20 Eylül 2012

Karaca Arboretum

İki haftasonu öncesi, yolumuz Karaca Arboretum'a düştü. Daha doğrusu ben çok istediğim için, bir başka niyetle çıktığımız yolun ilk durağı Karaca Arboretum oldu.

Atatürk Arboretum'u hakkında yazdıgım bu ve bu yazıdan bildiğiniz üzere ''arboretum'' canlı ağaç müzesi demekmiş. Karaca Arboretum ise Türkiye'nin ilk özel Arboretum'u. Arboretumların sayısı oldukça az ülkemizde.
  • Atatürk Arboretumu
  • Karaca Arboretum
  • Çukurova Süleyman Demirel Arboretumu
  • Köyceğiz Yunus Emre Arboretumu
  • Kavaklı Orman İşletme Şefliği Arboretumu
Bir elin parmakları ile sınırlı. Kaynak bu makale. Eğer arboretum ve botanik bahçelerine merakınız varsa okumaya değer.



Karaca Arboretum'un arazisi Hayrettin Karaca'ya babasından kalmış. Babası, zamanında kavaklık yapma planı ile almış araziyi. Ancak çok killi ve bataklık bir durumda olduğu için, kavak yerine meyve ağaçları ekmesi önerilmiş ve elma, şeftali ağaçları ekilmiş. 

Yıllar sonrasında, babasının vefatının ve kardeşler arasındaki miras paylaşımının ardından, payına düşen bu alanda Hayrettin Karaca bir ev yaptırmaya karar vermiş. Evin etrafına da doğa aşığı olduğu için güzel bir bahçe kurma fikri, bahçeyi bugüne Karaca Arboretum olarak taşımış. Tarihçeye buradan ulaşabilirsiniz.

Verimsiz, killi, bataklık durumdaki bu arazi için, iflah olmaz raporu da varmış ama bu rapor Hayrettin Karaca'yı durduramamış! Sonuç olarak Arboretum Uluslararası Ağaç Bilimi Cemiyeti tarafından ödüllendirilen bir yer olmuş. Başarı öyküsünü buradan okuyabilirsiniz.


Kendisi de şu anda yaz aylarını burada geçirmekteymiş. Başkalarına örnek olması açısından, bahçesini vakfa gelir sağlanacak bir bağış karşılığında halka da açmış. Karaca Arboretum'da, bir fidanlık, halka açık olan ama içinden kitap alınmasına izin verilmeyen bir kütüphane, Hayrettin Karaca'nın gezdiği ülkelerden derlediği fotoğraflarından oluşan bir de dia kolleksiyonu var. Dia kolleksiyonunu görmek için randevu almanız gerekiyor.


Arboretum hem Türkiye'nin endemik türlerini barındırıyor, hem de dünyanın dört bir yanından gelen ağaçları.
En sevdiğim yumuşacık gövdeki Sekoyalar da dahil olmak üzere hayran hayran seyredebileceğiniz pek çok ağaç var bahçede.

Benim için en büyük sorun, sürenin rehber eşliğindeki gezi ile sınırlı olması ve gezmek için gelenlerin benim gözümle o ağaçlara bakamaması! Sessiz sakin, fotograf çekerek, ince ince inceleyerek gezmek isterdim kendi adıma. Ama ne yazık ki, böyle bir şans yok. Özel mülk olduğu için ve oraya gelen her insanın da o mülke gösterdiği özen aynı olmayacağı için vakıf ve Hayrettin Karaca haklı elbet.  Belki özel izinle, sakin sakin başka bir zaman gezme fırsatı yakalarım kim bilir?


Şu anda gördüğünüz her bir fotoğraf, bir koşturmanın eşlikçisi olarak çekildi. Randevu almak kaydı ve yanlarında bir görevli eşliğinde, evlenen çiftler de fotoğraf çektirebiliyorlarmış. Böyle iki çifte denk geldiğimizden, onların en özel fotoğraflarını da bozmak istemediğimizden, diğer yandan bitkileri incelemeye çalıştığımızdan, huzur dolu olması gereken gezi biraz stres dolu geçti. Gene de görmek güzeldi. Sessizliği, kuşları dinlemek güzeldi.


En en en güzeli de Hayrettin Karaca'dan gençlere yazılan mesaj. Onun kaleminden okuyun lütfen!
Mesaj, Atatürk'ten alınan şu sözlerle bitiyor:

Her şeye karşın, ne olursa olsun bir aydınlığa doğru yürümekteyiz. Bende bu inancı yaşatan güç, yalnız sevgili yurduma ve ulusuma duyduğum ölçüsüz sevgim değil, bugünün karanlıkları, ahlaksızlıkları, şarlatanlıkları içinde salt vatan ve gerçek sevgisiyle ışık serpmeye ve aramaya çalışan bir gençlik gördüğümdendir.”

Bu sözler ise herşeye bedel!


Hayrettin Karaca ve Nihat Gökyiğit elele verip 11 Eylül 1992'de TEMA vakfını kurmuşlar. Vakfın kuruluş hikayesi burada.

