29 Ocak 2007

Pazar Gününden...


Geçtiğimiz pazar günü Cambridge Türk Okulu'nda gecikmiş Yılbaşı / Bayram kutlaması vardı. Minik hanımlar (bugünlerde katılan minik bey nüfusumuz biraz azınlık kalmış durumdaymış) kendilerinin doğaçlama olarak hazırladıkları bir oyun sundular.


Yaz tatillerinde gördükleri, büyüklerinden dinledikleri kadarıyla bızdıklar ''Türk Misafirperverliği'ni'' sundular çünkü! Kolonyalar ikram edildi, kahveler pişirildi, fallar bakıldı, babaannenin eli öpüldü. Benim de içim burkuldu! Sulu göz ben, oyunları sırasında gözyaşlarımı tutamadım!

Bu arada babaanneyi oynayan bızdığa da bayıldım :) Elinde tespih, örgü bile ördü! Sonra her birimizin özene bezene hazırladığı, bizim usul yiyecekler (poğaçalar, ıspanaklı börekler, mercimekli köfteler, kurabiyeler, kekler, lokumlar....) açık büfe olarak sunuldu ve ardından da dans gösterisi ile gün tamamlanmış oldu.


İngiltere'de yaşayan, kökleri başka kültürlere ait insanlar, genellikle pazar günleri olmak üzere çocuklarının, ana dillerini ve ülkelerinin kültürlerini almaları için eğitim veriyorlar. Eğitmenler bazen gönüllü olarak toplum bireylerinden biri olabiliyor. Özbek arkadaşım Rus okuluna gönüllü öğretmen olarak gidiyor örneğin.

Cambridge Türk okuluna ise Türk Konsolosluğu'nun önerdiği Mine hanım, Londra'dan geliyor. Her pazar burada yaşayan Türk aileler, çocuklarının Türkçelerinin ilerlemesi ve kültürümüze ait bilgilerin edinilmesi için Collet's College'e çocuklarını getiriyorlar. Eğitim müsteşarlığının hazırladığı müfredat doğrultusunda da dersler veriliyor, çocuklar Mine hanım ile birlikteyken, veliler de birbirini görme şansına sahip oluyorlar. Sizler de bu satırları okuyor ve Cambridge'de yaşıyorsanız, pazar günleri sizleri de bekliyoruz.


Daha önce burada yaşayıp sonradan Oxford'a taşınan Zeliha arkadaşım sayesinde okulun açılacağından haberim olmuştu ve çocuğu olan arkadaşlara haber etmiştim. Ara ara ben de etkinliklere olsun katılmaya çalışıyorum.

Okuldan ayrıldıktan sonra şehre inip eczaneye uğrayalım, benim göz damlamı alalım dedik ama sağlık ocağından reçete henüz gelmemişmiş, gıcık oldum ve çıktık oradan. Bir haftadır reçete peşindeyim.

Türkiye'deki sağlık sisteminin işleyişinden şikayet edenler, gelip bir de burayı görsünler! Eylül ayında göz için uzman doktor görmek istediğimi aile hekimime söyledim. Dedi gözlükçüye gideceksin. Evet yanlış duymadınız gözlükçü! Gittik... Oradaki vatandaş (hani doktor desem doktor değil) tamam onaylıyorum uzman doktora gitmen gerektiğini, aile hekimine mektup yazacağım dedi. Dedim zaten o biliyor, o yolladı. Dedi olmaz, prosedür bu! Doktor da hastahaneye yazacak!


Hani ölme eşeğim, ölme çayırda çim bitecek lafını bilir misiniz siz diyemedim tabii...


Doktor da hastahaneye, uzmana yazmış, mektup geldi, arayın bizi diye. Aradım. Dediler 8 hafta bekleyeceksin. Tamam dedim ama aralık ayında ben Türkiye'de olacağım ararsanız yokum, haberiniz olsun. İyi, peki dedi konuştuğum teyze. Geçen gene arayın bizi mektubu geldi. Aradım tekrar, tamam, şimdi randevu tarihini veriyorum dedi. Oh be nihayet dedim içimden 8 haftanın yarısı geçti nasılsa. İşlemi başa almış meğer, saymamış o süreci! Ne dese beklersiniz? Mart 13!!!!! Benim uzman görmek isteyişimin en başından itibaren itibaren tam 6 ay sonra... O gün es kaza hasta falan olmamak lazım!


