28 Ekim 2007

Neden kendi dilimizi kullanmalıyız ve dilimizi yabancı sözcüklerden arındırmalıyız?


Cumhuriyet Bayramımız hepimize kutlu olsun! Nice coşkulu bayramlara hep birlikte ulaşmak dileği ile...

Sonbahar yaprakları gibi dökülen sevdiklerimiz, tek tek vahşice alınan canlar, yurdum insanının çoğunluğunun istemediği ama bir şekilde istiyormuş gibi gösterildiği olaylar. İzinden asla dönmeyeceğim, döndüremeyecekleri Atatürk'ümün içini sızlatacak sözler...

Bardağı taşıran damlalar gibi görünse de, şu an hepimizin birlik olma zamanı. Hepimizin tek bir ağızdan, tek bir gövdeden haykırma, kalkan oluşturma zamanı.

Birlik olmamız için, aynı hedefte birleşme zamanı.

Aynı hedefi belirleyebilmek için de, aynı dili konuşma zamanı!

Bu durumu, yıllardır bizlere anlatmaya çalışan biri var. Örneklerle, yaşadığı olaylarla, şahsen tanıdığı kişilerden alıntılarla, geleceğe ışık tutacak sözleri ile... Eylül ayında
Tûba bahsetti kendisinden. Ben de tekrar, onun adı üzerine yazılmış ''Hedef Türkiye'' kitabından ve yazdıklarından bahsetmek, daha doğrusu net bir şekilde anlatabilmek için, alıntı yapmak istiyorum.

Saygı duyduğum, şahsen tanıma şerefine ulaşamadığım ama tanışmayı dilediğim sayın Oktay Sinanoğlu'ndan bahsediyorum.

Kendisi 26 yaşından beri profesör. Uzmanlık alanı kimya. Buluşları var. İki kez Nobel'e aday gösterilmiş. 1935 doğumlu. Konsolos olan babasının görev yeri İtalya'nın Bari şehrinde doğmuş. Kendisi özellikle altını çizerek, ''Orası, kanunlar gereği Türkiye toprağı idi'' diyormuş. Esin Avşar'ın ağabeyi. Bilimle uğraşmasının yanında, yaşadığımız olaylara ışık tutacak, pek çok savı var. Aralarında en sevdiğim Oxford Üniversite'sinin yerleşim planının, Selçuklu medreselerinden alınmış olduğu iddiası. Hatta şu anda Oxford ve Cambridge Üniversiteleri'ndeki cübbelerin de medreselerdeki hocaların cübbelerinden esinlenerek yapıldığını söylüyor. Araştırmasını sizlere bırakarak, ''Hedef Türkiye'' (Otopsi Yayımevi) kitabının 93 - 97 sayfalarında alıntı yapıyorum:

Türkçe Giderse Türkiye Gider!

Nerede görülmüş ki, bir milletin insanları 100 yıl önce, hatta 50 yıl önce yazılanları anlamasın?

Nerede görülmüş ki, insanların kullandıkları kelimelerin(sözcük de desen olur. O da Türkçe.) cinsine göre siyasi tavırları, bağlantıları, hatta dine karşı tutumları belirlensin? Olmaz! Böyle garabetlere Türkiye'den başka bir yerde rastlamak mümkün değil!

Türkçe'nin başına gelenler, hızla gelmekte, getirilmekte olanlar, aynı zamanda Türk milletine neler yapılmış olduğunun, Türkiye'nin başına da neler gelebileceğinin birer açık seçik göstergesi. Onun için kendisini Türk sayan, bu kültürün mensubu olan, içinde hâlâ gerçek vatan, millet sevgisi olan herkesin artık pürdikkat kesilmesi, ufak tefek ayrı-gayrılıkları bırakıp, birkaç ana hedef konusunda birleşmesi gerekiyor. En önemli hedef, birinci kurtuluş cephesi, Türkçe. Neden mi? Unutmayalım:

Türkiyenin kurtuluşu, Türkçe'nin kurtuluşuna bağlıdır. Türkçe giderse, ne Türkiye kalır, ne Türk Dünyası, ne de Türk( yâni Türk kültürüne mensup olanlar)

