16 Haziran 2009

Steiff Teddy Bear

Hep çocukların bağlandığı bir oyuncak olduğunu duyardım, görürdüm. Kimi çocuk onsuz uyuyamaz, kimi çocuk onsuz yemek yiyemez, kimisi de yapışık yaşardı. Bazen dizi filmlerde görür, bazen gerçek hayattan hikayeler duyardım. Bu oyuncak da her nedense yumuşak, tüylü bir ayıcık olurdu! Es kaza çocuk bu oyuncağını kaybederse hayatı değişir, yer yerinden oynar, yenisi aranır, çocuk hayır bu benim oyuncağım değil, aslını isterim der, kıyamet kopardi... En son örneğini de Heathrow'da güvenlik önlemleri çerçevesinde bir dönem uçağa el bagajında alınmayan oyuncaklarda görmüştüm. Çocuklar uyuyamıyor, ağlıyor, üzülüyor ama güvenlik bu deniyor ve izin verilmiyor! Daha havaalanında bu hale gelen miniklerin uçak içindeki durumlarını düşünemiyorum bile!

Çocukken çok oyuncağım oldu. Belki de bir çocuğun sahip olabileceğinden çok daha fazlası. Aralarında ayıcıklar, aslancıklar da vardı sevimli, renkli, yumuşak. Benimkilerin çoğu Fatoş marka idi.(Şimdilerde Fatoş oyuncaklarının kalitesini çok ama çok arıyorum!) Sonraları bu yumuşak oyuncaklar ve oyuncak bebekler kolleksiyonumun birer parçası oldular. Ama hiçbir şekilde böyle ölümüne bağlanmadım onlara çok şükür! Bağlananların da hallerine üzülürüm hep. Diğer yandan her çocuğun ilk doğduğu andan beri saklanan bir oyuncağın olması gerektiğine de inanırım. Sadece hatıra mahiyetinde. Benim 1 yaşımdan beri öyle bir bebeğim var mesela. Benden sonra kızıma kalacak, eğer o da oyuncaklarına benim gibi iyi davranırsa elbet.

Cambridge'e ilk taşındığımızda King's College'in tam karşısında kocaman bir Tedy Bear Company dükkanı vardı. Binbir çeşit ayıcık vardı içinde. Aklınıza ne tür geliyorsa... Gelin-damat, prenses, prens, gözlüklü, mezuniyet şapkalı, üzerinde Cambridge yazanı, sade vatandaşı, kooooooocaman boyumun 3 katı olanı, bit kadar anahtarlık şeklinde olanı, neyi hayal ederseniz... 1 sene geçmeden dükkan kapandı her nedense. Oysa ben orada gezmeyi çok severdim. Bir gün de mezuniyet şapkalı ayıcıktan kolleksiyonuma katmalıyım derdim. Sonraları Disney Store'daki, Cambridge üniversitesinden mezuniyete hazırlanan Winnie the Pooh'lar aldı onun yerini. Ama sadece yılın bu zamanları vitrini süsler oldular. Ardından Harrod's 'un meşhur ayıcığına göz kırpar oldum. Onun da Tower of London'un Beefeather'larının kılığına girmiş olanını mı, yoksa püsküllü şapkalı asker olanını mı alsam diye düşünür olmuştum ki, Defne beni
Alexander ile tanıştırdı. Onunla beraber yıl sonunda Alexander almaya gidecektik göya! Önce Defne'nin hamileliği, ardından benimki derken Alexander'a sıra gelmedi. Onun yerine çok daha tatlı, çok daha güzel iki minik prensesimiz oldu.

Steiff ayıcığını da ilk defa Avusturya'lı arkadaşım Heike'den duymuştum. İlk oğlu doğduğunda ona güzel ve çok pahallı bir ayıcık aldığından bahsetmişti. Ben de, gene mi bu ayıcık hikayesi diye düşünmüştüm. Nedendir bilmem ama onlar için bu tarz bir hayvancık çok önemliydi. Mutlaka çocuklarının böyle bir arkadaşı olsun istiyorlar Allah Allah, ilginç diye geçti içimden. Sonra ben koca kazık halimle kaç ayıcık almak istemişim, zor tutmuşum kendimi dedim...


Pauline de bizim Ponpon hanıma ayağının altında ''İlk Steiff Ayıcığım'' yazan kahverengi miniği getirdiğinde çok mutlu oldum. Çünkü onlar için güzel bir anlam ifade ettiğini biliyordum ve sanki kendi torununa seçer gibi bizim minik için özenle seçmişti bu hediyeyi.