Dedim sakinleşmek, çiçek, böcek görmek zamanı. Bakalım bir Trinity College'in bahçesinde neler oluyor. Oranın sıklamenleri ile çiğdemlerine bayılıyorum. Havalar ılık geçtiği için çıkma şansları var. Yanılmamışım! Önce güzelim sıklamenleri - ki burada sokaklarda varlar hep - sonra da çiğdemleri gördük.

Cam nehrinin kazları da bir geçiş töreni düzenlediler bize. Ara ara böyle dizilip geziniyorlar, sebebi nedir çok merak ediyorum. Sonra eğitimli olanları da özel kolej üyelerine ait kısımda otladılar :P Eeee 'kolejli kaz' olmak başka tabii :)

Trinity'nin The Backs denilen arka kapısının olduğu yerde, her sene eflatun bir halı serilir. Çiğdemlerden oluşan! İlk gördüğüm sene deli olmuştum. Üst üste kaç defa gittim, kaç kare fotoğraf çektim bilmiyorum. E-posta ile fotoğraflarını yolladığım arkadaşlarım her sene, bana onları sorar oldu. Bu sene de buradan sizlere sunmuş olayım.



Alttaki güzellik de St John's College'in bahçesinin bir kısmı. Esas bir de nergis zamanı orayı görmek var. Nergis zamanı bütün Cambridge, hatta bütün İngiltere sarı bir taç giyiyor. Göz alabildiğince nergisler her yerde, her evin bahçesinde, sokaklarda, yol kenarlarında size eşlik ediyor. Burada gördükleriniz, adını bilmediğim yere çok yakın öbeklerden oluşan bir çiçek.

Sıra şaşmıyor. Önce kardelenler (yasak olduğu için yanlarına yaklaşamadım ama bahçedekiler çıkınca burada görürsünüz onları) ve çiğdemler... Sonra sümbül, süsenler (altta gördüğünüz), nergisler en son olarak da laleler şenlendiriyor gözlerimizi... Bu yorgun ve sinirlenmiş gözlere onlardan daha iyi bir sakinleştirici bulunabilir miydi?

St John's College'de gezinirken bir baktım bu nehir gemisi birilerini gezdirmekte. Yakalamak için köprünün üzerine koştum. Aslında bu nehir gemileri ev! Bunu bozup turistler için gezi gemisi yapmışlar. Asıl nehir gemilerinin içinde insanlar yaşıyor. Her türlü konforu da mevcut. Bir defasında özel bir gün düzenlediler, sahipleri bizleri bu ev gemilerin içinde gezdirdiler. Çamaşır makinası, bulaşık makinası, duşa kabin, son model fırınlar... İçi o kadar güzel ki. Üstelik istediğiniz şehirde, nehiri kullanma vergisini belediyeye ödeyerek yaşayabiliyorsunuz. Güneşle ısıtma paneli, yel değirmeni olanları bile var. Tek dezavantajı içinin darlığı ve kapınıza kimin geleceğini bilememek olsa gerek. Yani güvenlik konusunda benim endişelerim var.



Çiçekler arasındaki turumuzu Helliboruslar ile sonlandırdık. Bu çiçeği de çok seviyorum. Taç yapraklarındaki çilleri ve mütevazi bir şekide boyunları bükük güzelliklerini saklamaları beni cezbediyor. En çok fotoğrafını çektiğim çiçekler arasında herhalde...

Niyetim Türkiye gezisi ile ilgili topladıklarımı teker teker paylaşmak idi. Sırada zeytinyağı üretimi ve yağcılık vardı. Ama ben bilgi toplamaya çalışırken baktım günü kaçırıyoruz, sizler de e-posta ile soruyorsunuz. Sonra Pınar tarafından sobelendim. Dedim artık bundan sonra ara ara yazarım. Şimdilerde Cambridge tarihi kursum başladı. Çooook ilgiç şeyler öğreniyorum. Onları mutlaka paylaşmam lazım! Görüşmek Üzere...

27 Ocak 2007

Ebeleme / Sobeleme


Blogları okumaya başladığımdan beri etkinlikler, ebeleme / sobeleme oyunları ile karşılaşırım. Arkadaşlıkları -belki de sanal alemde bağlamak için- ne güzel diye düşünürüm. Bir nevi evine oturmaya gelmesine benziyor bir arkadaşının ya da topu diğer takım arkadaşına atması belki de! Paslaşma...