Türkçe'nin başına gelenler

Bir dilin yaşayabilmesinin ilk şartı, eğitim dilinin tümüyle o dilden olması. Onun içindir ki, sömürgeleşmemiş her ülkede eğitim dilinin resmî dilden başka bir dilde olması ülke anayasasına aykırıdır. O kadar ki, Avusturya gibi ülkelerde yabancı öğrencilerin bile, başka dilden eğitim görmeleri yasalara aykırı. Hele yabancı dilden eğitim anaokuluna kadar inerse o ülkenin dili bir iki nesil sonra toptan yokoluyor. İşte İngilizler bunu İrlanda'ya yaptı. Ama o zaman İrlanda, İngilizler'in İrlandalılar'a yaptığı envai çeşit zulümlerle tuzlanmış bir işgal altındaydı. Fransızlar da, Osmanlı Türk devletinden koparttıkları Müslüman Kuzey Afrika ülkelerine aynı siyaseti güttüler. Zulümler hala devam ediyor( kullanılan el altı yöntemlerine iyi bakmak lazım.) Oralarda pek Arapça kalmamış. Bunun arkasında, Roma İmparatorluğu'nun eskiden Hristiyanlaşmış eyaletlerini Müslümanlık'tan sıyırıp yeniden Hristiyanlaştırmak yatıyor.

Dil ve din yokedilirken bir yandan da Müslüman yer isimleri hep Hristiyan Roma dönemi adlarına dönüştürülüyor.(Acaba bizim gençlerden artık kaçı ''Libya'nın Osmanlı ''Fizan''ı olduğunu biliyorlar; ya ''Tripoli''nin ''Trablus Garp'' olduğunu? Çok uzaklara gitmeye gerek yok: ''Göreme'', ''Kapadokya''(hatta ''Cappadocia'') olmadı mı? Behramkale resmen ''Assos'', daha önceleri ''Reşadiye'' olan yer şimdi ''Datça'' değil mi? Hatırlayan kim? Hadi bunları da bırakın: TCDD, Haydarpaşa Garı'na öyle bir ''Türkiye'' haritası asmış ki-çoktandır orada-her köyün, her derenin adı bile Yunanca/Latince! Geçenlerde THY'nin ''Skylife'' dergisinde de benzeri bir harita gördüm.)

Türkiye'de İngilizce eğitim dilli ilk Türk okulunun Türk Eğitim Derneği'nin Yenişehir Lisesi'nin(benim okuduğum okul) İngiliz/Amerikan parmağıyla ''Ankara Koleji'' 'ne 1954'de dönüştürülen okul olduğunu kaç kere yazdım. Sonra bu oyun çorap söküğü gibi gitti: ''Anadolu(yani ''Anatolia''; yani Roma eyaletinin adı) Liseleri, Kolejler, sonra ODTÜ, derken Boğaziçi Üniversitesi, yakınlarda da, şimdiki Y.Ö.K eliyle nerdeyse tüm üniversiteler. İngilizce ile eğitim diğer Avrasya Türk ülkelerine de götürüldü. Nisan 2000'de sessiz sedâsız bir Talim Terbiye(Milli Eğitim Bakanlığı) kararı çıktı: 5-6 yaşındaki çocuklara İngilizce mecburi oluyor. İşte 40 yıldır korktuğum başımıza geldi. Bundan sonra bir nesil geçince(Kazakistan'da da Rusların yaptığı gibi) ana baba çocuğuyla Türkçe konuşamayacak.