Web sitesinden kimdir bu ayıcık diye öğrenmek istedim ve hikayesine bayıldım. Gerçi her büyük firmanın geçmişinde böylesine güzel bir öykü yatıyor yatmasına da neden Türkiye'deki Fatoş oyuncakları aynı tarihçeye sahip olamadılar? Neden benim Fatoş ayıcığımın yenisi yerine Steiff ayıcığı ile oynasın bizim Ponponcuk? Cevabını Çin'de aramak lazım belki de... Hele bizim nazar boncuklarımızı götürüp eli ile Çin'de plastik nazar boncuğuna dönüştüren, yurdum insanının ekmeği ile oynayanlara ne demeli?

Ne olmuş da yüzyılı aşmış bu Steiff ayıcığının ünü, ömrü?

Hikaye Margarete Steiff ile 1880 yılında başlıyor. Sloganları ''Çocuklar için sadece en iyiler iyidir!'' olmuş. Margarete Steiff, 24 Temmuz 1847'de doğmuş ve 18 aylık iken geçirdiği ateşli bir hastalık sonucu felç olmuş. 3 yıl sonra geçirdiği bu hastalığa çocuk felci teşhisi konulmuş ve derdine derman bulunamamış. Ailesi ömür boyu insanlara bağımlı bir şekilde yaşayacak olan çocukları için üzüntü duyarken, Margarete hayata bağlı bir çocuk olarak, sağ elinde hissettiği acıya rağmen, terzilik üzerine eğitim almış. Ablaları Marie ve Pauline'in açtığı terzihanede zaman zaman o da çalışırmış. Ablaları 8 yıl sonra oturdukları yerden ayrılınca dükkanın işletimi tamamen Margarete'e kalmış.

Babasının yardımı ile dükkanını büyütmüş, kazandığı paralarla sağ elle çalışan bir dikiş makinası almış. Bu makinayla çalışması onu zorlasa da, yavaş yavaş işlerini ilerletip yanında başkalarını da çalıştırır olmuş. Margarete 1879 yılında, Moda Dünyası dergisinde, içi doldurulmuş bir fil modeli görerek, kalıbını çıkartmış ve ondan iğnedenlikler yapmış. Bu filciğin sayesinde de onun oyuncak dünyasının temeli atılmış. 1880 yılında kendi şirketini kurmuş. Kardeşi Fritz'in de yardımıyla ilk 6 yıl içinde 5000'den fazla fil satarak diğer modellere de geçmeye başlamışlar. 1892'de ilk kataloglarını yayımlamışlar. File ilave olarak maymunlar, sıpalar, atlar, develer, domuzlar, farecikler, köpekler, kediler, tavşanlar, zürafalar ve sloganları ''Çocuklar için sadece en iyiler iyidir!'' yeralıyormuş katalogda.

1 yıl sonrasında fabrika Margarete Steiff keçe oyuncak fabrikası adıyla kayıtlara geçmiş. İlk defa Leipzig'deki oyuncak fuarına katılmışlar. Ayrıca 4 terzi ve 10 evlerinden onlar için çalışan işçiyi de bünyelerine katmışlar.

1897 yılında Margarete'in yetenekli ve İngiltere'de sanat üzerine eğitim görmüş yeğeni Richard Steiff aralarına katılarak oyuncakların çizimlerini yapar olmuş. Onun yaptığı çizimler, halen şu andaki Steiff kolleksiyonlarının atasıymış. Richard, 1902'de dünyadaki ilk, kolları ve bacakları oynayabilen içi doldurulmuş oyuncağı Bear 55BP'yi tasarlayarak Leipzig oyuncak fuarına katılmış. Amerikalı bir alıcı beklenmedik bir şekilde bu oyuncaktan 3000 adet sipariş vermiş. 1906'da bu ayıcıkların adı, Theodore Roosevelt'in ayı avı merakına istinaden, ona takılan ada ithafen Teddy Bear'e dönüşmüş. Her ünlü markanın taklitlerinin çıkması adetten olduğu için, kendi ürünlerinin taklitlerinden ayrılması amacıyla Franz Steiff, ayıcıkların kulağındaki kalite düğmesini icat etmiş. St Louis'deki dünya sergisinde, Margarete, Grand Prix ödülüne layık görülmüş. 1907 yılında firma 400 işçi, 1800 evden çalışana sahip olarak 973 999 Tedy Bear ve yaklaşık toplam 1 700 000 oyuncak üretmiş. 1909'da akciğerlerinden rahatsızlanan Margarete Steiff'in kaybının ardından aile zorlanmış olsa da yeğenleri onun başlattığı rüyayı, rüyanın hayattan bile büyük olduğunu düşünerek, gün be gün büyüyecek şekilde devam ettirmişler.



