
İki farklı yazıda yazılacak kadar uzun olan konuyu, bu sefer bir defada yazayım ve bitsin dedim.
Camden Lock'tan, Camden Lock Market'e geçilen kapıyı aştığınızda, bambaşka bir dünya ile karşılaşıyorsunuz. İngiltere'nin dışına çıkıyorsunuz adeta. Birleşmiş milletler binasının dışına bir sandalye koyup otursanız, bu kadar çok farklı kültürden insanı birarada bulabilir misiniz bilmiyorum. Ama, çeşitli ülkerlerden gelip de İngiltere'ye yerleşen insanlar, Camden Lock Market'e yemeklerini, kıyafetlerini, yaratıcılıklarını, tümüyle kendilerini getirmişler. Capcanlı oradalar...







Aralarında gezinirken acaba bizden de birileri var mı diye bakındım durdum. Yemekleri temsil edecek, kıyafetleri temsil edecek... Bu kısımda yoktu. Ama diğer dükkanların arasında, bu kıyafetler çok kalitesiz kumaştan ama aynı İngiltere'deki büyük mağazaları taklit eder tarzda diye eşime açıklama yaptıktan sonra, yanımızdan dükkan sahibi, elinde telefonla Türkçe konuşarak geçince içim burkuldu! Başka ürünleri taklit etmek yerine, kendimize ait, ilgiç ve güzel birşeylerle orada satış yapılamaz mıydı acaba?






Üzerinde Cyber World yazan bir dükkanda uzay kıyafetleri denemek isterseniz buyrun gelin... Hatta orada çocuklarınıza dahi kıyafet bulma olasılığınız var. Eşim çalışan gençlere ve giyim kuşamlarına baktıktan sonra eğilip kulağıma, ''Sakın böyle bir yerde satış elemanı olarak işe girdim diye gelme bir gün olur mu?'' dedi. Ben şaşkın şaşkın ''Ne diyorsun sen?'' deyince de, ''Mor/kırmızı/yeşil (ya da hepsi birden) saçları olan, kulakları halka küpelerden görünmeyen, uzaylı bir eşimin olmasını istemiyorum'' dedi! Etrafımdaki satış görevlilerini inceleyince ne demek istediğini iyice anlamış oldum.

Binbir çeşit yiyeceğin arasından geçip, karnımız aç olup, hiçbirisine güvenemeyince, soluğu bildik bir yiyecek satan dükkanda aldığımızda, eşim bu yapılır mı şimdi bana diye söyleniyordu. Aklı diğerlerinde kalmıştı. Ben ise ne olur, ne olmaz, tedbiri elimizden bırakmayalım düşüncesinde gayet kararlı idim. Yemeğimizi yedik, dışarı çıkıp 25-30 metre gitmeden kebapçı görünce içim cız etti, aklım da kebaplarda kaldı! İlerleyince yolumuza bir de pub görünümü olan, ama uzaktan tam olarak anlayamadığımız ''AY'' adındaki, yeşil renkli bir dükkan çıktı. ''Yeşil Ay'' ile ''Pub'' kelimelerini düşündük... Bizden birilerinin ince zekasının bir ürünü mü acaba dedik.
Günü burada bitirmedik. Oxford Street, Russell Square, St James Park derken, gece oldu! Ben inatla kararmış havaya aldırmadan St James Park'taki çiçeklerin fotoğrafını çekmeye çalıştığımda, polisler park içinde devriye gezmeye başlamışlardı. Bu beni ürkütmese idi, kolay kolay dönmeye niyetim olmayacaktı. Hatta o kadar ürkmüşüm ki, metro ile değil de otobüsle Kings-X'a dönelim diye tutturdum. Bekledik, bekledik otobüs yok! Baktım yanımızdan bir hanım geçiyor, eteği neredeyse yok, ayağında bir karıştan fazla topuklu ayakkabılar... Dedim bu hanımın cesareti varsa metro ile gitmeye, bizim de olmalı! Böylelikle rahat rahat istasyonumuza sonra da eve gelebildik. Ertesi gün mü? Hiç sormayın, yürümekten tutulan bacaklarım daha yeni yeni kendine geliyor desem...