29 Aralık 2010

Yeni Bir Yıl, Yeni Umutlar ve Güzel Şeyler

Nihan'ın hediyesi bu güzel çizimin eşliğinde, başta Nihan olmak üzere teşekkürler hayatımda var olduğunuz için tüm günlük dostlarım...

2005 yılında, babam hasta iken açtığım Berceste sayesinde pek çok güzel insanla tanıştım. Kimi ile yüzyüze tanışma fırsatı buldum. Kimisinin kalbinin sıcaklığını yansıttığı çayını içtim. Kimisi ile sabahlara kadar e-posta ile, chat programları ile konuştum, bazen dertlerimi, bazen mutluluklarımı paylaştım. Kimisi uzaklardan bize hediyelerle ulaştılar, her daim yanımda olacak dünya şekeri hediyelerle. Kimi küçük hanım doğduğu zaman her imdat dediğimde yanımda idiler. Paylaştık, hem de çok güzel şeyler paylaştık. Sonra, çok daha güzel şeyler olmaya başladı. Herkesi içine alan. Paylaşımlar katlanarak arttı. Minik ekipler oluşmaya başladı ve onlardan çok güzel şeyler doğdu.

Dilerim gelen yılda da herşey güzel olur. Herkes dostça, paylaşarak, birbirinin elinden tutarak, hırslarından uzak bir şekilde bu alemde varolur. Hırslarına kapılmadan, başkalarını kırmadan, üzmeden, sevgi ile tüm sorunlar çözülür.

Birlikten kuvvet doğar deyip, el ele veren, çalışmaların en sonuncusundan bugün haberim oldu. Bizim minnaklar için bir e-masal hazırlamış OIP ve arkadaşları. Daha önce de Evren ile birlikte hazırladıkları ninni hala bizimkinin dilinde. Açalya yardım kampanyalarında lider ve çok güzel işlere imza atıyor, kendi reklamını yapan, günlük yazmayı para kazanmakla eşdeğer görenlerin aksine! 2011 yılı takvimimiz, dilek listemiz Pınar'dan, yanında harika masal kitapları, pijamalar ve geceliklerle... Yaşamıma renk katan, bebekle ilgili her daim sorularımdan bıkmayan, hayatını sadeleştirmeye adamış dünya güzeli insan, bitki hocam Evren'im... Çocuklarla ilgili herşeyi sorduğum, iki dünya güzeli annesi Işıl'ım... Minicik dokunuşları ile hayatımda iyi ki var dediğim Tijen'im...

Hangi birinizi yazayım ki, dost insanlar... Listemde varolan, olmayan tüm dostlar... İyi ki varsınız, iyi ki günlük açmışsınız.

Yeni yıl, herkese, hepimize güzelliklerle gelsin. Sağlıkla, mutluluklarla, sevdiklerimizle... Her bir minik dokunuşu ayrı bir güzellik katsın hayatımıza. Dileklerimiz gerçekleşsin. Sevgiler artsın. Herşey gönlünüzce olsun!

25 Aralık 2010

Havuçlu Kek Taklidi Yapan Elmalı Minik Kek



Havuçlu kek, havuçlu kek diye kıvrandığım bir gün, bir sürü tarife baktıktan sonra İpek'in bu tarifinde karar kıldım. Ama kendimce minik değişiklikler yaptım. Özellikle baharat kısmında. İçine Ayşem'in bu yazısı ile tanıştığım havlucanın toz hali girdi mesela, zencefil girdi. Ölçüler neredeyse tümü ile değişti. Sonra zaman zaman havuç rendelemeye ya da robotun parçalarını yıkamaya üşenince(çok tembelimdir çok) elma ile yapar oldum, daha da çok sevdim sanki. Neslihan'a giderken de en sevdiğimi yapıp götüreyim dedim. O kadar yemek günlüğü yazarının içinde benim kekler hiç kaldı elbet. Ama ne yapayım, ben bu küçümenleri seviyorum! Daha da güzeli evin küçümeni bu küçümenlere bayılıyor! Bu arada Pınar'a da haksızlık ettim, ona özür borçluyum. O, kek yerine elmalı kurabiye istedi, ben bilmem onu dedim(bilmiyorum ne yapayım, öğrenmem demedim ama bak). Baharatını az koy bari, elma koksun buram buram dedi. Olmaz dedim, baharat kokacak buram buram, elmayı yiyoruz zaten. Bir de kızcağıza kapris yaptım yani. Sonradan da çok üzüldüm. Ona elmalı kurabiye borcum olsun. Ama önce öğrenmem lazım. Pınar, bir gün önce talep etmeseydi, arada derede öğrenirdim. Ama son dakikada dersime çalışamadım. Şimdi de biraz uzun sürerse affola!

Lafı uzatmadan benim yaptığım hali ile kekin tarifini yazayım:

4 adet orta boy yumurta
1 su bardağı şeker
3/4 su bardağı zeytinyağı
1 silme tatlı kaşığı tarçın
1/2 tatlı kaşığı zencefil
1/3 tatlı kaşığı toz havlucan
1/2 muskatın rendesi
2 su bardağı un
1 paket kabartma tozu
1/2 su bardağı ceviz(elle bölünmüş iri halde)
3 su bardağı rendelenmiş havuç ve ya benim yaptığım gibi 3 adet elmanın rendesi

Malzemeleri görüldüğü sıra ile aynen ekleyip çırpıyorsunuz. Önce yumurta ile şeker çırpılır, sonra şu katılır dememe hacet yok sanırım. Evdeki kalıbınıza, tepsinize bakıyorsunuz, ona göre ebadına karar verip, karışımı döküyorsunuz.(en son yaptığımda 12'lik minik kek kalıplarının yanında 2 tane de sufle kalıbına kek çıktı, zira yumurtalar biraz irice idi, iri olmazsa 12'lik minik kek kalıbı denk geliyor) Fırına yerleştiriyorsunuz. Bizim fırın biraz antika. O yüzden şu sıcaklık ya da bu derece diyemiyorum. Desem sizinki ile tutar mı bilemiyorum. En iyisi tarife mis gibi kokular gelmeye başlayınca şeklinde devam etmek. Ne diyorduk, mis gibi kokular gelmeye başlayınca, incecik bir bıçakla pişip pişmediğini kontrol ediyorum. Bıçağa hamur bulaşmış ise biraz daha devam diyorum. Temiz çıkmışsa kekimi çıkartıp, sabırsızlıkla, elimde kahvem, soğumasını bekliyorum.
 