Diğer taraftan sanal alem değişik. Yüzyüze görüp tanıdıklarımız da var burada, hiç yüzünü göstermeyip kendisini kendi çizgileri ile tanıtanlar da...

Benim ise, blog'u açtığımda, gördüğüm güzellikleri sizlerle paylaşmaktı hedefim. İngiltere'de yaşadığımız değişiklikleri, çevreyi, fotoğrafları, olayları... Birinizin yüzünde gülümsemeye sebep olabildi isem, birinizi düşündürebildi isem, birinize yardımcı olabildi isem ne mutlu bana!

Bugün Kulube'sine baktığımda gördüm ki
Pınar beni oyununa katmak için davet etmiş. Dostum olduğu için, nazik davranışı için, içtenliği için çok teşekkür ediyorum. Sağolsun. O kadar candan, o kadar kendisi ve o kadar cici ki!

Diğer taraftan da ben kendimi anlatamam ki... Ben zaten yazdıklarımla varım. Zaten yazdıkça neyi sevip, neyi sevmediğimi, nasıl biri olduğumu sizler de görüyorsunuz. Duygularımı 'o an' şeklinde yaşıyorum. Ben şuyum, ben şöyle yaparım diye bu satırlarla anlatırsam ben olmam... Ben yazılarımın satırlarının arasında, bir yerlere sıkışmış halde söylüyorum tüm bunları. İsterseniz öyle kalsın gene. Burada ben bir değişiklik yapayım ve oyunu kalkan olmak şeklinde değiştireyim. Siz anlatın beni. Neler görüyorsunuz oradan, benimle ilgili, sizler söyleyin. Olmaz mı?

Oyun bozan demeyin, bu Berceste işte deyin :)

Bekliyorum...


not: Beklerken dinliyorum da, cevap vermemem herkese söz hakkı tanımamdandır, okumuyorum sanmayın :)

Aaa bir de madem öyle, ebeledim seni Behiye :) ve fazla merak iyi değil deyip seni de ebeledim Sevgi :P


21 Ocak 2007

Ölmez Ağaç - Zeytin


Kim mi? Sihirli meyvanın ağacı zeytin...Neden mi? Çünkü ölse bile kenarından, dibinden yeniden filiz verebilen bir tek o varmış!

Bazen fareler taşırmış çekirdeklerini, taşların altına saklarlarmış ve o taşın altından çıkarmış ölmez ağaç...Bazen ise farenin midesinden geçer, gübresi filizlenmesi için kaynak olurmuş...

Kimi zaman sofralarımızın yeşil, alacalı ya da siyah süsü. Bazen keklerimizin, ekmeklerimizin katığı. Yağı yemeklerimizin hammaddesi. Üstelik de en sağlıklısı. Banyolarımızın sabunu, şampuanı...

Benim çooook sevdiğim zeytin!

Babam, ikinci dünya savaşı zamanı büyümüş. Her an savaşa girebiliriz, tehlikesine karşın, karne ile ekmeğin verildiği dönemde geçmiş çocukluğu. Tek çocuk olduğu için, bir de nazlı nazenin bir çocukluk dönemi yaşadığından (hep hasta olurmuş), babaannem üzerine titrer, yiyecekleri ona yağdırırmış, yemez, yedirirmiş.

'Amaaa' derdi babam: 'O ortamda bile bana bir zeytini 4-5 defada ısırarak ekmeğe katık etmeyi öğrettiler. Leblebi gibi yemedim asla... Dar günü de, bol günü de farkedebilmem açısından!'

Günümüz annelerine ve çocuklarına bir anlam ifade ediyor mu bu satırlar bilmem ama bana çok şey öğretti!

Eşim ile evlendiğimizde, takılarak diyordum ki: 'Senle, zeytin yetiştiricisi bir ailenin oğlu olduğun için evlendim ama zeytin falan gördüğüm yok bu yağmur ülkesinde'.

Biz dirhemle bulurken, bambaşka ülkelerden gelen zeytinleri, değerini daha da iyi anladım. Hep babamın anlattığı bu 'katık etme' olayı aklıma geldi...
Allah'a çok şükür yokluktan değil, varlığın yokluğundan, ülkemin zeytininin yokluğundan!

Kayınvalidemlerde bidon bidon zeytin, teneke teneke yağ dururken, biz burada minicik şişelerle, minik paketler içinde tanıştık onlarla, yazdıklarım bunun ifadesi...