1910 yılında Bürüksel'deki dünya sergisinde yeniden Grand Prix ödülünü almış firma. Savaş yıllarında ürün grubuna kağıt Teddy Bear'leri ve tahta oyuncakları eklemişler.

1932 yılında peluş köpek Molly 500 000 adetten fazla satmış. 2.Dünya savaşının ardından firma 1947 yılında yeniden çalışmaya başlamış. 1000 kişi istihdam eder olmuş ve 5 yıl içinde bunu ikiye katlamış.1951 yılında Diehl kardeşlerin kukla karakterli filmi ve televizyon gazetesinin maskotu Mecki'nin içi doldurulmuş oyuncak olarak üretiminin bu gelişmeye büyük katkısı olmuş. 1953 yılında Teddy Bear'in 50. doğumgünü sebebiyle Jackie'yi üretmişler. 80'lerde Giengen'de Margarete Steiff müzesini açmışlar. Ayrıca Steiff hayranlarına sınırlı sayıda üretilen oyuncakları çıkartmaya başlamışlar. Çocukların en çok sevdiği Petsy karakterini üretmişler.

1 Nisan 1992'de de Steiff kulübünü kurmuşlar. 1997'de Hamburg'da Margarette Steiff'in 150. doğum yılı anısına ilk Steiff galerisini açmışlar ve bunu takiben çeşitli şehirlerde farklı zamanlarda diğer galeriler açılmış. Bunu izleyen yıllarda da 2400 m2'lik yeni müze, yeni ürünler, festivallerle birlikte 2007'de yenilenen yüzü ile Steiff ürünleri halen beğenilerimize sunulmakta.

Bu arada ürünlerin fiyatlarını epeyce yüksek olduğunu, ürünlerden başka müzesinden, kulübüne kadar herşeden para kazandıklarını ve diğer yan sanayide de fiyatların uçtuğunu söylememe bilmem gerek var mı? Örneğin, Margarete Steiff'in doğum yeri, özel turla 45 Euro'ya Almanca, 60 Euro'ya da İngilizce olarak gezdirilmekte imiş. Müşteri olarak kralsınız ve çok özelsiniz diyen, tüm dünya üzerinde 45 000 üyesi bulunan kulübün aidatı da Avrupa ülkesi vatandaşıysanız yıllık 45, iki yıllık 80, üç yıllık 115 yok değilseniz yıllık 90, iki yıllık 160, üç yıllık da 229 Euro. (Sağolsunlar Türkiye'yi Avrupa ülkesi olarak saymışlar.)

Böylece hikayenin sonuna geldiğimizde, başlangıçta sorduğum sorulara da kendimce cevaplar bulmuş oluyorum. Birincisi ailenin her üyesi Margarete'e yardım etmiş ve onun hayalini gerçekleştirmeye çalışmış, kendi çıkarlarını değil, firma çıkarlarını düşünerek emek vermiş. İkincisi kendisini marka yapmayı bilmiş ve her Avrupa ülkesinde örneklerini gördüğüm üzere sinekten yağ çıkartmayı prensip edinerek markasına kocaman değerler biçmiş, sıradan olmadığını da ürünleri ile kanıtlamış. Ürün çeşitliliği içinde kaybolmamış. Satanları, satmayanları ayırmayı bilmiş. Doğum günü kutlamaları, müzeler gibi kendileri ile ilgili yan dallardan/sanayiden hem para kazanmış, hem de reklamını yapmış. Bir noktada şansları yaver giderek Amerika'ya yüklü ürün satmayı başarmışlar ama diğer yandan da bu başarının büyüsüne kapılmayıp, daha fazla ne yapacaklarını araştırmışlar. Tekerlekli sandalyede, sağ elinin acısıyla minik fil iğnedenlik üreten Margarete, bizim ufaklığın kucağına sevimli bir ayıcık, sizlerle paylaşılacak bu öyküyü kazandırmış bizlere de...