Bir sonraki kek için kafamda bir proje var. Aslında Neslihan'a giderken de bu şekilde götürmekti hayalim, başarabilseymişim de güne renk katacakmış, o zaman diğerlerinin yanında pek hoş duracakmış. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı misali, kar yağdı, gidebilecek miyiz, son dakika böcüğe yakalanıp, ağlamasını durdurayım, odur budur derken kendimi götürebildiğime hala şaşırıyorum!
 
Şu güzelim günlerde sizin de canınız baharatlı bir kek yemek isterse, ister havuçlusundan, ister elmalısından deneyin, yanında çay ya da kahvenizi yudumlarken de beni ve İpek'i anın olur mu? Bir daha benden kolay kolay tarif gelmez çünkü ama İpek'te nefis tarifler son sürat devam!

22 Aralık 2010

Miss Çilek - GDO - Atölye Çocuk Evi

Her daim olduğu gibi, Ponpon hanımı uyutmuş, bütün gün içerisinde pek de elimi süremediğim bilgisayarın başına oturmuştum. Gecenin ilerleyen saatlerinde, benim gibi gece sakin kafaya yazıp çizeyim diyenlerle bir yandan konuşup, bir yandan e-postalarıma bakıyordum ki, Miss Çilek, İpek'ten bir e-posta geldi. ''Dilek, sana sormam gereken birşey var, telefonunu ve uygun zamanını bildirmeni rica ediyorum... ''

Yazıştık ve nihayet seneler sonra(ilk sanal günlüklerimizi yazmaya ve birbirimizle konuşmaya başlamamız 2006'ya dayandığına göre seneleeeer hatta) ilk defa sesini duymuş oldum İpek'in. Defalarca buluşmayı planladık ama illaki bir engel çıktı. Heyecanlı bir ses tonu ile İpek, ''Benim Atölye Çocuk Evi'nde geridönüşüm atölyem var, orada velilerle geridönüşüm çikolatası yapacağız ve benden GDO'ları anlatmam istendi, sen de yardımcı olur musun? GDO nedir, ne değildir anlatmak ister misin?'' diyordu telefonun öbür ucunda.

''Aman İpek, ben alt tarafı meraklı bir okur, çocuğuna iyi olanı yedirmeye çalışan bir anneyim, uzman değilim ki!'' deyivermişim. ''E hepimiz öyle değil miyiz? Sen daha fazla okuyorsun, Berceste'de de yazıyorsun GDO ile ilgili, haydi o gün beni yalnız bırakma'' dedi. Ulaşım işine de bizim evin beyi yeşil ışık yakınca, tamam dedim. İngiltere'ye gittiğimden beri, yani en az 8 senedir, çok kalabalıkların karşısına çıkıp birşey anlatmamıştım. Denetim yaptığım yıllardan açılış, kapanış konuşmalarına, zorlu mücadelelere alışıktım da, çok uzun süredir evde sakin ve dingin yaşama daha çok alışmıştım sanki.

Ben GDO'ya dair ne varsa, hemen hemen hepsini, İpek'in de bir dönem çocuklarla etkinlikler yaptığı, Fikir Sahibi Damaklar'dan öğrendim. O yüzden, ''Defnesiz olmaz bu iş'' dedim. Ama Defne çok yoğundu. Bir yandan ''Lüfer aşkına!'' diyordu, bir yandan yeni, güzel başka adımlar atıyordu, nefes alacak hali yoktu neredeyse. Bu sebeple iş başa düştü. Oturup, tek tek notlar gözden geçirildi. Filmler yeniden seyredildi. Yeni notlar alındı. (tüm bunlar evin uğur böcüğü uyuduktan sonra sabahın ilk saatlerinde yapıldı elbet) FSD'nin özenle hazırladığı broşürlerin dağıtılmak üzere hazırlanması rica edildi. Bir tatlı heyecan aldı bizi, bir yandan İpek telefonun öbür ucunda, diğer yanında ben... İpek durup durup Başak hanımı anlatıyordu. ''Şu anda Amerika'da, o yüzden ne yazık ki, göremeyeceksin ama bir görsen o kadar çok seversin ki, o kadar kendisini işine adamış bir insan ki, tanışmanızı çok isterdim...'' diyordu.

Bende bir merak, neden ve nasıl GDO soruları Atölye Çocuk Evi'ne vardım ''O gün'' geldiğinde. İpek'in Santral İstanbul'da çocuklarla atölyesi vardı. İlk, Güneş hanımla tanıştım. Velilerle birlikte Yeni Yıl için, çocuklara hediyeler hazırlıyorlarmış. Güneş hanım, dikiş makinesinin başında, veliler dikmek istedikleri ile sırada, kimisi yerde, kimisi boncuklara gömülmüş bir halde minicik masa ve sandalyelerin üzerinde, ellerinde kumaşlar, iğne, iplik... Mutfakta ocakta çay, masanın üzerinde birbirinden güzel yiyecekler, sıcacık bir ortam vardı burada, daha önce hiçbir anaokulunda görmediğim.