Hah dedi eşim, bu sene sana burnunu batıra batıra zeytin :) Hem de tam mevsiminde!

Allahım bu bir rüya olmalı.... Kırması, limonlu sosla sunulanı...Yeşili, siyahı... Mis gibi kokan yağı... En güzeli de dalından, ağacından...

Ölmez ağaçla tanıştım ben bu sene, yakından, dallarını sevdim, yapraklarını okşadım. Bereketini gördüm...

Sabunu ile yıkandım, saçlarımı okşadı sabunun arılığı...

Doydum mu? Hayır ben bu güzelliğe, bu berekete doyamadım!

Zeytin ağacı yavaş büyürmüş ama uzun yaşarmış. Bir sene çok ürün verirmiş, bir sene az...Ağırlığının %20 - 30'u yağdan oluşurmuş. Ağacı, Nisan - Mayıs aylarında yapraklarını yeşil/beyaz çiçekleri ile taçlandırır, kışın, çam ağaçları gibi, yapraklarını dökmezmiş. 100g zeytin 224 kalori demekmiş! Bir ağacın ömrü 700 ile 2000 yıl arasında değişirmiş. Evet, evet yanlış okumadınız, asırlar...bin yıllar... Ne demiştik? ÖLMEZ AĞAÇ!

Killi, kireçli, suyu geçirebilen, engebeli, yamaç, ılık rüzgar alan toprakları severmiş. Anavatanı da ANADOLU imiş. Buradan Yunanistan'a, İtalya'ya, Fransa'ya ve İspanya'ya, oradan da kuzen Afrika'ya geçmiş. Diğer bir koldan da, güney Anadolu'dan yani, Suriye ve Mısır'a gitmiş... Üçüncü kol olarak, Afganistan ve Pakistan'a uzanmış. Gezginliği de öğrenmiş yani. Kim sevmişse onu benim kadar çok, taşımış yanında...

Yararları mı? Sayısız desem...

Sadece yemeklerden önce alınan zeytinyağının mide ülserine karşı koruduğunu, safra kesesi rahatsızlıklarına karşı bir nevi ilaç niyetine kullanıldığını, anne sütüne en yakın oranda linoleik asid içerdiğini, bunun da beyin gelişimi ve kemiklerin güçlenmesini hızlandırdığını söylesem...

Sonraaaa adı zeytinyağlılar olan tek mutfağın Türk Mutfağı olduğundan bahsetsem....

Pek çok din kitabının içinde zeytin ağacından bahsediliyormuş desem...Hz İsa'nın göğe Zeytindağı'ndan yükseldiğini ve o günden beri orada yaşayan zeytinliğin günümüzde de var olduğunu yazsam...

Ülkemizde 400 bin ailenin doğrudan geçim kaynağıymış zeytincilik. Ülkemizde, toplam 644 000 hektar alanda zeytin tarımı yapılmakta ve 107 000 000 zeytin ağacı bulunmaktaymış. Zeytinyağı ve sofralık zeytin üreticilerinin toplam sayısı ise, 2001 yılında yapılan sayım sonucuna göre 196 000 imiş.

Ben zeytine, yağına, sabununa doyamadım... Ya siz?

Kaynaklar:

  • Hacı Abdullah Lokantası
  • TBMM Komisyon Basın Bülteni
  • 14 Ocak 2007

    Yemek Etkinliği 18 - Pirinç



    Bol miktarda midye ve karides buzlukta ikamet ediyor olunca, ne yapsam, ne yapsam diye düşünürken aklıma eşimin Barselona'da yediği (ben patates kızartmasından yana kullanmıştım tercihimi) Paella geldi.

    Daha önceden, denerim diye, Paella pirincini alıp koymuştum dolaba. Yemek etkinliğinin konusu da pirinç olunca, denemenin zamani geldi dedim kendi kendime.

    Paella, İspanya'nın Valencia bölgesinde sıkça yapılırmış. İsmini içinde pişirildiği kocaman, sahana benzeyen, sığ kaplardan alıyormuş. Kızartma tavası imiş anlamı da. Okunuşu 'pah-ay-yah' şeklinde imiş. En lezzetlisi, odun ateşi üzerinde, açık havada pişirileniymiş. Neden Valencia derseniz, İspanya'da pirinç o bölgede yetiştirilirmiş de o yüzden! Pişirirken, olmazsa olmazlar da safran, özel Valencia pirinci ve zeytin yağıymış.


