12 Ağustos 2008

Harry Potter


Yıllardan 1999 - 2000 civarları... İzmit'te deprem olmuş, ailemizin bazı fertleri şans eseri kurtulmuş, biz evde şiddetle sarsılmışız, şoku atlatamıyorum bir türlü...

İş yerim Avcılar civarında, hergün yıkılan binaların arasından, kurtarma çalışmalarını izleye izleye işe gidiyorum. Her artçı sallantıda bahçeye kaçıyoruz. Ben göya soğukkanlılığı ele vermiyorum ama dikimhanenin ustabaşısı olan hanım:
'İşçiler sözlerinizi dinlerken, uygularken panikten iyi ki yüzünüze bakmaya fırsat bulamıyorlar, çünkü yüzünüz bembeyaz diyor''...


Aylar sonrasında, ama daha deprem şokunu atlatamamışken, annem bir ameliyat geçiriyor, aynı gün anneannemin felç olduğu haberi geliyor, üzerinden çok geçmiyor, babamın felç geçirdiği gün, patronum bütün sinirlerimi tepeme zıplatıyor ve ben asla patron şirketinde çalışmayacağım diye girdiğim ama gene aynı ortama çattığım, işi ve işçilerini çok sevdiğim içim sabrettiğim şirketimden ayrılıyorum. Gene çok geçmiyor babamın en yakın arkadaşının, öyle yakın ki gerçek amcam kadar çok sevdiğim arkadaşının, kendisi de gögüs cerrahı olduğu halde erken teşhis koyamadığı ve akciğer kanserine yakalanan arkadaşının, durumunun çok da iyiye gitmediğini öğreniyoruz.

İşten ayrıldığım bu süreçte hayattaki en önemli şeyin aile olduğuna, işin, kariyerin, okulun, öğrendiklerimin hiç birinin ailemden daha önemli olmadığına karar veriyorum.

İşte tam bu sıralarda bir arkadaşımız Ursula Le Guin'in ''Yerdeniz Üçlemesi'ni'' keşfedip okumaya başlıyor ve kitaplar bizi de sarıyor. Biri biter bitmez hemen sıradaki kitaba sarılıyoruz ve çok hoşumuza gidiyor. Olayın kahramanı, üst üste gelen tersliklerden yılmayıp, onlarla savaşıyor. Bu da o zamanlarki benim ruh halime pek güzel uyuyor. Seviyorum o kitapları.

Gene tam o sıralar Harry Potter çıkıyor piyasaya. İlk kitabı alıp okuduğumda bana biraz Yerdeniz Üçlemesi'ni hatırlatıyor ama ondan çok daha zevkli ve eğlenceli okuması. Eee ne de olsa ben kocaman büyümemiş bir çocuğum ya...

Le Guin'in sonradan aldığım kitaplarından ilk tadı alamıyorum. Zaten bir daha da o kitapları ellemiyorum, kütüphanede bir köşede duruyorlar... Sevdiğim diğer kitaplar gibi tekrar okunmuyorlar.

Bugün oturup da yazımı yazmadan önce, J.K Rowling'in hayatına şöyle bir göz gezdiriyorum ve anlıyorum ki, Harry Potter'i yazdığı dönem hayatı, yaşamaya mecbur oldukları pek de benim o yıllarda yaşadıklarımdan farklı değil. Hikayedeki kahramanlar kendi hayatının içinden çıkmış fertler. Benim hayatımdakilere hiç benzemiyor ama. Bana ilginç gelen de bu! İlk okuduğum kitaplarda olağanüstü hayal gücü olduğunu düşünüyorum Rowling'in. Okul, romanın içinde geçen yaratıklar, oynanan oyunlar, yaşanılan yerler, taşıtlar... Herbiri birbirinden renkli. Kafamdaki düşünceleri dağıtmamı ve eğlenmemi sağlıyorlar. Masal dünyasına çekiyorlar adeta beni.

Ama İngiltere'de yaşamaya başlayınca, o kadar sıradan geliyor ki romanın içindekiler bana...