Bizim evin böcüğü için anaokulu arayışına hiç girmemiştim. Daha küçük diye. Erken yaşta giderse okuldan bıkar diye. Çeşitli platformlarda yazılar okumamıştım, araştırmamıştım. Hatta o bilinen adı geçen, övülen yöntemlere karşı bir direnişim de vardı içten içe, hele oyuncaklara materyal, onlarla oynamaya aktivite diyenlerden uzak durmuştum hep. Ama arkadaşlarımın çocuklarını almaya gittiğimiz zamanlardan, Türkiye'de ve İngiltere'de pek çok anaokulu görme şansım olmuştu. İnanın hiç biri Atölye Çocuk Evi'ne benzemiyordu! O gün velilerle yapılan çalışma için düzenlemeler yapılmış desem, sonradan girdiğim web sitelerinde gördüm ki, değilmiş, okul hep böyle imiş. Bildiğiniz atölye idi bu anaokulu, gerçekten de adı gibi bir atölye. Onların da izledikleri bir sistem, bir yaklaşım tarzı var. Reggio Emilia Yaklaşımı olarak biliniyormuş. Hani mutlaka bir yaklaşıma bağlı kalınacaksa, bir parça okuduğum yazılarla, bu yaklaşıma kanım daha çok ısındı diğerlerine göre benim. Ama en çok da içindeki insanlarla sevdim ben bu anaokulunu. Beni karşılayan Güneş hanım adı gibi ışıklar saçıyor, pozitif enerji veriyordu etrafına. Herşey mükemmel olsun diye koşturan Fatih beyin Başak hanımın eşi olduğunu öğrendim sonradan. Öyle ki, eşinin adı geçince, ondan bahsedilince, gözleri dolu dolu olan birisine çocuk emanet edilir diye düşündüm. Öğretmenlerinden velilerine dek, sıcacık bir ortama girişim daha ilk dakikalardan hissedilir oldu ve öğrendim ki, yavaş yavaş GDO içermeyen besinlerle beslenmeye geçmek isterlermiş.

Ben tüm gördüklerimi düşünürken, bir yandan da bize ayrılan odada nerede ne yapmalıyız planlarında iken İpek geldi! Hani Türk filmlerindeki ''O an'' gibi, tatlı bir heyecanla yanına gittim. İpek'te bir telaş bir telaş içeri girdi. Elleri kolları dolu... Ben konuşmaya çalışıyorum ama o hiç vaktim yok, rahat bırakın beni edasında. O zaman anladım ki, İpek beni tanımadı! E haklı, biz hiç yüzyüze gelmedik ki, Berceste'de de fotoğrafım yok görünürlerde. İpeeeek dedim, ben Dilek! O anda yüzünü görmeniz lazımdı! Filmlerdeki ''O an'' o anda gerçekleşti işte. Yıllar sonra iki sanal günlük dostunu Atölye Çocuk Evi ve GDO biraraya getirmiş oldu.

Hemen çıktık yukarıda, bizim için hazırlanan odaya. Neler yapacağımızı, neler anlatacağımızı konuştuk, planladık. İpek'in atölyesi için malzemeleri hazırladı o bir yandan. Bize güzel bir çay hazırladı baharatlardan, bitkilerden, tam kış günü içilebilen... Yapılması gereken bir iki minik dokunuş için yardım aldı Güneş hanım ve arkadaşlarından.  Derken saat geldi ve tek tek veliler gelmeye başladılar. Tanıştık, biraz konuştuk. Dilim döndüğünce GDO'ya karşı duruşun, özellikle de tohumlarımıza sahip çıkmanın önemini anlatmaya çalıştım. Yarınımız için önemli noktaların üzerinde durmaya çalıştım. Ama GDO için saatler yetmez... Minicik bir farkındalık yaratabildi, gelenleri düşünmeye itebildi, daha sonra kendilerinin de araştırabilecekleri soru işaretleri bırakabildiysem anlattıklarımla, ne mutlu bana.

Saatler çok geç olmadan, anneler çocuklarına verdikleri sözü bozmadan, İpek'in atölyesi ve velilerin keyifli saatleri başladı. Evlerimizde hergün bulunan malzemeleri değerlendirerek, çikolata yaptılar çocuklarına. Hem de içerik açısından en sağlıklısından! Sonra süslediler, paketlediler, diğer hediyelerle birlikte verilmek üzere hazırladılar çikolatalarını.

Kimi veli bir lokmalık, minik toplar yapmayı tercih etti. Kimisi ise yaratıcı ruhunu kullandı ve değişik sevimli şekiller oluşturdu elindeki malzeme ile...

Hani fotoğrafta gazlı bir içecek görüyoruz bu da ne derseniz, içinde glikoz şurubu dolayısı ile GDO şüphesi geçen birkaç örneği yatırmıştık masaya! Aralarında bira bile var biliyor musunuz? Mısırdan yapılan Amerikan viskisine ne dersiniz?

Atölye tamamlanınca da veliler neler yapmışlar çocuklar için onları gördük. 

Birlikte GDO konusunu konuşup, bu konuda okuduğu kitapları, önerdiği çocuk doktorunun adını öğrendiğim dünya tatlısı veli kocaman ayaklardan yer yastığı hazırlamıştı, geridönüştürülmüş malzemelerle.

 Bir zamanların bornozu, şimdi çantaya dönüşmüştü bu velinin yaratıcı ellerinde.

 Ya kuklamız nasıl? Çok şeker değil mi? Hele dişleri?

Defne'nin annesi de gene geridönüştülmüş malzeme ile(sanırım önceki hayatında bir kot pantalondu bu malzeme) Defne'nin adını taşıyan duvar süsüne dönüşmüş halde.

 Bu da benim favorim. Kurumuş bir dal üzerine kumaş ve boncuklarla hazırlanmış duvar süsü. Duyduğuma göre, bütün Atölye Çocuk Evi öğretmenlerinin evinde bir tane varmış!

Veee esas sanat şaheserleri. Şaheser diyorum, çünkü bunlar bizzat çocukların eseri. Öyle lise öğrencisi falan da değil. Bit kadar, kaşık tutmayı acaba becerebilir mi dediğiniz yaştaki küçümenlerin. Hani bana kalsa, ben evde hayatta çekiç, çivi, testere vs elletmem bizim bücüre. Ama bu okulun bücürleri, bahçede oynayacakları atı dünyaya getirmişler, minik, maharetli elleri ile.

Çalışma masalarının ve taburelerinin şirinliğine bakar mısınız? Bu sanırım miniklerin marifeti değil ama yapanın, düşünenin ellerine sağlık.

Yelkenli gemileri bile var bızdıkların kendi imalatı...
Merdivenler, duvarlar ayrı ayrı güzel el emekleri ile dolu. Üstelik öyle her okulda gördüğünüz, görebileceğiniz sıradanlıkta şeyler de değiller.

Günün özeti, İpek ile tanıştık. Dünya tatlısı bir insan, aynen tahmin ettiğim gibi. Ona yakın olmayı, her daim görüşmeyi isterdim. (Kulaklarınız çınlasın Akın amca.) Bizim bücürle bir atölyesine katılmayı...
Bizi biraraya getiren bu güzel okuldan, çalışanlarından, velilerinden etkilendim, hem de çok. Başak hanımla tanışmayı isterdim, böyle güzel şeyler yaptığı için. Dilerim bir gün kısmet olur...

