakamlar elbet. Ben özellikle çocuğumun yanında olmak için çalışmamayı seçen bir anneyim. Onun mutluluğu için, yaşıtları ile birarada olması için, birkaç saatlik bir programa katılsın, yaşıtlarıyla doya doya oynasın istiyorum. 3 yaş sonrası yok böyle birşey. Yarım gün var illa, öğlen yemeğinden sonra gelsin benimki diyorum, yok olmaz paketimiz bu diyorlar ve rakamlar asgari ücretin bile üzeri... Ayrıca bütün çocuklar programlanmış. Ya derslere boğulmuşlar, çok moda olan yogayı bile yapmaktalar ya da uyumaya zorlanmaktalar! Niye ben uyusun diye çocuğumu okula göndereyim, bir de üzerine dünya para vereyim ki? Ya da niye canı çıkana kadar beyni yorulsun çocuğumun da eve geldiğinde pestil olsun uyusun diye uğraşayım ki?

Neden hiçbir okulun doğayla ilgili çalışması yok, neden çocukları alıp da doğaya çıkartmıyorlar. Buyrun işte size yukarıdaki filmcik. Çocuğun uzaydan önce kendi dünyasını, etrafındakileri tanımaya ihtiyacı var. Bunu arkadaşlarıyla paylaşmaya ihtiyacı var. Birlikte hareket edip, toplum olmayı öğrenmeye, doğa koşullarında birliği öğrenmeye ihtiyacı var. ''Ben'' diyeceği yerde ''biz'' demeyi öğrenmeye ihtiyacı var.

Kalıplanmış, tekdüze, ''en'' lerle dolu, ezbere dayalı, elektronik ya da televizyona dayalı, bunları modenlik sayan bir eğitime değil. Görüyoruz işte onların son örneklerini... Yolda yavaş yürüyorsunuz diye omzunuza çarpıp geçen, sakızını yolun ortasına atan, telefon ya da bilmemne pad diye adlandırılan cihazların içine düşen, neredeyse tuvaletine kadar anne-babasının arabayla götürdüğü, canının istediği yere park edilen araçların içinden çıkan çocukları... İlaçla yaşayan, karınca nedir tanımayan, patlıcanı ağaçta yetişir bilip, endüstri mühendisliğini derece ile bitirmiş, öğretim üyeliği sıfatını almış çocukları... Evet evet şahidim, benim böyle bir arkadaşım var, yalan değil. Bir dönem aynı firmada müdürlük yaptık. O planlama müdürü idi, ben üretim! Var böyle birisi, şu anda çocuğunuz kazansın diye dualar ettiğiniz bir üniversitede öğretim üyesi kendisi. Mesleğini gayet iyi bilir ama doğa hakkında en ufak bir fikri yoktur. Bir ayağına mor, diğerini lacivert çorap giyer, pantalonun altında kim görecek der... Çok da unutkandır, okula arabayla gidip, otobüsle döner! Aldığı eğitim mi, aile içi eğitim mi onu böyle yapmıştır bilinmez...

Ah bir de hayatın gerçekleri, gerçek yüzü var, hiç karşılaşmayı dilemediğimiz, dilemeyeceğimiz. Birkaç saniye ile Gölcük'te, Van'da değişiveren hayatlar var mesela. O değişimin ardından, sizin yiyeceğinizi nereden ve nasıl bulacağınız, tuvalet ihtiyacınızı nasıl ve nerede karşılayacağınız, soğukta nasıl titremeden ayakta kalacağınız, zatüre ya da başka hastalığa yakalanmadan hayata direneceğiniz ve benzeri pek çok gerçekler var. Bale yapmak ya da gezegenlerin adını bilmek yetmiyor bu gibi durumlarda.Dengede kalabilmek ve güneşin nereden doğduğunu bilmek gerekiyor. Hayatın içinde, hayatı öğrenmek gerekiyor. Onda da ben kendi adıma söyleyeyim, kaç gün hayatta kalabilirim hiç bilmiyorum! Ama çocuğumun da benim gibi olmasını istemiyorum.
Peki ya siz, etrafınızda neler olup bittiğini ne kadar biliyorsunuz?
Kendinizi ne kadar tanıyorsunuz?
Yeryüzünü ve üzerindeki canlıları ne kadar tanıyorsunuz?
En son ne zaman gökyüzüne baktınız?
En son ne zaman bir kurbağa ya da bir salyangoza yağan yağmur sonrası merhaba dediniz?
En son ne zaman bir ağaca sarıldınız?
En son ne zaman sessizliği dinlediniz?

En önemlisi ise en son ne zaman ve nerede kendinizi mutlu hissettiniz?