İlk başta tren istasyonu. Yani King's Cross... Cambridge'den Londra'ya trenle gidilebilecek en kısa mesafe... Londra'dan iki istasyondan tren hizmeti var Cambridge'e. Biri Liverpool Street diğeri de King's Cross. Ben taşındığımdan, kısa bir dönem Londra'ya çalışmaya gittiğim sürece dek belki 1, belki 2 defa kullanmışımdır Liverpool Street istasyonunu. Ama King's Cross komşu kapısıdır. Haftasonu eğlencesidir... İlk gittiğim zamanlarda yoktu, ama sonra birgün telaş içinde trene bineceğimiz peronu ararken gözümüze aniden çarpıverdi dokuz üççeyrek peronu!

Eve dönünce filmi, daha doğrusu filmdeki ilgili sahneyi bulup izledim ve farkettim ki, aynı değiller. Turistler gidip de önünde fotoğraf çektirsin diye hazırlanmış bir yer bizim gördüğümüz. Aslı diğer peronların arasındaki kavisli bölgelerden biri...

Sonra daha dikkatle izledim filmleri... Hepsi İngiltere'de çekiliyor nasılsa. Neden? Kitabın ana vatanı, yazarın ana vatanı. Ama diğer yandan, turistlerin de çok ilgisini çekiyor. Özel turlar var. Londra içinde filmin çekildiği yerlerde ya da İngiltere içinde filmin çekildiği yerlerde... Öyle az buz para da ödemiyorsunuz. Kocaman rakamlar. Kimi sahne için İskoçya'ya gitmeniz gerekiyor, kimisi için Oxford'a... Geliyorlar, sizi otelinizden alıyorlar, gezdirip bırakıyorlar...

Yok onlarla gitmem derseniz çok zamanınız var demektir... İnceleyin bir etrafı... Bir pub'da oturun, bira çeşitlerine bakın, kaymak birası var mı mesela?... Akşamları ağaçların dalları arasından size cam gibi gözlerle bakan baykuşları yakalayın. Başka kaleleri, şatoları keşfedin. İlla Hogwards olması gerekmez ki! Başka başka şehirlere gittiğinizde turizm bürolarından ne yapabileceğinize dair broşürler alın. Her şehrin bir hayalet turu olduğunu gördüğünüzde çok şaşıracaksınız. O zaman Neredeyse Kesik Başlı Nick'i anarsınız belki...

Başka çocuk hikayelerine bakın İngilizlerin... İngiliz çocukları nelerle büyümüş, büyütülmüş diye inceleyin. O zaman çoğunun evinde bir hayvan beslediğini farkedeceksiniz. Çoğu çocuğun Beatrix Potter kitaplarını okuduğunu ve hayatından o kitapların kahramalarından izlerle doldurduğunu farkedeceksiniz. Kim bilir, belki Harry bile soyadını ondan almıştır!!!

Dağlarda, bayırlarda dolaşırken(İngilizler tatil zamanı yağmura rağmen, bu tarz yerlerde yürüyüş yapmayı pek severler) gözünüze çarpan bir kartal ya da parkta otururken yanınızdan geçen devasa bir kuçu, müzelerdeki yapay dinozor yumurtası belki de Hagrid'in dostlarından birini hatırlatıverir size.

Hemen hemen her evin merdiven altı dolabı vardır. Hani şu Harry'nin odası oluveren... Bizimkinde ıvır zıvırlar durur, ama çoğu ev sahibi burayı alt katın tuvaleti olarak değiştirmiştir bile.

Çok uzaklara gitmenize gerek yok. Kaldığınız otel odasındaki minicik bir detaya dahi dikkatli bakarsanız, Harry'nin bir dostu ya da düşmanı ile karşılaşıverirsiniz. Görmek size kalmış.

Bir dönem İngiltere Kraliçesi'nden dahi daha zengin olduğu iddia edilen J.K. Rowling, hayatındaki küçücük detayları değerlendirmiş ve kocaman bir fırsat yakalamış. Devlet yardımı ile geçimini sağlamaya çalışırken, en zenginler listesindeki yerini almış. Ne diyelim, gözlemci gücünü kaybetmesin...

Biz ne yapalım? Türkiye'ye geldiğimizde tarihimizi güzelce öğrenip, gözümüzün önünde keşfedilmeyi bekleyen güzellikleri görmeye çalışalım. Belli mi olur? Belki de minicik bir detay hayatımızı değiştirir.

06 Ağustos 2008

Büyükada

Nihayet halloldu sorun! Umarım demek belki de daha doğru. Zira belli olmaz sağı solu bu nesnelerin...

