Bizim haftasonu gezisini anlatmak, bitmeyen senfoniye döndü. Araya başka şeyler girdi...İki farklı yazıda yazılacak kadar uzun olan konuyu, bu sefer bir defada yazayım ve bitsin dedim.
Camden Lock'tan, Camden Lock Market'e geçilen kapıyı aştığınızda, bambaşka bir dünya ile karşılaşıyorsunuz. İngiltere'nin dışına çıkıyorsunuz adeta. Birleşmiş milletler binasının dışına bir sandalye koyup otursanız, bu kadar çok farklı kültürden insanı birarada bulabilir misiniz bilmiyorum. Ama, çeşitli ülkerlerden gelip de İngiltere'ye yerleşen insanlar, Camden Lock Market'e yemeklerini, kıyafetlerini, yaratıcılıklarını, tümüyle kendilerini getirmişler. Capcanlı oradalar...
Çinli kızlar, taze yemeklerimiz var diye bağırırken, Faslılar'ın yemeklerinde, tanıdık simalara rast geliyorsunuz. Kokular zaten metrelerce öteden size oralarda bir yerlerde yiyeceklerin varlığını haber veriyor.
İnsanlar rengarenk, kıyafetler rengarenk, çarşılar rengarenk...
Bu görüntülerin olduğu binaya daldığımızda kendimi Kapalı Çarşı'da zannettim ve bir nevi özlem giderdim. Ama burası çok farklıydı. Fark, satıcıların Kapalı Çarşı'daki kadar dost canlısı olmamaları, sadece alacakları paraya odaklanmış olmaları ve asık suratları idi. Bizimkilerin nüktelerini, güler yüzünü, meraklı bakışlarını, sattıkları malların detaylarını anlatırken takındıkları bilgiç edalarını aradım ve bulamadım buradaki satıcılarda.
Bu kıyafetleri gerçek hayatta giyen var mıdır bilmiyorum, ama bir tiyatro oyununun ardından sergilenen kıyafetler misali oradaydılar. Arada bizim buraların delisi diye düşündüğüm insanlarda bu tarz kıyafetleri, altında kocaman kalın topuklu botları görür, tezata şaşırır ve nerden bulurlar böyle şeyleri derdim. Camden Town'a gidince hiçbir şeye şaşırmamak gerektiğini öğrenmiş oldum.
Golek kuklaları Endonezya'dan gelmekteymiş. Bunlar elbette ki orjinalleri kadar iyi değiller, ama ilginç ve tanıdık bir yüzler var.
Bu dükkanda ise yok yoktu! Binbir çeşit farklı nesne. Farklı ülkelere ait müzik aletlerinden tutun da, gemilerdeki deniz kızı figürlerine kadar... Bahçenize koyabileceğiniz minik heykelciklerden, salata kaşıklarına kadar... Ne ararsanız orada idi. Alaiddin'in lambasını arayanlar bir uğrasınlar derim, orada bulma şansları çok yüksek!
Açık havada yer alan satıcılar...Aralarında gezinirken acaba bizden de birileri var mı diye bakındım durdum. Yemekleri temsil edecek, kıyafetleri temsil edecek... Bu kısımda yoktu. Ama diğer dükkanların arasında, bu kıyafetler çok kalitesiz kumaştan ama aynı İngiltere'deki büyük mağazaları taklit eder tarzda diye eşime açıklama yaptıktan sonra, yanımızdan dükkan sahibi, elinde telefonla Türkçe konuşarak geçince içim burkuldu! Başka ürünleri taklit etmek yerine, kendimize ait, ilgiç ve güzel birşeylerle orada satış yapılamaz mıydı acaba?
Bu renkli, kıvırcık köpekçikler yastık! Eline yastığı alıp, ona sarılıp oturanlar için yapılmış olsalar gerek!
Ve sokaklarında kendinizi kaybedebileceğiniz, metalcisinden punk'ına binbir çeşit insanın, rengin, kıyafetin bulunduğu Camden Town. Orada yürürken biraz kendinizi film sahnelerinde hissedeceksiniz, biraz içiniz ürperecek, biraz tanıdık gelecek ya da çok yabancı. Karışık duygularla, her bir köşesini gezmek isteyeceksiniz.