Hâlâ çıkıp ''Yâni çocuklarımız İngilizce öğrenmesin mi?'' diyecekler var mı? Gerçi, bu ayaklara artık pek gerek kalmadı. İç düşmanlar, dış düşman ortada gözükmeden, aldı başını gidiyor, pervasızca bir gidiş, gidiş değil, tasallut, Türk'ün her değerine korkunç bir saldırı. Çocuklar her ülkedeki gibi kendi resmî dilini(yani çoğunluğun anadilini) iyice, eskisiyle, yenisiyle, lehçeleri ile hele bir öğrensin, mesleğini, işini gücünü Türkçe ile yapabilir olsun, ondan sonra gereken yabancı dil ve ya dilleri ayrıca, yabancı dil kurslarında(her ülkedeki gibi) ve yeteri kadar öğrenebilir. Yalnız ve yalnız sömürgelerde, âmir ülkenin dilini bilmeyen adamdan sayılmaz, iş bulamaz. Zaten sömürgeleşince yaratıcı düşünmeyi, kafa yormayı gereken işler, meslekler kalmaz ki. İş sahaları sadece yabancının ''hamburgerci''sinde, ''pizzacı''sında, yabancının eline geçmiş toprağında ırgat olarak çalışmak, en kabadayısı yabancı malları pazarlamak, reklamını yapmaktan ibaret kalır. Ne oldu sanayileşme? Ne oldu modern tarım ve hayvancılık geliştirmeye? İşte size bir tavuk mu, yumurta mı önce hikayesi: Yabancı dille eğitim, kafaları, ruhları sömürgeleştirir. Böyle kendi ulusuna yabancı gibi yetişenler de sömürgeci, vahşi Batı'nın bütün telkinlerine sarılıverirler. Ne sanayi kalır, ne tarımın sonunda ne de toprağın. Derken sömürgecinin hâkim kıldığı bu vatansız sınıf, eğitim dilini yabancı sömürgeci diline çevirmede, tarihine küfretmede, yer isimlerini düşmanın diline çevirmede gemi azıya alır; ve bir fasit dairedir, kısır döngüdür gider. Bunlar yalnız ülkemizde oluyor zannedilmesin. Bütün sömürgelerde aynı şeyler olmuştur.

Tersine, kalkınan ülkeler ise(''Asya Kaplanları'' gibi), bu sömürgeleştirilme tuzağına düşmemiş, Batı'nın, IMF'nin dediklerine direnmiş, bağımsız bir tutum içinde ve haysiyetlerini, kendilerini koruyarak Batı ile etkileşimlerini sürdürmüşlerdir.

Görülüyor ki, ''Türkçe'' derken, iktisat dahil hayatın her unsuru işin içine giriyor.

Türkçemize sahip çıkmanın, onun için de en başta yabancı dille eğitime karşı durmanın artık bir hayat-memat, ölüm-kalım meselesi olduğundan kimsenin şüphesi kalmasın. Bu konuda tüm vatanseverler birleşmeli. Ancak bu birleşmeyi engelleyen bazı mânâsız engebeler oluşturulmuş. Bunlara başka bir yazıda göz atacağız inşallah. Türkçe'nin başına gelenler arasında bunlar da var. Bu ara unutmayalım:

Türkçe olmadan Türk Kültürü olmaz,
Türk kültürü olmadan Türk Kimliği bulunmaz,
Kimliksizin öz güveni, özüne itibarı yoktur,
Özüne itibarı olmayanın haysiyeti olur mu?
Türk dediğin haysiyetsiz yaşamaz.

****************************

İlerleyen günlerde, aldığım ürünlerin üzerindeki bazı işaretleri, bunların kullanım şeklini ve Oktay Sinanoğlu'ndan alıntı yaparak yazdığım bu yazıdaki açıklamaların ne kadar doğru olduğunu göstermeye çalışacağım.

Beden dili üzerine aldığım eğitimde, beden dilinin algılamanın %60'ını, ses tonumuzun, vurgularımızın %30'unu, sözcüklerin ise sadece ve sadece %10'ununu oluşturduğunu öğrenmiştik. Bu da gösteriyor ki, doğru sözcüğü, doğru yerde seçmemiz çok önemlidir. Özellikle de yazışmalarda! O doğru sözcük de kanımca kendi dilimizde olmalıdır.

Anlaşabileceğimiz, birlik olabileceğimiz, parlak günler dileği ile...