GDO konusunda merak edenler ise FSD'nin sesine, Prof Dr.Kenan Demirkol'un sesine, Prof Dr Tayfun Özkaya'nın sesine kulak versin. Mutlaka ama mutlaka Food Inc'i, The Future of Food'u (hatırlatma için teşekkürler ycurl) seyretsin. Michael Pollan'in kitaplarını okusun. Tarımda farklılık yaratan Bill Mollison ve Permakültür, Masanabu Fukuoka ve Doğal tarım, yöntemlerinin neler olduğunu araştırsın, onların kitaplarını okusun, sizi çok etkileyecek emin olun!
Minicik bir tohumun, hayatımızı nasıl yönlendirdiğini, ceplerimize, sağlığımıza, çocuklarımızın hayatına nasıl sızdığını, nasıl değiştirdiğini, nasıl yönlerdirdiğini, nasıl ruhumuzu, bedenimizi satın aldığını görsün. Aman dikkat geliyorum demiyor, gümbür gümbür geldi bile GDO'lar kapımıza!

GDO ile ilgili diğer yazılarım için ise alttaki GDO etiketine bir tık lütfen!

13 Aralık 2010

Yeni Yıla Merhaba Sofrası

İki ayda bir adet olduğu üzere 11 Blog dostu buluşur olduk. Baştan, bebekler vesile oldu, Hoşgelesin Can (toplantının adını Pınar koymuştu) ile başladık(öncesinde piknik vesilesi ile tanışanlar var ama ben o sırada İngiltere'de olduğumdan o kısmı kaçırmışım), kısmetse de yeni bebeklerle(bu arada bizim kızda bu kısım yapılmamış haberiniz ola hanımlar, nasılsa atlamışız!), artan nüfusumuzla devam ediyoruz.


Bu seferki ev sahibimizin daveti zaman ve konu açısından tam yerli yerinde denk gelmiş. Süslemelerinde ona eşlik eden melekler gibi güzel yüreği olan Neslihan'a gittik hemen hemen tam kadro. (Gülriz kulakların çınlasın emi!) Hem de yılın ilk kar yağışına merhaba diyerek, eşlerimizin yolda kalırsanız kurtarmayız bak deyişine inat, kıtalar arası yolculuk ettik. Bu direnişte Yasemin'in payı büyük elbet! Teslim edilecek Mini Mouse(bizim böcüğün deyişi ile Mikaus) pasta, yenilecek Kütük Pasta ile bizi iri kıyım atının terkisine attığı gibi, göz açıp kapayana dek Neslihan'a ulaştırıverdi. Kahkahalar, gülüş şamata da cabası üstelik.

Neslihan, kaç gün emek verdi bilmem. Ama bir insan bu kadar mı ince, bu kadar mı detaylı, üstelik hiçbir noktayı atlamadan düşünür? Hayran oldum, hayran...

Ben ki, İngiltere'den sonra Yılbaşı süslemelerine karşı duran, yapmayacağım diye direnen ben, şapka çıkartıyorum Neslihan sana! Her şey o kadar güzeldi ki, sözcük bulamıyorum anlatmaya. Fotoğraflar anlatsın biraz diyeceğim ama isim kartları, en çok en çok da çekiliş için hazırladığın kurabiyeler, bana ''bundan âlâsı olamaz'' dedirtecek detaylardı.


İncecik görünmez misinalarla tavandan aşağı inen süsler, çekiliş için aldığımız hediyelerin altına konulduğu ağaç, ağacın süsleri, hangi birisini anlatsam ki...


Masa düzeni, bebek bekleyenlerin sıkıntı çekmeden oturacağı yerlerin ayarlanması, güzelim mis kokulu çiçekler, sandalyelerin süsleri, hazırladığın kek daha doğrusu İtalya'dan bizim için taşıdığın ve hayatı boyunca hiç bu kadar güzel süslenmemiş pannetone...


Neslihan işi gücü bırakıp, mutlaka bir dekorasyon ya da organizasyon işi ile uğraşmalı. Bütün müşterilerinin memnun kalacağına adım gibi eminim...


Ben anlatırken atlamış, unutmuş olabilirim ama Neslihan hiç bir detayı atlamamış. Hata yaparsam affola!

Bir isim kartı bu kadar mı şirin olur?


Bir sofra bu kadar mı güzel hazırlanır?

Yiyecekler bu kadar mı güzel sunulur?

Ve bir çekiliş, bu kadar mı zevkli olur?

Cambridge'deki Çin lokantasında yediklerimden çok çok daha güzeldi bu çekiliş kurabiyeleri Neslihan, inan!

Tabağımızdaki çiçeğe, peçetenin katlanışına, çatal bıçağın zerafetle yerleştirilişine bakar mısınız?

Dilek'in oburluk ettiği tabağa bakmasanız da olur elbet, ama boş ve dolu farkını görün istedim...

Veee dostlardan gelen diğer güzellikler... Müge'den peynir topları, iki canlı haliyle zar zor ayakta durarak, getirmiş malzemesini, hemen mutfakta yapıvermiş tüm mahareti ile...


Fadime'den nefis yaprak sarmaları...
(Fadime, bu arada blog yeni mezuniyetler mi bekliyor? Haydi yaz iki satır, özleyenlerini bekletme...)


Pınarımdan çıtır poğaçalar... Hemen fırından çıkmış gibi.


Neslihan'dan patates salatası...


Hünerli Müge'den hünerini konuşturduğu Karaköy Böreği...


Esra'dan yoğurtlu havuç salatası...

Münevver hanımın(söyleyin ona geri dönsün, geri dönsün, geri dönsün... Bize bu macaronların sırrını anlatsın, söyleyin haydi)  leziz, nefis, enfes macaronları...
Üstelik o kadar ince ki, Yasemin kahveli macaronlara el koydu, biz yiyemedik diye, özellikle kahveli yapmış!


Ayşem'in tadına doyamadığım çikolatalı birşeyi... Ayşem, bir isim ver artık bu lezzete lütfen!