Örnek almamız lazım değil mi?

10 yorum:

Çileksuyu Sibel dedi ki...

ne guzelmis Dilek'cim..helal olsun...bazi insanlarin gercekten ozel yaratildiklarini dusunuyorum,margarete de onlardan biriymis...kaliteli,guzel her urun kaliyor yillarca,sahiplenmesini bilene..belki fatoslara da kiymet verileydi onlar da Steiffler gibi olurdu...

benim surekli uyuyan bir bebegim vardi,uzerine battaniye ormustum...anne kimbilir nerelere kaldirdi...

sevgimle..

Daphne dedi ki...

benim de fosforlu sari saclari olan, kokulu bir Fatos bebegim vardi sanki, hayak meyal hatirliyorum :))

ayçobanı dedi ki...

Bir kac gun evvel TV'de Steff'la ilgili uzunca bir program vardi. Tasarimindan uretimine ve guvenlik kontrollerine kadar detayla herseyi anlattilar, senin de hosuna giderdi eminim bu program...

Benim ilk bebegim hala duruyor ;) Bir gozu yok ama nedenini bilmiyorum cunku oyuncaklarina zarar veren bir coucuk asla olmadim. 30 cm civarinda tombik surat, sirin mi sirin!! Annemden rica etmeliyim bir fotografini cekmesi icin ve yayinlamaliyim belkide. Fatos'muydu degil miydi bilemiyorum ama benim de bu yumusacik oyuncaklarimin cogu Fatos'tu.

Berceste dedi ki...

Ne istediğini bilmek ve bunun üzerine gayret etmek önemli sanırım Sibel'ciğim. Bence Fatoş oyuncaklarına kıymet verildi. Her çocuğun evinde mutlaka bir Fatoş vardır. Kimi Pembe Panter olarak, kimi Barbie bebek olarak. Zira Barbie'lerin ithalatçısı da Fatoş idi. Çin malları ve halkımızın kaliteli üründen çok ucuz ürüne kıymet vermesi, belki de firmanın yanlış pazarlama stratejileri sorun olmuştur diye düşünüyorum.İnşallah annen o bebeğini saklamıştır. Belki de sen onun bir fotoğrafını yayımlarsın kim bilir? ;-) Sevgiler...

Sen o kadar küçük müydün yahu Defne? Onlar yeni çıkan bebeklerdendi :P

Kesinlikle seyrederdim o programı Ayçobanım! Çok da ilgimi çekerdi. Bebeğine misafir çocuklardan biri sen yokken zarar vermiştir belki. Mutlaka yayımlamalısın, merakla bekliyorum yazını...

gochemoche dedi ki...

Merhaba bu yazini cok begendim, Allah anali babali buyutsun ve sana da gecmis olsun.
ayicik cok sirin :) acaba fil de yapiyorlar mi? ben insallah bir cocugum olursa herseyi filli yapicam :)
sevgiler
g

evinkedisi dedi ki...

Evet özellikle İngilizler bu tip klasiklere çok değer veriyorlar. Benim orada en fazla dikkate ettiğim kitaplarının bile yıllarca aynı standartta devam ettirilmesi, Beatrix Potter gibi...Kayınvalidemde en eskileri var ve her doğan toruna birkaç tane ile başlatıyorlar mesela. Oyuncakları da öyle. Antika programları? O antikaların tarihini, hikayelerini anlatmaları, insanların eşyalarına verdikleri değer...Ben onu diyorum Türkiye'nin bu konularda bin ton ekmek yemesi lazım eskiye verilen değer anlamında. Mimarilerine kadar çok farklılar.

Berceste dedi ki...

Teşekkürler Edamame Prensesi. Ben de seni tekrar kutlarım. İşe ilk fille başlamışlar zaten. O yüzden fil de var kataloglarında. Web sitelerini bir ziyaret istersen. Sevgiler...