Nihat Gökyiğit, aynı zamanda Türkiye'nin ilk özel botanik bahçesi olan Nezahat Gökyiğit Botanik Bahçesi'nin de kurucusu.

Vakıf, zaman zaman eleştriler almakta. Gerek, Nihat Gökyiğit'in suni gübre üreten bir firmanın yönetim kurulu başkanı olmasından kaynaklı. Gerekse vakfın diğer kurucu üyelerinin sanayiciler olmasından kaynaklı.
''Para'' ve ''Doğa'' sözcüklerini yanyana görmek çoğu zaman ben dahil pek çok kişinin hoşuna gitmiyor. Bunun yanında bildiğiniz gibi, suni gübre toprağa en büyük zararı verenler arasında.

Diğer yandan, erozyon ile ilgili en önemli çalışmaları yapanlar da gene bu ikili ve kurucusu oldukları vakıflar! Ne ülke yönetimi, ne bakanlıkları, ne de bu işlerden sorumlu diğer kuruluşlar, onlar kadar çalışıp çabalayıp uğraşmıyor.


Bu noktada permakültür gözüyle bakınca da benim aklım karışıyor!

Karaca Arboretum'u mesela. Adım attığımız ilk dakika mevsimi geçen çiçeklerin söküldüğünü, boş kalan alanların gübrelendiğini gördüm. Hatta gezenler, yazık, yok olacak deyip tohum almak üzere atılan çiçeklere adeta saldırdılar.

Sonrasında gördüğüm herşey, doğaya bırakılıp çok fazla müdahale edilmeyen Atatürk Arboretum'undan farklıydı. Öylesine ki, insan eli çekilse bu güzelliklerin yok olacağına dair bir şüphe duydum içgüdüsel olarak.


Belki bu alanın ilk defa bahçe olarak tasarlanmasından kaynaklı bir durumdu bu bilemiyorum.

Sorduğum soruların çoğu yanıtsız kaldı, zira rehberimiz kısa süre önce işe başlamıştı. O alanda, o da hiçbirşey bilmeden geziyordu, gezdiriyordu.


Bir süre sonra gübre kokusuna, yerlere ekilen çimlere, devamlı herşeyin sulanmasına(permakültürde sulamaktan çok su tutacak ortamları oluşturmaktan söz edilir zira) takılmayı bırakıp, günün tadını çıkartmaya koyuldum.

Arada bir iki meyve ağacı görüp mutlu oldum. Gerçi onlar da süs amaçlı olanlardan idi ama olsun, hiç olmamasından yeğdir.


Bu kaktüs türünü bilsem de meyveleri ve çiçeğini ilk görüşümdü böylece tanıştığıma memnun oldum.



Bu bodur ağacın, Pinus brutia "Nana" olduğunu az önce fidanlık bitkilerine bakarken öğrendim. Öyle bir türmüş ki, kayaların arasında yetişir, kökleri büyüyemediği için de bir nevi bonsaiye dönüşürmüş.


Görüldüğü üzere o da kocaman kayanın üzerinde gayet bonsai edasıyla süzülüyor.


Bu kozalaklara bayıldım. Büyütecim olsa incelemek istedim, biraz fotoğraf makinesinin objektifi ile yanından bakmaya çalıştım. Zamanım olsa ismini not ederdim. Şimdilik adı bulunacaklar listesine yazıldılar!

Fidanlık bitkileri arasında Bursa'ya özgü endemik bir türden bahsediliyor. Dünyada 10 tane kaldığı bilinen bir ağaçtan bahsediliyor. İçinden otoyol geçenleri biliyorsunuzdur(ismini özellikle söylemiyorum, bulmaca gibi çözülsün diye), onlar anlatılmış... Merak ediyorsanız okuyup araştırın derim. Ben her okuduğumla apayrı dünyalara gidiyorum zira. Uçsuz bucaksız bir dünya ve benim hayatım öğrenmeye yetmeyecek, gene de ne öğrensem bir gün bir şekilde karşıma çıkıyor ve işime yarıyor. O yüzden ne, ne gerek var diyorum, ne de ömür yetmez deyip araştırmayı, okumayı bırakıyorum!


Yapay minik bir göletçik burada da vardı. İçinde su kaplumbağaları olanından hem de. Bizim böcüğün ördek görme hayali gerçekleşemedi ama kaplumbağalarla idare etti.


Buradan sonrasında sizi fotoğraflarla başbaşa bırakıyorum.

Onlar kendilerini anlatıyorlar zaten. Cosmos çiçekleri, yumuşacık ipek gövdeli bir tanecik sekoyam, ekinezyalar, çan çiçekleri, mimoza... Daha göremediğim niceleri.

En büyük soru işareti içimde kalarak oradan ayrılıyorum.

