Yazmayı özlemişim.
2005'de, babamın hastalığı zamanı bir nevi iç dökme, İngiltere'de yaşadığım süreçte, orada güzel bulduklarımı paylaşma, uzak diyarlarda kalan arkadaşlarımla iletişim ve yeni dostlar tanımak adına güzel bir vasıta oldu bu blog bana.
Sonrasında Türkiye'ye döndüğümde hiçbirşey aynı değildi. İnsanlar ülke koşullarına göre değişmiş. Değer yargıları yozlaşmış. En içten dostlar bile değerlerinde bir başka şeye ağırlık verir olmuşlardı (istisnalar ve gerçek değerleri ile hala aynı kalanları tenzih ediyorum). Bir koşturma, bir koşturma, ama ne ve kimin için? Neden?
Benim ise İngiltere'de kaldığım dönemde bunları değiştirmeye, yargılamamaya, farklı bir açıdan bakmaya zamanım olmuştu. Ülkeme de farklı bir açıdan bakmaya zamanım olmuştu. Başka ülkelerdeki insanlar ne görüyor, nasıl düşünüyor, bunu da görmüştüm. Öyle değil ama diye savunduğum şeylerin ortasında buluverdim kendimi döndüğümde.
Dönüş ise mecburi dönüş oldu, belimden geçirdiğim bir ameliyatla, yarısı hissetmeyen sol bacak ve ayak parmakları ile. Üstelik bir de miniminnacık dünya tatlısı vardı hayatımızda. Tek çocuk olduğum için yıllarca kardeş hayali kurmuştum, olmamamıştı. Evlendim çocuk dedim, tam çocuğum oldu, belim gitti. Bir tuhaf hal. Zorunlu bir dönüş, kaos!
Türkiye'de yaşadığım dönemde ''Kaos'' a gayet alışıktım. Nasıl üstesinden geleceğimi de biliyordum. Hergün sokakta farklı bir kaosun içerisindeydim. Ama uzun süre dingin yaşama alışınca, kaos şok oldu bana.
İlk 8 ay, Cambridge'de yaşayıp, ailemi ziyarete geldiğim zaman ilk sokağa çıkışta, çocukluğumdan beri uzun süredir olmayan olmuştu, yıllar sonra ilk kez düşmüştüm. Onca kazı oldu İstanbul'da. Onca perişan yolda düşmeden ilerledim. Neden düştüm? Çünkü insan rahata çabuk alışıyor. Çünkü, insan hayatındaki pratikler olmadıkça, bazı yetilerini kaybediyor, uyum sağlıyor. Çünkü, uzun süredir, dış etkenlere bu derece maruz kalmadığım gibi, nereden tehlike geleceğine, doğanın içinde yaşadığım şehirde bile, esas doğamın uyaranlarına uzak kalmıştım. Özüme uzak kalmıştım. Kontrollü yollarda yürümüş, ormanlık alanda bile insanlara açılan patikalarda ilerlemiş, otobüse binerken, otobüs ayağımın dibine kadar alçaltılmıştı. Bu da beni hamlaştırmış, her gün, günlük koşuşturmanın içerisinde yapageldiğim fiziksel hareketlerden uzaklaştırmıştı. Sonra ilk kaotik yürüyüşte GÜM!
Aynı durum insan ilişkileri için de geçerli. Üretim müdürü olarak çalıştığım dönemde, 180 işçi, 30'a yakın yönetici kademesindeki insan, kumaşıdır, ipliğidir, fason atölyesidir derken 200+ kişi hayatımın bir parçası idi. Onlarla iletişim (ki İşletme İktsadı Enstitüsünde yönetim becerileri için MBA okumuştum), problem çözme becerileri (kumaş zamanında gelmez, öbüründe hata çıkar, diğerine dikimde birşey olur, paketleme yetişir, yetişmez bir sürü şey aynı anda bam diye başımıza gelir) orkestra şefi edasıyla yapageldiklerimdendi. Otomatik pilot görevde idi. Sonra Sosyal Denetim, 7 ayrı ülkede hem denetim yapmak, hem denetçileri denetlemek, hem de yeni denetçi yetiştirmek. E denetçi olunca sorunlarla boğuşmak ve o sorunları en naif dille bakın bu var düzelmesi gerekli diyerek anlatmak... Sorunların neler olduğunu tek tek bulup çıkartmak... Sabahın 2'sinde 3'ünde aile ile vedalaşıp bir bilinmeyene, başına ne geleceğini bilmediğin bir ülkeye doğru uçmak, uyuyabiliyorsan yolda uyumak, yoksa sabah iner inmez fabrika denetimine koşturmak. Gene otomatik pilot hizmette. 45kg'a düşmüştüm. Her ülkenin yemeğini yiyememek, devamlı atik tetik olmak...