Pannetone, pannetone olalı böyle güzel süslenip, püslenip insan içine çıkmamıştır herhale. Ama Neslihan'ın eline geçerse durum budur!


Bagajda makyaj yapmamış hali ile bize eşlik eden kütük pastanın makyajlı hali.
Makyaj yaparken biz de seyredecektik ama utangaçmış anlaşılan, eli çabuk hatunun eline düşünce, süslendiği gibi masaya yetişti. Eline sağlık Yasemin!


Ah işte bu garibanlar da, nacizane kulunuz bendenizin havuçlu kekten bozma elmalı muffinleri... Bilahare tarifi gelecek, üzerinde epeyce oynadığımdan tarif tariflikten çıkmadıysa elbet.

Eveeet burada da bal arılarını görüyorsunuz. Bol bol fotoğraf çeken, tek tek bu özel günü kendi bloglarında özetleyecek olan. Tuana böcüğü de var burada, doğuştan fotoğrafçı yetişenlerden kendileri, dünya tatlılarından... Yolda olan böcükler var... Bu fotoğraf aslında çok şey anlatıyor. Sırrı bizde kalan...

Emekleriniz için her birinize, en çok da evsahibimize ayrı ayrı teşekkürler.

Sevgiyle, aynı dostlukla kalmamız dileği ile nice yıllara...

Neslihan'ın sofrasında değil ama Yılbaşı süslemelerinde çok kullanılan ''ökseotu'' ve onun ilginç hikayesi ile de tanışmak isterseniz buraya bir tık!

02 Aralık 2010

Momo

Sütçümüz Aysun hanım, her hafta siparişleri almadan önce mesaj çeker, çiftlikteki o haftaya dair olaylardan, hayata bakış açısından bahseder. 3 Nisan 2010'da şu mesaj geldi telefonuma:

''Kardı kıştı derken baharın üçte birini de yedik. Hayat son sürat, ağaçlarda patlayan çiçeklerden oh ettiniz ettiniz yoksa ancak seneye! Michael Ende -Momo, mutlaka okuyun, özelliklede zamanın yaratıldığı kısmı :)''

Ben de silmemiştim mesajı, saklamıştım. Yolum bir kitapçıya düşer düşmez de hemen yazarın adına bakıp aldım. Okumaya başladım. Azar azar, sindire sindire ancak iki hafta önce bitirebildim. Aslında ele bir alışta bitirilecek kadar rahat okunan bir kitap. Yani sabah başlayıp, akşam bitirmek ya da yola çıkarken çantanıza atıvermek ve yolda bitirivermek işten bile değil. Ama benim gibi, geri dönerek, bir daha bir daha okuyarak, küçümene anlatılacak ne çıkartabilirim diye bakarak okursanız, uzunca bir zaman elinize alamazsanız, 10 kitabı aynı anda okumaya kalkarsanız, yani zamanı hırsızlara kaptırırsanız, iş uzuyor!

İlk sayfasında şu yazıyor, Michael Ende, Momo, ya da zaman hırsızlarının ve çalınmış zamanı insanlara geri getiren çocuğun tuhaf öyküsü.

Sonradan farkettim ki, Evren de yazılarında ara ara Momo'dan bahseder, uzun süre Walden gölü Evren'in Almanya'da kenarından geçtiği bir göl müdür acaba diye düşünen ben, saf saf atlamışım Momo'yu da demek ki, taaa ki Aysun hanım uyandırana kadar! Bu aralar ''Kimyon'' kim onu arıyorum haberiniz ola!

Evren'in zaman hırsızlarına açtığı savaşa dair çok güzel yazıları var. Önce Momo'yu okumanızı, sonra da o yazılara bakmanızı öneririm.

Momo'dan birkaç satır sizlere, ara ara atlayarak alınmış...


******
Yalnızca Momo, Beppo’dan cevap alabilmek için uzun süre beklemesi gerektiğini bilir ve onun sözlerini rahatlıkla anlardı. Beppo’nun sorulara yalnış bir karşılık vermemek için bu kadar düşündüğünü bilirdi. Çünkü Beppo’ya göre dünyadaki bütün anlaşmazlıklar kasıtlı ya da kasıtsız, aceleye getirilerek söylenmiş birtakım yalan yanlış sözlerden kaynaklanıyordu.

**

Bir adım – bir nefes – bir süpürge. Bir adım – bir nefes – bir süpürge. Böyle sürüp giderdi. Arada bir durur ve önüne bakarak düşünürdü. Sonra tekrar bir adım – bir nefes – bir süpürge.

Böylece önünde kirli, arkasında tertemiz bir yol uzanırken yürümeye devam eder ve aklına binbir türlü düşünce gelirdi. Ama bunlar, rüyadaki renkler ya da anlatılması güç özel kokular gibi şekilsiz ve sözsüz düşüncelerdi.

**

‘Bak Momo’ derdi, ‘ne oluyor biliyor musun? Bazen önüme upuzun bir cadde çıkıyor. Öyle uzun ki, insan bunun sonu gelmez sanıyor.’

Beppo, bu kadarcık laftan sonra bile önüne bakarak bir süre susar, sonra devam ederdi: ‘O zaman acele etmeye başlıyorsun. Gittikçe daha çok acele ediyor insan. Her önüne baktığında, yolun hiç de kısalmamış olduğunu fark ediyorsun. Daha hızlı ve daha gayretli çalışıyorsun; sonunda nefesin kesilip güçsüz kalıyorsun. Ve cadde hâlâ upuzun bir şekilde seni bekliyor.’

Susup biraz daha düşündükten sonra, sürdürdü konuşmasını: 'İnsan caddenin tamamına bakıp hemen bir karara varmamalı. Her zaman adım adım ilerlemeli. Sürekli olarak bir adım sonrasını düşünmeli, bir adım, sonra derin bir nefes, sonra bir süpürge. İşte o zaman hayat zevkli olur. Önemli olan işini iyi yapmaktır. Öyle de olmalı.’

Uzun bir süre susup yeniden konuşmaya başladı:’Bir de bakarsın ki, adım adım bütün yolu bitirnişsin. Nasıl olduğunu anlamadan ve yorulmadan.’

Başını önüne eğip sözünü noktaladı:’Önemli olan da budur.’