Bu bahsettiğin durumun hem iyi, hem kötü yanları var Evin Kedisi. Hikayeler güzel ve kahramanları şirin. O yüzden dünya klasikleri arasında girenler var(elbet pazarlama stratejilerinin de etkisi ile) diğer yandan kargadan başka kuş tanımam misali yüzyıllarca temcit pilavı gibi aynı şey dönüp duruyor. Alice Harikalar Diyarında mesela, niye bilmiyorum ama o kitabı hiç sevemedim! Antika programlarını da çok sevmiştim orada. Ama evi antika dükkanı misali charity shoplardan döşeyen acentaları hiiiiç sevmemiştim. Biz sanırım tekdüzeliği sevmiyoruz. Hayatımız canlı, renkli, hareketli, kıpır kıpır insanlarız. İngiltere öyle değil, hava şartları, eğitim, gelenek ve göreneklerin de yardımı ile tekdüze bir hayat yaşayabiliyorlar ve o hayatı bozanları da fena bozuyorlar. Biz ise tüm yeniliklere açığız ve çabuk adapte olabiliyoruz. 7 senede bir doğru düzgün Türk markası kalmamış mesela! Beymen ve Vakko da dahil! Herkes M&S ve Top Shop tutkunu oluvermiş. Mimariyi ben de çok seviyorum orada. Ama bakıyorum, Safranbolu evleri ile çok benzerlikler var mesela. Saffron Walden ile ilgili bir yazı yazmıştım. Orada görebilirsin. Ziyaretin için teşekkürler ve sevgiler...

evinkedisi dedi ki...

Alice Harikalar Diyarında'yı ben de çocukluğumdan beridir sevmem, enerjisini kötü buluyorum, öyle bir his, tuhaf ama Karagöz'le Hacivatta da korkutucu öğeler bulurum mesela. Yani genelleme yapamıyorum, tabi ülkelerin genele yayılacak karakteristik özellikleri var ve haklısın her alışkanlığın abartısı itici ama kendi adıma renkli seviyorum herşeyi, dünyanın heryerinden güzellikleri alacaksın bir yerde toplayacaksın, yiğidi öldürüp hakkını yemeyeceksin misali. Türkiye'nin de çok güzel yanları var elbet ama maalesef bizim baskın görüntümüzde eğitimsiz ve maganda yan ağır basıyor gibi geliyor bana. Genel kalitede genelleme yapılamayacak bir kopukluk var. Çok çeşitlilik denilebilir belki...Kendi içinde bile barışık olamayacağımız çok uçlarımız var, İngiltere'de de var elbet bunlar. Ama hükümetin eskiyi tutmadaki çabası, vergilerin gerçekten Türkiye'ye kıyasla yol su ve elektrik olarak geri dönmesi...Yapılmazsa hemen hesap sorulması, politikacıların yaptığı yanlışlarda hemen koltuklarını kendilerinin bırakması...Bazı insanlara göre hayat monotonken güzel, bazısına göre hızlı bir şekilde akarken, hatta Avrupa'da yaşayıp da İstanbul'a geldiğinde o karman çorman trafiği bile özlediğini söyleyeni de duydum.

Öptüm, ne demek :)

hindiba dedi ki...

Bizimki bu türden oyuncaklara hic ilgi duymadi. Son bir aydir da oyuncak kamyonuyla uyumaya basladi, iyi mi? :D

Berceste dedi ki...

Bahsettiğin yön ağır basmıyor da, bastırtıyorlar kanımca Evin Kedisi. İnsanlar beyni yıkanmış halde hamsi gibi dans ediyor bu aralar mesela. Tamam deşarj olmak için iyi, güzel de cılkı çıkana kadar her TV kanalında görünmek niye? Gene sabahları beyni yıkanmış hatunlar gibi aynı TV programlarına mahkum olmak niye? Sonuçta soru sormayan, hazırcı, saçma sapan koyunlar ne yapar? Bahsettiğin grup da bunu yapıyor. Ama çok şükür medeni, aklı başında, aile terbiyesi alanlar da var. Her ülkede olduğu gibi. Sonuç dengeyi kurabilmekte! İngiltere içinde yaşayınca uzaktan gördüğün mükemmellikte değil inan, onun da aksayan çok yönü var. Bazı şeyler bize ters görünse de Türkiye'de çok daha iyi. Bankaların hizmeti mesela, aman dilimi ısırayım :P Türkiye'de hizmet sektörü çok daha iyi, sorun kendi kafasına sistemi değiştirmeye çalışan işgüzarlarda ve onlara izin verenlerde, yoksa ana hatları ile sistem kat be kat iyi, iyileştirmeye ihtiyaç var diyelim ;-) Biz de öptük :)

Bak bu iyi imiş Evren. Erkek adam ne yapar, kamyonu ile uyur. Kamyon güzel olsa gerek ki, bu derecede çok seviyor! :)