    Valencia bölgesinde ilk pişirilen paella'ların temel katkısı da tavşan ve tavuk eti imiş. İspanyollar'ın Filipinler'e girişi ve oradaki su ürünlerinin bereketi nedeniyle, karides, kalamar, midye, istakoz, yengeç, vs... gibi deniz canlıları da katılır olmuş içine.

    Gelelim yapılışına...Tarif olarak herkes kendi bildiğini uygular diyenler var... Gerçek İspanyol tarifi diyenler var... Ben pirinç paketinin üzerindeki kolay tarifi uygulamaya karar verdim.
    Malzemeler:
    1 Adet iri soğan,
    1 Diş sarımsak (rendelenmiş)
    1 Yemek kaşığı tereyağı
    2 Yemek kaşığı zeytinyağı
    1 Su bardağı İspanyol (Valencia) pirinci
    2 Su bardağı su ( tavuk suyu olması tercih sebebi)
    1 Tatlı kaşığı Turmeric (Safran varsa tercihiniz safrandan yana olsun!)
    1 Tutam tuz
    İstediğiniz ölçüde su ürünü (ben karides ve midye kullandım) ile bir avuç bezelye
    Orjinal tarifin içinde kırmızı biber, doğranmış domates, tavuk, tavşan, istakoz, yengeç de vardı. Ben evde olmadıkları için bu malzemeleri kullanmadım. Zevkinize göre siz ilave edebilirsiniz.
    Servis için dilimlenmiş limon ve maydanoz.
    Yapılışı:
    Yayvan bir kabın içine (bulununca Paella tavasından alıncak) tereyağı ve zeytinyağı konulup, eritilmeye başlanır. Küp şeklinde doğranmış soğanlar ve tuz ilave edilip, pişene dek kaşıkla karıştırılır. Rendelenmiş sarımsaklar ve turmeric ilave edilir, 1 dakika kadar karıştırılır. Pirinç ilave edilip 2 dakika kadar kavrulur. Su, bezelye, karides, midye katılır. Ara ara karıştırılarak pişirilir. Piştikten sonra dilimlenmiş limon ve maydanoz ile servis edilir.


    Afiyet Olsun....

    10 Ocak 2007

    Türkiye Tatili

    Türkiye'de neler yapıldı neler...

    Aklım orada ve sevdiklerimde döndüm geriye.

    Sevgili Aysun yenge, Nadide'm ve Hande'm hoş bir sürpriz yapıp beni karşılamaya havaalanına geldiler. Tam da karşılamaya gelenleri görüp, içimden kimse yok karşılayacak diye hüzünlendiğim sırada, bir baktım Nadide'm kolumdan çekiştiriyor. Nasıl mutlu olduğumu anlatamam!
    İlk gün annemle analı kuzu, kınalı kuzu geçirdik. (Bu tabir için kulakların çınlasın kuzen Nadide)

    Punto amca geldi. Yazışma ile yetişmeyeleri bol bol konuştuk, bloglarımızla ilgilendik. Bize bu güzel Atatürk çiçeği ile yaşama zevkini verdiğiniz için çok teşekkürler Punto amca.

    Pasaportumun süresi 3 aydan az kalmış, onun peşinde koşturdum.

    Pınar ile yüzyüze tanışma şerefine nail olduk. Yazıları kadar sıcak ve tatlı biri. Yanında kalp olan peykeklerimizden yedik. Karanlık da olsa fotoğraflarını çektik. Beni kırmayıp bu güzel örtüyü de Kastamonu gezisi sırasında almış. Çoook teşekkürler.

    Tijen'in pazar yazılarına bayılıyordum. Ben de annemle gittim Yeşilköy pazarına, sebzelerle, meyvalarla bol bol hasret giderdim. Gözlerim doydu yahu! Fotoğraf çekerken insanımızın ne kadar dünyalar tatlısı olduğuna bir defa daha şahit oldum. Yanıma bir hanım yaklaştı. Neden elinizde makina var ve çekiyorsunuz bunları dedi. Dedim ben yurtdışında yaşıyorum, özledikçe bakacağım :) Ayyyyy yaptı, kıyamam diye, gözleri doldu, neredeyse boynuma sarılacak bir halde uzaklaştı yanımdan. Onun da kardeşi Amerika'da imiş. Onu hatırladı!