******

Günlük yaşam içinde çok büyük bir sır vardır. Herkesin bunda bir payı bulunur ve herkes onu bilir, ama pek az kimse bu konuda kafa yorar. Çoğu kimse onu olduğu gibi benimser ve ona asla şaşırmaz. Bu büyük sır zamandır.

Onu ölçmek için saatler ve takvimler yapılmıştır, ama bunlar hiçbir şey ifade etmez. Herkes çok iyi bilir ki, bazen bir saatlik bir süre insana ömür kadar uzun gelirken, bazen de göz açıp kapayıncaya kadar geçip gider. Zamanın bu garip kısalığı uzunluğu, o saat içinde yaşanan olaylara bağlıdır. Çünkü zaman, yaşamın kendisidir ve yaşamın yeri yürektir.

******

Momo’nun yüzündeki değişiklik gözünden kaçmamıştı. Alaylı bir gülüşle, biten sigarasının ucundan yeni bir sigara yaktı.
‘Boşuna zahmet etme’ dedi. ‘Bizimle başa çıkamazsın!’

Momo diretti.

‘Seni hiç kimse sevmedi mi?’ diye fısıldayarak sordu.

Duman adam kıvrılıp büküldü, sanki içine çöktü. Sonra soğuk bir sesle şöyle dedi:’Açık konuşmalıyım ki, senin gibi birisine rastlamadım şimdiye kadar, hiç rastlamadım. Pek çok insan tanıdım. Senin gibiler çoğunlukta olsaydı, bizim Tasarruf Şirketi 'ni kapatmamız gerekirdi. Kendimiz de hiç olup giderdik, var olamazdık.’

Temsilci susup Momo’ya bakmaya başladı. Sanki kavrayamadığı ve karşı koyamadığı bir güçle savaşır gibiydi. Yüzünün kül rengi biraz daha soldu. Yeniden konuşmaya başladığında, engelleyemediği sözcükler kendiliğinden ağzından dökülüyor gibiydi. İçinde bulunduğu durumun verdiği korkuyla yüzü giderek daha çok buruşuyordu. Sonunda Momo onun gerçek sesini duydu. ‘ Bizi kimse tanımamalı’ diyordu ses uzaklardan yankılanırcasına. ‘Bizim varlığımızı kimse bilmemeli............'

Güncelleme:
Bu yazımın ardından Aysun hanım'dan bir e-posta geldi. Kitabı, kendisine öneren sayın Erol Yazgan ve Aykut Yazgan imiş ve Aykut bey şu notu düşmüş:
Berceste hanım alıntılardan en önemlisini unutmuş bence:
''.....ve civarda oturanların çocukları elden ayaktan arttırabildikleri ne varsa getirdiler Momo’ya..
kimi bir parça peynir, kimi, biraz kuru ekmek, kimi meyve...
ve akşam vakti çoluk çocuk eski amfitiyatroya doluşup bayağı bir şölen yaptılar, momo’nun gelişinin şerefine...
bu o kadar güzel, o kadar neşeli, o kadar şen bir şölendi ki, böylelerini ancak fakir insanlar kutlamasını bilirler.

** 
Haklısınız Erol bey. Bu satırlar özellikle günümüzde hepimizin aklının bir köşesine kazınmış olmalı. Ataları bu şekilde yardımlaşmayı ilke edinmiş bir ülkenin evlatları olarak unutmamalıyız. Ama bunu unutturan da zaman / zamansızlık kavramı değil mi?
 
Saygıyla...

26 Kasım 2010

Biz Biz Olalım, Bunları Yapmayalım


Atatürk Arboretum'una gittik. Bayramdan önceki haftaydı. Merak edenler için tüm detayları ile gezimiz burada.  Küçümen, rahatça doğa ile tanışsın istedik. Oyun parklarındaki çer çöpten, pislikten, cam kırıklarından uzak kalsın diye düşündük. Evet hepsi bu durumda değil ama birini görünce diğerlerinden huylanan anne rolü kaldı üzerime bu günlerde. Amacım kötülemek ve hepsini bu şekliyle itham etmek değil. Önemli olan kimin orayı o hale getirdiği. Bir iki kişinin acısını herkesin çektiğini vurgulamak.

Öyle rastgele bir ormanlık alana da gitmeyelim dedik. Daha önceki bir tecrübemizde içki alemi yapan, ilkel insanlar kolonisi ile karşılaşıp, doğa keyfimizi yarıda, hatta başında kesip eve dönmüşlüğümüz de vardı. O yüzden daha bilimsel çalışmalara açık, daha herkesin içeri elini kolunu sallayarak girmesine izin verilmeyen, doğru düzgün bir yer olsun dedik. Dünyanın yolunu teptik ve aradığımızı bulduk derken bakın işte fotoğraflardaki bu manzaralar da gözümüzden kaçmadı ne yazık ki! Dünyalar güzeli diğerlerinin yanında bunlar arada eriyip gidiyor ama gene de yapılmamalı.

Ben gezerken, bir yaprağı bile alıp eve götürmeye kıyamazken, siz neden bunları buraya atarsınız ey insanoğlu diye haykırmak geldi içimden. Piknik yapmak yasak olduğu halde, elindeki yiyeceklere, yumulup, sonra poşetini, çerini çöpünü atmaya çalışan insanlar da gördük. Üstelik çoğu yerde çöp sepetleri olduğu halde. Çok mu zor o elindekini azıcık taşımak, sonra çöpe atmak diyecek kadar yakın denk gelmedik çok sükür ki. Sonra başıma ne gelir bilinmez, ruh hastalıkları katlanarak artıyor zira. Yolda, trafikte, çarşıda, pazarda örnekleri çok. İngiltere'dekiler sinsi çalışırlardı, hergün haberlerini duyar, tırsardık. Bahçesine öldürüp öldürüp gömdüğü insanların kemiklerini bulmuşlardı bir canavarın, televizyonda onun haberleri vardı bir dönem kanal kanal tüylerimi ürpertirdi. Hele komşuları hiç zararını görmedik, çok severdik dedikçe...