Sonrası mutlak sessizlik ve yalnızlık. Eş işe gider, o dönene kadar yalnızlık... 4 duvar, bir huyunu suyunu bilmediğin ülke ve ben. İlk 3 ay, inanılmaz huzur... Sonrasında kaosa özlem. İş aramak ama bolca overqualified sın lafı duymak. O iş için seviye üstteymiş yani. E öyle olsun benim kabulüm ne var? Yok olmazmış, sonra sıkılırmışım, sıkıntı onlara sorun olarak dönermiş. Ya bir dene, bizim ülkede öyle yaparlar, iki taraftan kim memnun olmazsa pes eder. Belki mutlu olacağız? Yok olmaz... Rutin tehlikeye girer. Huzur gerek. Başka şehirlerde uyumlu işler var ama uzak. Yolda geçer hayat. Gene de deneyelim... Ne var ki, İstanbul'da da bir yerden bir yere gitmek, işe gitmek en az 1 saat değil mi zaten? Yok değilmiş... 1 saat trafikten dolayı 1 saatmiş. Yol aslında kısa hatta bazen yürüyecek kadar kısa. O yüzden sarsıntı daha azmış. Londra'da 3 ay çalışıp, Cambridge - Londra arasında gidip gelmek için sabah 5:00'te kalkıp, akşam 22:00'de dönünce anlıyormuş insan!
Yeni işler, yeni uğraşlar icat etmece o zaman... Bahçe, fotoğraf çekmek, elişleri, elişlerine dair kurslar almaca ve vermece, hobilere eğilmece ve o hobiler işe dönebilir mi ona bakmaca. Ama hiçbir zaman kaos yok. Kaosun uyumu yok. Hep mutlak huzuru bulmaya çalışmaca var.
Günü hissetme, mevsimi hissetme, İngiltere'nin bıçak gibi kesen soğuğu ile derinin çatladığını hissettme, kalbini aynı soğukla soğutmamaya çalışma. Yeni insanlar, yeni yüzler, yeni gruplar kurup, hayatı şekillendirmece var. Bir yandan içe dönme, içini tanımaya çalışmaca, bazen ondan kaçmaca, bazen dıştakileri tanımaya uğraşmaca.
Bu arada bunları yaparken internet öyle bir tık ötede şu andaki kadar yakın da değil. Her aranan bu kadar rahat bulunamıyor. Türkiye'de ikide birde yasaklar yüzünden birşeyler kapanıyor. Bir gün WordPress, bir gün YouTube kapalı. Yasaklar, Yasaklar... Her dönem, her zaman. Aynı şekilde İngiltere'de de yasaklar yasaklar... Öyle yasadışı MP3 indirirsen yakalanırsın, kitap indirirsen yakalanırsın, hem de pıt diye, cezalar kocaman. Eş de bilgisayar canavarı. İşi bu, es kaza böyle birşey olsun kıyamet kopar. O zaman çık doğaya... Dön, bak... Bahçeler bahçeler, çiçekler çiçekler, çık kuğularla konuş anlat onlara, çık Boğaz kıyısında yürüdüğünü hayal ederek, gören bazı memleketdaşlarımın boklu su bu yaaaa, dediği Cam Nehri boyunca yürü. Sonra merak et, aç tarihini oku, aslında bir kanal olduğunu öğren. Nehri nasıl ehlileştirip kanala çevirdiklerini, üzerinde giden kanal gemilerini, onların içinde yaşamanın nasıl bir hayat olduğunu, ara oku öğren. Kaydol Cambridge Tarihi derslerine, Cambridge'de neler neler olmuş öğren. İlginç olanları yaz bloga. Haçlı savaşlarının hırsını nasıl atamadıklarını, İstanbul'dan gelen bir Müslüman Türk'e nasıl baktıklarını bizzat yaşa, öğren.