Bu kadar güzelliğin içerisinde, dönümlerce arazinin ortasında,  Hayrettin Karaca, besleneceği meyve ve sebzeleri nereden temin ediyor?
100 m2'lik bir alanda bir kişinin yazlık ve kışlık yiyecek ihtiyacı karşılanabiliyorsa, bu dönümlerce arazi, gıda ormanı olsa kaç kişi beslenebilirdi?
Bir gün aynı soruları Hayrettin Karaca'nın kendisine yöneltebilmek hayali ile oradan ayrılıyorum. Yanımızda Hayrettin Karaca'nın önerisi üzerine satışa sunulmuş iki kitap ile birlikte.
















10 yorum:

bolkepce dedi ki...

Atatürk Arboretumunu daha arboretum ne demek bilmezken, gezerdik yıllar evvel. Hayranlıkla... Her sene Belgrad Ormanı'ndan piknik dönüşü muhakkak oraya giderdik. Bu kadar az olması şaşırtıcı olmamakla beraber, üzücü de. Yeşil, orman, ağaç, toprak olan yer kötü olur mu hiç ?

Oglak Kizlari dedi ki...

Yıl 1992, Asistanı olmak üzere annemle bu eve konuk olmuştuk.

Bayılmıştım ama daha kariyerimin başındaydım, gençtim. Ah.. ah..

Çok güzel bir yazı. Eline sağlık.
Arada Atatürk Arboretumuna da gideriz. Şimdilerde, Maltepe-Fındıklıda da bir çalışma var, adı yine Atatürk.

Aklım çıkıyor, Belgrad ormanının oradakini kapatacaklar diye.

Zaten; Bugün blog da da yazdım;

Belgrad ormanını milli park statüsüne getirmeyi planlıyorlarmış. Tüh ki tüh. O zaman içerisine lokanta, hotel v.s. yapabilecekler biliyorsunuz. Eee üçünçü köprü yolları derken, yaban hayat ta biter. Zaten Kemerburgaz filan bitirdiler oraları, şimdi bide kuzey den gelirse istila, sonu Belgrad Parkı olur oranın. Yazık. ( Örnek, 2. Köprüden önce mevcut olmayan Kavacık semti)


Endişeli anne Çiğdem

Berceste dedi ki...

Atatürk Arboretum'u benim İstanbul'daki cennetim. Ona asla sözüm yok. Muhteşem bir yer. Reklam filmleri ve filmler yüzünden ön giriş kısmını ellemiş olsalar da, geri kalan alan müthiş! Benim soru ve sözlerim Karaca Arboretum'a. Arboretum'lar karışmıyor değil mi Bolkepçe?

O park davasını hiç açma Çiğdem, içim cız cız! Asistanlık ne oldu peki? Dilerim adı Atatürk olan çalışma da adaşı kadar güzel olur!

Benden Bizden dedi ki...

Ne güzel bilgiler bunlar Berceste, ellerine sağlık fotoğraflar ve paylaşım için.
Burası dediğin hissi uyandırdı bende de, sanki insan eli çekilse solacak bir bahçe gibi.
Kozalaklara bayıldım, çok zarifler.
O bodur ağaçtan (latince kelime hatırlama özürlüyüm) annemin bahçede de var, ben de niye büyümüyor diye üzülüyor, devamlı su veriyordum her gittiğimde :)))
Sevgiler..

Oglak Kizlari dedi ki...

Asistanlık olmadı.
Kendimi oraya kapatmak istemedim, para az geldi, bugün olsa hiç düşünmem.

Öperim.
Önce kariyer sonra çocuk yapan anne Çiğdem

Adsız dedi ki...

Congrats ~ Found your blog on Google while searching for a related topic, your site came up, it looks good, keep them coming !

Berceste dedi ki...

Teşekkürler BB :) O bodur ağacın kökleri kayalarda olduğu için öyle büyümeden duruyormuş. Sizdeki de kaya üzerinde mi?

Keşke kapatsaymışsın :) Bir doğa dahisi çıkabilirmiş oradan Çiğdem!

Thanks No-named! I hope you will come again :)

ÇokBilmiş dedi ki...

O kaktüsün meyvesine frenk inciri diyorlar buralarda ve pazarda filan satıyorlar, meraklısı çok var. Gerçi yer gök o kaktüslerden kaynıyor ama meyvesi de kendisi gibi dikenli olduğundan koparması da soyması da çok zor. Ama tadı çok lezzetli :)

Hülya YILMAZ dedi ki...

Sevgili Berceste,
ne yazacağımı bilemedim... Çok güzel anlatmışsın, fotoğraflar da çok güzel. Gezmiş gibi oldum. Günün birinde yolum o taraflara düşerse mutlaka gezeceğim.
Teşekkürler bize anlattığın için.
Bu arada permablitz gruplarına da üye odum sayende :)
Sevgilerimle,

Berceste dedi ki...

Evet evet Çok Bilmiş. Sonradan ben de öğrendim. Kıbrıslılar da çok seviyor. Dikeni yürüyormuş ve tehlikeli imiş. Soyulması kısmını işin erbabı yapmalıymış! Tadını merak ediyorum doğrusu.

Mutlaka görmeli herkes Hülya Yılmaz! Ben teşekkür ederim yorumun için ve birgün bir Permablitz çalışmasında karşılaşmak dileği ile sevgiler...