21 Ekim 2007

Sonbahar ve Türk El İşleri Kursu

İnsanın ömrü oldukça, tek tek mevsimleri yaşıyor. Acısı ile, tatlısı ile, üzüntüsü ile, sevinci ile... İşte sonunda sonbahara da ulaştık. Gerçi İngiltere'de sonbahar tadında soğuk ve yağmurlu bir yaz yaşadık bu sene ama güzelim sarı yaprakları görünce altın gibi, dizi dizi yerlerde içini şöyle derin derin bir çekiyor insan. Sonra hüzün kaplıyor içini birden bire.... Gözlerinin önünde ise yaşananlar... Bu mevsim evlendim, bu mevsim İngiltere'ye geldim. Bu mevsim babamı kaybettim. Bu mevsim üniversiteye başladım. Bu mevsim tontiş dedem aramızdan ayrıldı. Bu mevsim en sevdiğim arkadaşlarımın doğumgünleri var....

(Hele bugün alınan o acı haberler var ya o acı, içime oturan haberler... Kaç ocak söndü? Kaç aile gözyaşlarına boğuldu? Kaç annenin canından can koptu. Kırılsın o hain, o beyinden yoksun gövdelerin elleri! İnsaflarından yoksun mahluklar. İnsan diyemeyeceğim ne yazık ki. İnsaf diyebileceğim ancak, insaf!)

Buhranla başladım ama biraz içinizi açayım...
Cuma günü öğle yemeğini bu şirinlerin eşliğinde yedik biz. İşyerine yakın bir parkta, dondurucu soğukla beraber, ama içimizi hoplayıp, zıplarken ısıtan bu şirinciklerle. Akın amca benim için Cambridge sincabı demiş, çok güldüm, çok hoşuma gitti. Amma velakin söylemek isterim ki, Punto herşeyi kendi kendine başardı ve sevildi. Nice yıllara...

Cumartesi günü nihayet başladık Türk El İşleri kursumuza. Bana yardımcı olanlara tek tek teşekkür ederim. Başvuran öğrenci sayısı(öğrenci dediğime bakmayın en genci 50 yaş civarında, görmüş geçirmiş hanımlar) 15 kişi idi. Ancak ben, haftaiçi çalıştığım için, haftasonuna aldım kurs gününü. O yüzden sayı düştü. Dün 6 kişi gelmişti. Hepsi de hevesli. Hatta teyzelerden birisi önce İstanbul'a gidip 4 gün kalmış. Oyalara bayılmış. Sonra eşi ile birlikte İpek Yolu turuna çıkıp daha yeni dönmüş. Nakış, dikiş konusunda da epeyce bilgili. Bakalım neler yapacağız? Şu andaki en büyük sorunumuz hammadde. Herşey o kadar pahallı ki, bu ülkede! Geçen sene ilginç bulup 50 cm'sini 5 pounda aldığım kumaşı, bu sene Kapalı Çarşı civarında metresi 3 YTL'ye görüp sinir oldum.
Her öğrenci, kendisine bir konu ve malzeme seçecek, önümüzdeki hafta malzemeleri ile gelecekler, ben de neler yapabileceklerine bakacağım. Arada arkadaşlarım yardıma gelecekler. Tığ işinde uzmanlaşmış olan biri için gün aldım bile.
Yukarıdaki yemeniyi eşimin kuzeni oyalamış. Bizim teyzeler de çok beğendiler ama yapması çok zor dediler. Hem yapması kolay, hem de bize ait işler bulma zamanı şimdi onlara.

Bir de zaman bulabilsem! Önceden zamandan bol birşey yoktu. Aniden yok oldu! Yakında görüşmek dileği ile...

07 Ekim 2007

Ben nerelerdeyim ve neler oluyor?

Biliyorum bir yazıyorum, bir susuyorum. Sesim sedam çıkmıyor. Diğer siteleri ziyaret edemiyorum... Neler oluyor bana?

Geçtiğimiz hafta gözlerim arkamda kalarak Türkiye'den Cambridge'e döndüm. Eh her seferinde bir dönüş macerası yaşamam lazım ya! Bu sefer de uçak yolculuğu gayet iyi geçti. Yanımda hoş sohbet, yardımsever, yaşlı bir İngiliz çift ile konuşa konuşa geldim. Bavulum falan da gelebildi, sorun yok. Gidiş-dönüş tren biletim vardı. İstasyona bir indim Stansead'te, Cambridge treni yok. Panolara bak, insanlara sor derken durum anlaşıldı. Yolda çalışma olduğundan, treni iptal edip, onun yerine otobüs seferi koymuşlar. Elimde iki koca bavul, homur homur söylenerek, Allah'a çok şükür ki düşmeden yukarı çıktım. Otobüs de geldi,bindim. E burada da sorun yok. Ton ton şöför amca, yolun yabancısı olsa gerek, yol bulmak için GPRS kullanıyor. Buradaki genel adı ile Tom Tom(hani bizim kağıt mendillere Selpak dediğimiz gibi buradakiler de markası ile anıyorlar bu zımbırtıyı)