Bir sürü güzellik yaşa, bir sürü güzel insanla tanış, bir sürü güzel konferansa, fuara, festivale katıl... Yaz bloga...
Ve dön... Özüne, ülkene...
Bak herşey değişmiş ve günden güne değişmekte. Kaos baki, baki de ben artık kaos adamı olmaktan çıkmışım... Huzur ve belki kaldırabileceğim kadar kaos bana göre olmuş.
Değer verdiğin, sevdiğin bir sürü güzel insan günden güne hayatından çıkıp bilmediğin başka bir aleme gitmekte. Yaşın günden güne ilerler, yarım yüzyılı geride bırakırken, onların ardından çaresizce hoşçakal de.
Çocuk ve bel, içinde bulunduğun koşullar sebebiyle eski işine döneme... Çocuğu nasıl doğru beslerim derken, kendini bir denizin içinde bul. Yengeç olarak o denizi sev ama kıyısında kal. Kıyıdan kıyıdan eğitimlere başla. Çocuklarla ilgili İngitere'de kurduğun hayallerle birleşsin ve devam et.
Ama bak etrafındaki insanlara... Onlar artık eski insanlar değil. Onların gözünü hırs, para, hayatta kalmak için herşey mübah felsefesi bürümüş olsun. Dostmuş gibi girsinler hayatına, kuyu kazarmışçasına çalışıp üzsünler seni. Sen hep dost bil. Eski dostların gibi. Elele verdiğin, birşeyleri besleyip büyüttüğün dostların gibi. Blog yazarken çok uzak diyarları bir ettiğin, yüzünü hiç görmediğin halde kalbini paylaşan dostların gibi. Hayatın boyunca hep dürüst ol, ama dürüstlük kavramı anlamını çok yitirdiği için insanlar dürüstlüğün ardında birşeyler arar olsun. Ama sonra anla ki, yeni dönemin ve devranın insanları karşındakiler...
Şu anda bakıyorum sosyal medyaya, insanlar o insanlar değiller. Ne eskiler, ne yeniler. Google, şu bu herhangi bir internet devranında da açılan eğitimler, anlatılan pazarlama taktikleri, kullanılan şablonlar. Herkes bir şablonun ve akımın parçası. Bu ister yüzyüze olsun, ister sanal, ucu bir şekilde internet denizinden geçiyor. Yengeç, bu sularda kıyıda kalmayı seçiyor. Sen eğer onlardan değilsen, oyunda yer alma hakkın yok, çık saha dışına! Ya açık denize sürüklenmeye çalışılıyor ya da kıyıya atıp sen burada dur, bitti artık bu suda olamazsın tarzıyla karşılaşıyorsun.
Sen o araçları kullanırsan, hayattasın, kullanmazsan hayatın dışındasın diyor sistem sana. O internet araçları, o internet canavarı. Bak sana sesleniyorum, üstelik senin içinden, senin eski bir bileşeninle. Ben senin o sevimli canavar olduğun zamanlardan sesleniyorum. Giderek gözünü kan bürüyen bir canavara dönüp, çoluk, çocuk, büyük küçük, herkesi içine almaya çalışıyorsun. Senin oyuncaklarınla sana sesleniyorum kıyıdan. Dur bir! Hayata bak...
İçindeki canavarı gör ve kullanan insan olarak, İNSAN OL!
Öküz altında buzağı aramaktan vazgeçip, içimdeki ve içindeki insanı gör, öyle davran.
(Bu yazıda, bu blogda, belki de ilk defa bir fotoğraf eşlik etmeyecek, günün sistem anlayışına inat!)