    Pasaportumu geri almaya gittiğimde atladım bir otobüse kendimi Beyazıd'da buldum. Özlemişim okulumu. Gerçi ben ana binada hiç okumadım. Önce Laleli'de sonra da Avcılar'da idi bizim bölüm. Arada Turan Emeksiz yemekhanesine kaçardık. Hukuk Fakültesinin amfilerinden birinde gösterilen cuma günü sinemalarına giderdik. Ama gene de o havayı solumayı özlemişim. Ön kapıdaki polisler izin vermediler içeriye girmeme. Ama arka kapıdakiler pasaportumu görüp ikna oldular. Amfilerde çekme fotoğraf, dediler ve izin verdiler. Böylece okulumun havasını soluyabildim!

    Oradan çıkışta Süleymaniye'ye giderken gördüğüm eski evler aklıma geldi. Süleymaniye'de ne akla kelamsa bize beden eğitimi dersi yaptırırlardı. Coğrafya bölümünün içinde. Bir de dedemin vefat ettiği güne denk geldiğinden en yüksek kurdan girdiğim ama muaf olamadığım, işkence şeklinde girdiğim İngilizce dersleri için, yabancı diller yüksek okuluna giderdik. O yollardaki eski evlerin büyüsü yitip gitmiş. Ya biliçsizce restore edilip 'cafe' lere dönüştürülmüşler ya da yıkılıp gitmişler... Üzüldüm. Üniversite'ye ait botanik bahçesi olduğunu duymuştum. Tam Süleymaniye Camii'nin yanı başında imiş! İstanbul Müftülüğü yazan binaya giriyorsunuz. Dümdüz ilerliyorsunuz. Görevliye kimlik bırakıp botanik bahçesini geziyorsunuz. İngiltere'dekilere göre çok küçük ama hiç olmamasından iyi!
    Bol bol annemin lezzetli yemeklerinden yedim. Ellerine sağlık anneciğim. Onları da özlemişim çok.

    Goncam benden 1 hafta sonra geldi ve Çanakkale'ye doğru yola çıktık. Gittikçe bitmeyen bir yol geliyor nedense her seferinde Çanakkale bana!

    Bol bol kayınvalidemin bademli baklavalarından, böreklerinden yedik. Annemle beraber beni kırmayıp mantılar açtılar. Goncamın anlattığı ama yiyemediğim yemekleri yapıp bana taddırdılar. Ellerinize sağlık anneciğim ve kayınvalideciğim!

    Sahilde dolaşıldı. Biraz üşündü ama yaz günleri hayal edilerek ısınılmaya çalışıldı! Sonra TD'den özenilerek bu yaz çekilemeyen aşağıdaki kare çekildi :)


    Zeytin denen sihirli varlıkla haşır neşir olunuldu. Ağaçları arasında dolaşıldı. Bol bol yenildi. Kırması, yeşili, siyahı...Bir kahvaltıda saydım, olayı abartıp sayı olarak 30'u bulmuşum! Eeee ne de olsa kıtlıktan çıktık sayılır. Benim goncaya hep söylüyorum. Zeytin sevdiğimden ailesi zeytincilikle uğraşan birisi ile evlendim, aldın beni İngiltere'ye götürdün, iyice hasret kaldım diye... O da dedi al işte sana envai çeşidi ile zeytin :)
    Zeytinyağı nasıl yapılır diye merak ediyordum. Biri sulu basma, diğeri sürekli sistem iki fabrika gezdim. Hakkında kitaplardan bölümler okudum....
    Pek çok güzel insan ile tanıştım.
    Bayramda İstanbul'da önce babamı ziyaret ettim. Hüzünlendim... Ağladım... Sonra babaanneciğimi... Gene kırmışlar babaannemin mezar taşını :( Elleri kırılasıcalar dedim...

    Sonra Ankara'daki dayım ve Şeboş sürpriz yapıp geldiler... Hollanda'daki kuzenim iki dünya tatlısı bızdığı ile geldi. Akrabalar, arkadaşlar, komşular derken önce bayram sonra da tatil bitti...
    En kısa sürede tekrarı diyelim...Dileyelim...

    08 Ocak 2007

    İngiltere'ye Döndüm!

    Ama ne dönüş!