Bizde herşeyde olduğu gibi adam öldürmek de aleni! Kızıyor, hop tamam, iş bitiyor. Her türlüsünden Allah korusun hepimizi. O yüzden gidilen yerler dikkat istiyor. Karşılaşılacak insan türü aman dedirtiyor.


Bu insan türü de fırlatıp atmamış, anı bırakmış odunların üzerinde!
Dağ taş ev olmuş zaten yurdumda, şehrimde. Atatürk Arboretum'unun civarı bile. Bir dönem, çocukluğumda kocayemişi çiçeği toplamaya gittiğimiz o dağ, orman görünümlü alanlar, şimdi sosyetenin villaları ile yağmalanmış durumdalar zaten. Bırakın bir nefeslik, bir ağaçlık alanımız kalsın. Orayı kirletmeyin bari... Kurt, kuş, börtü, böcek yanında, uzaklardan da gelse azıcık oksijen alalım. Kıymayın doğaya. Sevin, okşayın o güzelim yaprakları, kuru, ölmüşünden bile olsalar. Sarılın koca, ulu ağaç gövdelerine. Dinleyin minik bir kuşun sesini. Börtü, böceğin yaprakların arasından hışırtılı kaçışını. O zaman bulduğunuz huzuru, o yapay, son dönemde moda olan mobilyalarla, kıvırcık halılarla, tutkallı ağaçlarla döşediğiniz o mükemmel evleriniz, uydu kentlere sıkışmış ruhlarınız bulamaz başka hiçbir yerde. Bir deneyin,  ne demek istediğimi anlayacaksınız. Ama denerken de lütfen zarar vermeyin. Yazık doğaya, canlılara...

22 Kasım 2010

Bulaşık Makinesi ve Bulaşık Yıkama Usulüne Dair


Sofrayı toparlayıp, bulaşıkları makineye yerleştirdim, bulaşık deterjanını da koyup, makineyi çalıştırdım. O sırada tıınnn dedi, ne zamandır kafamın içinde dönüp dolaşan soru, gene soru haznesine düştü.

Şimdi, biz bulaşıkları elde nasıl yıkarız? En basit haliyle, kir durumuna göre, önce bir sudan geçiririz, sonra elimizin dayanabileceği sıcaklıkta bir su ile deterjan ya da zeytinyağı sabunuyla bir güzel köpürte köpürte, yağı, kiri çıkıncaya kadar yıkarız. Ardından da benim açımdan tabaktan gıcır gıcır ses gelip, sabunların gittiğine emin olana dek durularız. Sonra bulaşıklığa kurumaya, sonra da yerlerine...

İşin doktorasını yapacağım diyenlere mi, yoksa çok şaşkınlara mı bilmem, buyrun burada bir de bulaşık yıkama klavuzu.

Gelelim İngiliz usulüne...

İlk İngiltere'ye kuzenlerle gezmek için gittiğimde, kuzenin kayınvalidesi yemekleri hazırlıyor diye, biz de bulaşık işine soyunmuştuk. Evde bulaşık makinesi mevcut da, ona nadide kız muamelesi yapıldığından mıdır bilmem, oturması tercih ediliyor, kuzenin kayınvalidesi ile kayınpederi bulaşıkları yıkıyordu. Biz de olmaz, evin gelini ve onun kuzeni gençler dururken ayıp olur dedik, sıvadık kolları, girdik bulaşığa... Girdik de, kayınvalide tepemizden eksik olmuyor! Can hıraç birşeyler anlatmaya çalışıyordu. Damada dedik bu böyle olmaz, ne diyor bu hatun, biz anlamadık. O yok birşey, yok birşey diye geçiştirdi. Aldı annesini gitti. Ama hatun ısrarlı, gene dikildi tepemize birşeyler anlatmaya çalışıyor. Biz de anlamamakta epey ısrarlı çıktık ve seneler sonra İngiltere'de yaşamaya başlayıncaya kadar da kadıncağızın tepkisini anlayamadık(kuzen ve İngiliz damat Türkiye'de yaşıyorlar) gitti... Bulaşığı, birimiz sabunluyordu, birimiz duruluyordu, işimiz bitince de kurulayıp kaldırıyorduk. Bulaşıklıkta tutma adetleri yok zannediyorduk. Meğer iş böyle değilmiş!

Televizyonda dizilerde dikkatimi çekti ilk, sonra yemek programlarında, sonra da orada yaşayıp İngilizlerle evli olan arkadaşlarımdan öğrendim ki, durulama adeti yokmuş bu milletin! Ta daaaam... Tam benlik bir gerçeklik!

Nasıl yani, sabunlu sabunlu mu kaldırıyorlar tabakları?
Yok canıııım, kuruluyorlar ya!
Nasıl yani... Kurulanınca sabun gitmez ki!
Eh işte, gitti say...
Nasıl gitti sayarım ya, sabun mu yiyorum ben şimdi?...
Oooo o kadar uzatırsan yaşayamazsın burada. Gittiğin en ala lokantada ne yaptıklarını ne biliyorsun ki?
Eyvaaaaah!

Kadıncağız boşuna dövünmemiş biz bulaşık yıkarken. Gitti suya bir sürü para! Biz bir de gıcır gıcır ses çıkana dek durulayınca, kadıncağız kesin erimiş bitmiştir ki, vücut dili de bunu söylüyordu. Hani mükemmel olmasa da İngilizcemiz de var o zamanlar, ama niye anlayamadık, nedir bu kadının hali dedik durduk. Oğlu bizim âdetimizi bildiği için, sonra bizim orada yemek yemeyeceğimizden korkup açık açık söyletmemiş olsa gerek. Dolandırıp durduğu cümlelerden de anlamadık, anlamaya bir dirhem bile yaklaşmadık, zaten bulaşık durulanmadan yıkanmaz ki!!!

Vay başıma gelenler... Şimdi ben bu ülkede durulanmayan bulaşıklarla ne yaparım. Zaten başkalarının evinde birşey yememek için 10 takla atarken, takla sayısı çıkar mı 20'ye dedim durdum. Ama zamanla düşünmemeye alışıyor insan. Çok da dışarıda yememeye, gittiği yerde dikkat etmeye. Kafama takmadan yaşamayı başardım, başarmasına da, şimdilerde şu soruyu kafamdan atamıyorum.