Oldukça geç kalmış,bir yazı ile dönmek istedim. Taaa Nisan ayında yazılması gerekirdi bu yazının...

Sevgili Arzu ile yaptığımız ada gezisinden, özlemlerden, Büyükada'nın güzelliklerinden oluşan bir yazı; daha doğrusu bol bol fotoğraf var sizlere. Ama bu fotoğraflar klasik Büyükada fotoğraflarının dışında, benim çocukluğumdan beri gözüme çarpmamış olanlardan oluşacak daha çok. Her seferinde yeni buluşlar yapılır, yeni şeylere rastlanır ya, bu seferki gidişimize özel bu fotoğraflar da. Kimisi özlemleri anlatacak, kimisi daha önceden ben buradayım diyemeyenler olacak. Bu sefer açılışını yakalayamamış olsak da, her gidene Büyükada Evi'nde duraklaması, Çelik Gülersoy'u anması önerilecek.

Yıllardır özlediğim midye tava ile, hem de çıtır çıtır fırından yeni çıkmış ekmeğin arasındaki, midye tava ile yaptık açılışı.

Mimozaların arasında yürümeyi hayal ederken, mor salkımlı güzel yollar, bahçe kapıları bulduk. Anlamış oldum ki, bu sene mimozaları kaçırmışım...

Tırmandığımız tepe yolundan balıkçı motorlarını izledik. Bize zordur oradan çıkmak dediler ama yılmadık, güle oynaya, kedileri severek, kuşları fotoğraf makinalarımızla kovalayarak tırmandık da tırmandık.

Daha önceden çatısını tepelerden görüp de yanına gidemediğim Rum Yetimhanesi'ne vardık. Bina bana büyüleyici geldi. Çünkü Avrupa'nın en büyük, Dünya'nın da ikinci büyük ahşap binasıymış. Otel olarak inşaa edilmiş, Kuleli Askeri Lisesi'ne ev sahipliği yapmış. Daha sonra da yetimhane olarak kullanılmış ama 1960 yılından beri boş ve yıkılmaya bırakılmış haldeymiş. Değerine paha biçilemiyor ama gün be gün de yokoluyor. Olup bitenlerden çok, bu güzelim binanın mimari değeri beni ilgilendiriyor ve üzüyor.

Her çıkışın, bir de inişi vardır deyip, bisiklete binerken yokuş aşağı kendilerini bırakan çılgınların arasından, yavaş yavaş Lunapark diye adlandırılan, yıllardır varolan bölgeye geldik.

Lunapark'ta bizi bu güzel gözlüler ile sayısız fayton karşıladı.

Faytonlara at lazım. Öyle olunca sahipleri de salıvermiş atları, çoğalsınlar, yeni kaynakları olsun diye... Mini mini taylar çok şirindi. Bir de Adalar Belediyesi dışkı kokularına çare bulabilse!

Köşklerden birinin çatı katındaki penceresi. Manzarasının harika olduğuna eminim ama ben zerafetine hayran oldum. O oda, benim olsa, diye geçirdim içimden. Ev, sahibinde kalsın, ama o odadan ben dışarı bakayım, olmaz mı?

Bu bina, ahşap olmadığı için genel yapıyı bozsa da, bahçesi ile renk katmış. Sadeliği hoş geldi gözüme.

Balkonda oturan teyzenin elinde, bir iş vardı. Uzaktan nedir göremedim ama Arzu'ya benim el işlerini alıp teyze ile kahve eşliğinde muhabbet etmek geldi içimden diyebildim.

Bu binanın balkonu da, kahve içimine pek uygun değil mi sizce?

Biz motorla geçmiştik, Büyükada'ya Bostancı'dan. Ama dönüşte, Marmara'nın vefakar dostları ile döndük.

Dönmeden önce de Türkiye Turing Kurumu'nun İskele Cafe'sinde soluklanıp, sayıkladığım kahveyi içebildik. Var mı bundan daha güzel bir keyif?

Marmara'nın vefakar dostlarından sözedilir de, onların satıcılarından sözedilmez mi? Vapur tutmasın diye nane satanlar... Bilumum mutfak malzemesini ucuz fiyatla sattığını iddia edenler... Ekmeğini çıkartmaya çalışan seyyar satıcılar...

Yaşattığın bu güzel gün için tekrar teşekkürler Arzumcuğum...