Yeşil, mor, siyah, sarı pek çok renk saç göreceksiniz. İnsanların kendini ifade etme şekillerine hayret edecek ama bunu etrafınıza hissettirmeyeceksiniz. Hatta güvenliğiniz için, asla ve asla dikkatle bakmayacaksınız, gördüğünüz en ilginç, en şaşırtıcı görüntüye bile, gayet olağan şekilde bakmayı öğreneceksiniz.
İnsanlar kadar, binalar da renkli burada. Sizin ilginizi çekebilmek için ''piercing'' (delinerek vücüduna süs taktırmış) yaptırmış binalardan, çizme giymişlerine kadar hepsini bulabilirsiniz yolunuz boyunca.
Bu çizmeler nasıl üretilmiş bilmem. Ama ayağınızı yerinden kaldırmak için epey güce ihtiyacınız olduğu aşikar! Bunlarla tekme falan atmaya kalkarsa birisi, hiç durmayın kaçın derim!
Psikoloji öğrencilerinin kesinlikle en az bir günlerini Camden Town'da geçirmeleri tavsiye olunur. Dünyaya bakış açısına, yeni ufuklar arayanların da. Üzerinde Cyber World yazan bir dükkanda uzay kıyafetleri denemek isterseniz buyrun gelin... Hatta orada çocuklarınıza dahi kıyafet bulma olasılığınız var. Eşim çalışan gençlere ve giyim kuşamlarına baktıktan sonra eğilip kulağıma, ''Sakın böyle bir yerde satış elemanı olarak işe girdim diye gelme bir gün olur mu?'' dedi. Ben şaşkın şaşkın ''Ne diyorsun sen?'' deyince de, ''Mor/kırmızı/yeşil (ya da hepsi birden) saçları olan, kulakları halka küpelerden görünmeyen, uzaylı bir eşimin olmasını istemiyorum'' dedi! Etrafımdaki satış görevlilerini inceleyince ne demek istediğini iyice anlamış oldum.
''Gilgamesh Bar'' yazısının, ancak eve döndükten sonra fotoğraflara bakınca Gılgamış olduğunu anlayınca, sahibi de acaba bir Türk mü sorusu canlandı kafamızda. Eh artık yolumuz tekrar oralara düşerse, sorumuzun cevabını da buluruz belki. Binbir çeşit yiyeceğin arasından geçip, karnımız aç olup, hiçbirisine güvenemeyince, soluğu bildik bir yiyecek satan dükkanda aldığımızda, eşim bu yapılır mı şimdi bana diye söyleniyordu. Aklı diğerlerinde kalmıştı. Ben ise ne olur, ne olmaz, tedbiri elimizden bırakmayalım düşüncesinde gayet kararlı idim. Yemeğimizi yedik, dışarı çıkıp 25-30 metre gitmeden kebapçı görünce içim cız etti, aklım da kebaplarda kaldı! İlerleyince yolumuza bir de pub görünümü olan, ama uzaktan tam olarak anlayamadığımız ''AY'' adındaki, yeşil renkli bir dükkan çıktı. ''Yeşil Ay'' ile ''Pub'' kelimelerini düşündük... Bizden birilerinin ince zekasının bir ürünü mü acaba dedik.
Günü burada bitirmedik. Oxford Street, Russell Square, St James Park derken, gece oldu! Ben inatla kararmış havaya aldırmadan St James Park'taki çiçeklerin fotoğrafını çekmeye çalıştığımda, polisler park içinde devriye gezmeye başlamışlardı. Bu beni ürkütmese idi, kolay kolay dönmeye niyetim olmayacaktı. Hatta o kadar ürkmüşüm ki, metro ile değil de otobüsle Kings-X'a dönelim diye tutturdum. Bekledik, bekledik otobüs yok! Baktım yanımızdan bir hanım geçiyor, eteği neredeyse yok, ayağında bir karıştan fazla topuklu ayakkabılar... Dedim bu hanımın cesareti varsa metro ile gitmeye, bizim de olmalı! Böylelikle rahat rahat istasyonumuza sonra da eve gelebildik. Ertesi gün mü? Hiç sormayın, yürümekten tutulan bacaklarım daha yeni yeni kendine geliyor desem...