Bulaşık makinesi denen alette fotoğrafta gördüğünüz üzere, üç işaret var. Birisi yıkamayı, diğeri parlatmayı, öbürü de kurutmayı gösteriyor. Acaba bu bulaşık makinesi imalatçıları durulama da yaptırıyor mu aradaaaaa, yaptırmıyor mu? Yaptırıyorsa, niye onun işareti yok?

Not: Bu anektodu anlatmadan da geçemeyeceğim, bir diğer kuzen, evlenip Hollanda'ya yerleştiğinde, eşine su şirketinden bir mektup gelir, su giderinizde anormal artış var, borularınızda kaçak olabilir, kontrol ettirin! Bu sıralar makine dışında bulaşık yıkaması yasak olsa gerek...

11 Kasım 2010

Bana Nay Nay Diyeni Fururum!


Yaş: 21 aylık, hatta neredeyse 22
Cinsiyet: Kız

Anne: Çizdirmeye az kaldı ayarında!

Doğmadan öncelerine dayanır müzik aşkımız. En sakin devresinde bile, müzik çaldı mı, reklam müziği bile olsa, bizim küçük hanım hareketlenirdi. Doğdu, uykularını müzik eşliğinde ister oldu. Yaşına geldi, istek parça bile yapmaya başladı. Anne, bildiği, yarım bildiği, aklında ne varsa söyler oldu onu uyutmadan önce. Niye? Kayıtlı değil, canlı müzik olacak! Fethiye'den Allah razı olsun, arkadaşının hazırladığı tüm bildiğimiz çocuk şarkılarını içeren bir döküman ile imdadımıza yetişti. Ama bizim repertvuar ne kadar genişlerse genişlesin küçük hanıma yetmemeye başladı. Olsun, bugünlere kadar gelindi. Mutlu, mesut, bahtiyar geçiyordu uykudan öncelerimiz.

Taaaa ki, son bir haftaya kadar!

O zamana dek istek parçamız ''hapbuuuu'' idi... Hani şu ''Sonbahar geldi, leylekler uçtu, yapraklar uçtu...'' diye giden Hapşu şarkısı... Yattık, kalktık hapbuuu'landık. İçimiz dışımız hapbuu oldu. Sonra da inatçı keçiler. Onun adı da ''ha ha ha''...

Buraya kadar iyi güzel... Sonra hayatımıza A ba çif(Ali Baba'nın Çiftliği) girdi. Artık annenin aklına hayvan sesi gelmeyene kadar söylendi de söylendi. Bir arslan miyavvv dedi bazen ardından istek parçası oldu. ''Kedi pırrr'' denilerek...

Amaaaa bugünlerde yeni birşey başladı.

- Anne anne, a ba çif...
- Tamam hemen söyleyelim. (Son raddeye yani hayvan sesi hatırlamayana dek, çiftlikte, hatta çölde, vahada hayvan kalmayana dek söylendi.... bitti dendi ki yeniden istek parça olmasın!)
- Anne anne, a ba çif!
- Bitti, hayvan kalmadı anneciğim.
- Anne anne, nay nay
- Tamam, hangisi
- Anne anne, nay nay
- Tamam, anne tutturduğu bir taneye başlar
- I ıh, ı ıh
- Hangisi peki
- Nay nay
- Gene anne tutturduğu bir taneye başlar
- I ıh ı ıh, anne nay nay
- Bu neydi anneciğim?
- Bu nay nay!
Bu döngü milyonuncu kere tekrarlanır. Hatta A ba çif bile denenir. O da itiraz alır. En sonunda 10.Yıl Marşı ile susar bizimki... Bazen arı vız vız vız, bazen bir başkası. Ama ''o şarkı'' bulunana kadar anne çizdirmelik olmuştur!

Sabah olur, elinde kumandalar gelir küçük hanım.
- Anne anne nay nay...
- Yok kuzum, gel seninle oyun oynayalım biz. Nerede küpler, haydi gel kule yapalım.
- Kuuuleeee...
- Evet annem, kule...
- Hakal(sakal, el yüzünde gezmektedir)
- Yok annem kızların sakalı olmaz, bak benim de yok, anneannede de yok!
- Baba baba, hakal...
- Bak babada da yok...
Gidip kontrol eder, iki eli yana açar, ''ok''(genizden gelen bir ok bu, yok anlamında)
- Yaaa yok annem. Sakal her zaman olmaz, olursa da babada olur, bizde olmaz!
Oyuna dalınır, bir noktada gene, hakal...
Anlaşıldı bugünlerdeki takıntımız sakal!

Oyun devam ederken gene bir noktada,
- Anne anne nay nay...
- Hay ben o televizyonu seyrettirmez olaydım, haydi seyrettirdim, başka programlar açmaz olaydım!!!
- Anne anne nay nay... Ku-man-da... (Elinde birisi televizyonun, diğeri hard disk'in kumandası ile çıkagelir. Bilir hangisi ne işe yarayacak)
- Tamam annem, neyi açalım. Şarkı meselesindeki gibi, bu sefer kayıtlı milyon tane program denenir, hepsi red cevabı alır. Yok o zaman annem, ben bilmiyorum!
- I ıh I ıh anne anne, nay nay...

Saymayayım artık o bildiğiniz çocuk programlarını. Bir tek farklısı Baby Einstein, bizimkinin diliyle ''beyştayn'' Onu da sırf müzikleri için seyrediyor sanıyordum ki, sağır dilsiz alfabesi öğretilen bölümünde baktım bizimki hem ingilizcesini öğreniyor kelimelerin, hem de sağır dilsiz alfabesini! Swing diyor, eliyle sallanma hareketi yapıyor. Acaba dedim, o bölümü yeniden seyrettim, evet aynısı! Öğrenmiş, onu ve en az 10 tane yeni kelimeyi. Ama ondan da sıkıldı. Nay nay, nay nay gidiyor bizim evde. Nay nay da hangisi bir anlasam!

Yeşim'in yazdıklarına benzer şeyler yaşıyorum bu aralar. Olay dil meselesi olsa, yorumlarda konuştuğumuz gibi, bizimki şarkıların da, seyrettiklerinin de tek tek ismini söyleyebiliyor. İstek parça yapabiliyor. E bu da değilse nedir beni çıldırtan bu NAY NAY!