    Yetiştirilecek işleri son gün dahi bitiremediğimden sabahladım! Bu arada elim değdi ve THY'nin Online Check-In servisi ile tanıştım, ingilizcesinden arıtmak istersek, tam çeviri olmayacak ama ben sevdiğim için bilgisayardan yolcu kabul işlemi diyeyim. Buradan, yolcu kabul işlemi yaptırmanın verdiği rahatlık ve sabahlamanın getirdiği uykusuzluk sonucu, azıcık gecikme ile 10:30'da kalkacak uçağımız için 08:40 civarı yolcu kabul masasının önüne geldik. Sırada taş çatlasa 30 kişi! 3 masa açık ve hem Manchester'a gidecek yolcuları, hem de Stanstead'e gidecek yolcuları aynı yerden kabul ediyorlar. Bekledik, bekledik ve gene bekledik! Karşı sırada Kazablanka yolcuları birbirini mi görevlileri mi parçalıyor bilemedik, onun kuyruğu da kapılara uzanmakta! Bize saat kaçta sıra geldi biliyor musunuz? 10:20'de!


    Bilgisayarla işlemi önce yaptığım için bekletilmedik ama önümüz pasaport kontol... Orada bir güzel girdik kuyruğa, gelen geçiyor, gelen geçiyor. Uçuş kartı üzerinde de aynen 15 dakika önceden kapı kapanır, yolcu alınmaz yazıyor. Eşimin hadi demesi ile ben bir fırlamışım, insanlardan özür dileye dileye pasaport kontrole varmışım. Gözlerim benim goncayı arıyor, adam kayıp! Hatta görevli: Bir bak da yüzünü göreyim fotoğrafla uyuyor mu? dedi. Dedim uçak kaçacak, eşime bakıyorum. Durma telefon et dedi! Ben, eşime seslenince, buradayıııım diye bir ses duydum ama önüne yabancı birisi denk düşmüş, yol vermemiş! Ben çabuk seni istiyorlar, deyince yol açıldı ve o da geldi. Geçtik pasaport kontrolden de kapı uzakta!!!! Koş koş koş...


    Destur deyip vardık sonunda ama bende dil dışarıda, nefes alınamaz halde, boğaz kurumuş!

    Neyse girdik uçağa ama benim aklım bir türlü 3 görevlinin 30 yolcuyu yaklaşık 120 dakikada kabul edememe durumuna takıldı. Bir kabul işlemi 10 dakika mı sürer, hadi yetişmemesi anlaşıldı neden takviye yapılmaz. Gözen yetkililerine söylüyorsunuz, ben 6 kabul yeri açmışım, hata benim değil der, THY'den yetkili birileri yoktur, kabulü yapanlar da yeni elemanlardır!!!! Of yani!


    Bu arada İngiltere'den gelirken sıvı olayına takmış olmaları nedeni ile minicik göz damlası, fermuarlı torbalara konuldu, her yerlerde gösterildi. Hatta bir yerde ayakkabılar çıkartıldı ve X-ışınına tabi tutuldu. Biz de pis yerlerde sinir olarak çoraplarımızla yürüdük. Kontrol sıkı idi yani...


    Aynı şey olacak, başıma dert olacak diye İstanbul'dan dönüşte göz damlamı bavula koydum. Yedeği ile birlikte. Ama güvenlik bırakın ona bakmayı, bana soru bile sormadı. Etiketleri yapıştırdı gitti!


    Neyse deyip uçağa bindik mi, bindik!

    Ben aklım sıra bilgisayardan kabul işleminde, çıkış yeri seçmiştim. Meğer orası bir önündeki koltukmuş. Eski işim nedeniyle Türkiye içinde ve dışında millerce uçtum, hiç bu kadar dar koltuğa denk gelmedim! Bir de öndeki vatandaş yatırdı koltuğunu tamam oldu! Bizimki yatmayan cinsindenmiş. Baston yutmuş gibi dik oturarak 4 saat gelmek zorunda kaldım mı!


    Hostesin bey olanına, (host mu deniyordu ona, hoşt der gibi olduğundan ben soyleyemez oldum) bir yolcu, saat sorma gafletinde bulundu. Çocuk bihaber! Kaçta uçuyoruz biz diye yanındakilere sordu! Soran da, onlara sormasını ben de bilirdim değil mi deyince, fazla mesaideyim o yüzden bilemedim açıklaması geldi.


