
Uyarı için teşekkür ediyor, öncelikle Can Bebek'e hoşgeldin diyorum. O minik ve tatlı yüzün, annene yaşattığın güzel ama zorlu anlar, bizlere yaşattığın güzel duygularla birlikte hoşgeldin! Sağlıkla, mutluklarla birlikte annene, babana, ülkene hayırlı bir evlat olmanı dilerim.
Blogspot hocam TD bana yalanlarla ilgili top atmış, Can'ın annesi Pınar da sevdiklerimi sormuş...
Yalan... Candan Erçetin'in şarkısı geldi birden bire aklıma... Yalan...
Sevmediğim, söylemek istemediğim, söylemek zorunda bırakıldığımda da söylemekten ve zorlayandan nefret ettiğim eylem.
''Doğrucu Davut'' olmak her zaman doğru değil, biliyorum ama yetiştiriliş herhalde, yalan söylemek zorunda kalırsam kesinlikle rahatsızlık duyuyorum. O kadar ki, politika bile yapamıyorum. Yapmaya kalksam bile vücut dilim beni ele veriyor. Bazen bana yazılarımda ya da yüzyüze karşılaştığımızda çok gaddarsın diyorlar. Yalan söyleyememek gaddarlıksa evet gaddarım! TD, ''Yalan söylemiyorum diyen de yalan söylüyordur'' diyor, haklı! Arada, mecburen söyleniyor, söylettiriliyor. Batan, sıkan, boğan yalanlar... Ama bana ne oluyor biliyor musunuz? Mutlaka cezalandırılıyorum, kim mi? Üst en üst makam, karşı gelinemeyecek, ilahi adaleti sağlayan makam! Nasıl mı? Şu örneği verebilirim:
2000 yılında ev tekstili üreten bir firmada üretimden sorumlu idim.(Sayın patronum üretim müdürü denirse, çok maaş vermesi gerektiğini düşündüğünden, ucuza kapatmak için, bu sıfatı uygun görmüştü. Ama yemekhane de dahil olmak üzere 200 küsur kişiyi ben yönetiyordum. İşe almaktan, işten çıkartmaya, performans ölçümüne, planlamadan, satınalmaya kadar pek çok işi yaptığımdan, üretimimizdeki çok amaçlı örtülere dönmüştüm, artık sıfata siz karar verin!)
Aybaşı geldi mi, nedense maaşlar denkleştirilemez, insanlar süründürülürdü. Sonunda ödenirdi, haklarını yemeyeyim ama gecikme gecikmeyi izlerdi. Bu süreçte de beni dikerlerdi işçilerin karşısına: ''Söyle henüz para gelmedi...'', ''.... hanım almaya gitti...'', ''Çıkış saatine kadar para gelecek.'', ''Ödemeleri müşterilerden alamıyoruz, biraz beklemek lazım...''
Bunların altında neler yattığını hep bilirdik, sadece zaman geçirmeye cümleler havada uçuşurdu. Bu süreçte ben maaşımı almaz, bir evin borcu ödensin, ben en son da alsam olur derdim içeriye ama bunu işçiler bilmezdi. Patronlarımız da son model arabalarla gezip, tatillerini yurtdışında geçirmeye para bulur, ama nedense maaşlar için bulamazlardı. O dönemden nefret ederdim... Suçsuz yere, sırf beni karşılarında gördüklerinden çok ah almış olmalıyım ki bir sonraki işimde ne oldu bilin bakalım?
Denetçi oldum. Hem de işçilerin haklarını denetleyen bir denetçi. Ülke ülke gezdim, fabrika fabrika denetim yaptım. İşçiler maaşlarını düzgün alabiliyor mu? Çalışma saatleri kanuna uygun mu? İş kanununa aykırı bir iş yapılıyor mu? Çalışma şartları düzgün mü? Tüzüklere uygun mu? Didik didik bunları denetledim. Allah'ın sopası yok, eski çalıştığım firma bile denetlediklerimin arasına girdi. Gelin de ilahi adalete inanmayın bakalım. Gelin de yalancılık yapın bakalım...
Yalancının mumu yatsıya kadar bile yanmasın der, topu benim gibi doğru bildiklerinden pek ödün vermeyen Defne, Çiğdem ve Rahşan'a atarım...
Gelelim sevdiklerime...
En başta hayatı severim. İyisi, kötüsü, doğrusu, yanlışı ile... Tüm negatifliklere katlanmanın zorluğu ile... Bir gün, bir yerlerde, bir şekilde biteceğini bildiğim, doğru yer, doğru zaman, doğru şekilde bitmesini dilediğim hayatı! O hayatın içindeki canlıları, cansızları...
Hayatı yaşarken kurduğum dengeleri, değerleri severim. Atatürk'üm gibi, ülkem gibi, ailem gibi, inancım gibi, dostlarım, arkadaşlarım gibi... O kadar ki, bu değerlere dokunanlara, hatta dokunmak isteyenlere çok kızar, hemen tepki veririm.
Geçmişimi, geçmişimde yaşananları severim ki, geleceğime güç katsın. Aynı hatalar yaşanmasın. Güzellikler ise hep hatırlansın.
Tüm bu sevdiklerim yerli yerinde ise değmeyin keyfime... Aynen yukarıdaki pisicik gibi!
Diliyorum ki sevdiklerinizden hiç ayrılmayın, mutlu olun ve mutlu edin...