    Öndeki vatandaşın koltuğu benim kucağımda, dar mı dar bir alanda, yemek zamanı geldi. Sordular ne yersiniz diye, makarna ya da tavuktan birini seçin dediler, dedim tavuk! Sonuncu tavuğu size veriyoruz dediler, ama bizim tavuk yapışmaktan tek parça olmuş makarna taklidi yaptı! Dedim bu ne? Kibarca dediler başka yok, hapırsan da köpürsen de yiyeceksin bunu! Ben homur homur bir halde tutkallaşmış makarnayı yemek zorunda kaldım. Aaaa yanında bir de taşlaşmış ekmek vardı! Salata ve tatlı eh işte kıvamında idi.

    Müzik yayını yok, film yok. (Oysa gidişte yepyeni harika bir uçakla gitmiştim, bütün konforlardan da vardı!) Yanımda canı sıkılan bir gonca! Azıcık uyuyayım dedim, onda da iki defa uyandırdı beni. Kitap okuyayım dedim, öndeki koltukla samimiyetimiz nedeniyle mümkün değil. Temel Reis çizgi filminde tüüüt tüüüüt diye tüter hani sinirlenince Temelcik, ben de aynen o halde, ıspanaktan bile yoksun 3 saat 50 dakika sonra uçaktan inme şerefine nail oldum! Dediler pasaportunuzu elinize alın bir de biletinizi. Kafayı mı yemişler ne bileti dedim eşime...Vardır bir iş dedi. Çıktık, karşımızda İngiliz memurlar, mülteci olma hakkı pasaport kontrole kadar giden birisine verilebiliyormuş galiba, bu sebepten işi sıkıya almışlar, kapıda vizesi olmayanı uçaktan indirmiyorlarmış. Gösterdik pasaportu geçtik. Mutlu ve hür, çocuklar gibi şen tekrar pasaport kontrolden geçtik. O sırada farkettim ki Hac'dan gelenler var ve ellerinde bidon bidon Zem Zem. Ben minicik göz damlasından korkarken adamlar koca bidonlarla gözlerimin önünde yürümekte!!!! Nihayet bavullarımızı almaya gittik. Bekledik, bekledik, bekledik ve gene bekledik... 40 dakikadan fazla. Hacıların bavulları geldi, alıp gittiler. Geriye kalanlar ağaç haline dönüşmeden bir anons yapıldı. Dediler bavul müracat kısmına... Dedik noooooluyoruz???? Koyun misali sıra olduk dedikleri yerde. Bavul neyin yok! Formlar dağıtıldı. Sarı sarı, dediler doldurup şu masaya tez verile... Ama neden? Bilmiyoruz, siz doldurun, orada sorarsınız. Meee sesleri ile benzer doldurduk formları. Teslim ederken de öğrenemedik bavulların akıbetini! Bize resmen kış kış dediler. Beklemeyin biz size ulaştırırız!

    THY'yi aradım. Buradaki büroları kapalı olacağı için, Türkiye'yi. Bütün müşteri temsilcileri meşgulmüş 5 dakika bekledim açan olmadı. Sabrıma teşekkür edip, biletinizi buradan alın diye reklam yapan birileri vardı ama. Eeeee pazarlama iyi çalışıyor ne de olsa! Hizmet açısından, çok kaba olacak özür dilerim ama beş para etmezdi!

    Ben Bayram yoğunluğu, hac dönüşü falan gibi bahaneleri de kabul etmiyorum. Bu işin planlaması yapılır. Kaç kişinin, hangi zaman diliminde gideceği, döneceği belli. Elemanlar ona göre organize edilir ve bahane sayılmaz, laf kalabalığı yapılmaz!

    Bakalım bizim bavullar dünya gözü ile nereleri görüp gelecekler, daha da önemlisi acaba gelecekler mi?
    Bugünkü THY hizmetinden şikayetçiyim, tez gereği yapıla!

    NOT 1: 08.01.2007 itibariyle, uçakta bulunan hacıların el bagajlarının ağırlığının, limitleri aşıyor olması nedeniyle, 83 yolcunun bagajının uçaktan indirildiğini öğrenmiş bulunmaktayım!
    En azından bir açıklama varmış demek ki! Bilmiyorum artık bizim de bavulları alınca bir deve falan mı kesmemiz lazım acep????

    NOT 2: 09.01.2007 itibariyle bavullarımız, biraz ezik, biraz haşat ama hala tek parça halinde elimize ulaştılar. Çok şükür!
    Ne bir özür notu, ne de yazdığım şikayete cevap var!