Tom Tom sağa dön diyor amcaya, o da dönüyor. Üç yüz metre öteden sola diyor, o da uyuyor, harfi harfine gittik tam 40 dakika boyunca. Gittik gitmesine de bu meretler otobüsü ölçüp biçip hangi köprüden geçer, hangisinden geçmez söylemiyor ki! Geldik bir köprüye, altından o otobüsün geçmesi imkansız! Çok keskince çizilmiş bir ''S'' harfi düşünün ortasında köprü olsun ve otobüsün boyu da ''S'' ' nin boyundan çok büyük olsun! 15 dakika manevra yaptı amca. Arabalardan insanlar indi, gel, git dediler. Kan ter içinde kaldı. Ben içimden ''amca yapma, vazgeç, yok yolu'' dedim durdum. İnat etti amca. Ama sonunda anladı. Hani köprünün altına otobüsü sokmayı başarsa, kuyruğu kurtaramayacak. Biz de çıkamayacağız, ya köprüyü yıkacaklar ya da otobüsü kesecekler falan! Neyse amca olmayacağına ikna oldu. Özür dileyerek gerisin geriye aynı yola koyuldu. 40 dakika daha geri döndük mü? Bir saat boşu boşuna geçti mi? Sonra çıktık otobana, 45 dakika da oradan Cambridge tren istasyonuna sürdü mü? Göya trenle çabucacık gelecektim. Hadi indik, taksiye bindik.

Şehrin içi iğne atsan, yere düşmez halde. Üniversite açılmış. Öğrenciler, anaları babaları ile gelmişler, şaşkın şaşkın geziniyor ya da alış-veriş yapıyorlar. Bir de, gidip gidip ballard denen zımbırtılara takılıyorlar. Bu zımbırtılar taksi ve otobüslerin geçip, özel taşıtların o yoldan geçmemesini sağlayan bir sistem oluyor. Yerde sopalar var, taksi ve otobüslerdeki bir aygıt(OGS'ye benzeyen) okunarak sopa yere iniyor, ardından geri yükseliyor. Bizim acemiler de, onun önünden geri dönmeye çalışırken, yolu tıkıyor! İstasyondan eve 15 dakikalık yol oldu mu 45 dakika! Eve vardığımda çizgi filmlerdeki gibi tepemde yıldızlar uçuşuyordu.

Eh evin beyi benden 15 gün önce dönmüş olduğu için temizlikle geçti pazar günü...

Veeee esas haber, ben pazartesi günü 5 sene sonra yeniden çalışmaya başladım! Tamı tamına 5 sene sonra. Evlenip bu ülkeye gelişim de eylül sonuna denk geliyor, yeniden çalışmaya başlayışım da!

Gene bir tekstil firması. Artık bu sektörle ayrılamayız biz! Bu sefer daha farklı bir konu. Biz müşteri konumundayız ve Türkiye'de üretilecek ürünlerin, müşterimize uygunluğunu kontrol ediyoruz. Tasarımcılarımız ve patronumuz yeni ürünleri tasarlıyorlar. Müşteri alım aşamasına geçtikten sonra numuneler geliyor, ölçüleri kontrol ediliyor, müşteriye gidiliyor. Müşteride, canlı mankenler üzerinde ölçülerin uygunluğu kontrol ediliyor. Yakası, paçası uygun mu? Büzme, pot var mı? vs vs... Bunun üzerine gelen eleştiriler karşı tarafa gönderilip, istenenin üretimi aşamasına geçiliyor. Bu sırada, kumaş üzerine testler uygulanıyor. Onların müşterinin standartlarında olup olmadığına bakılıyor... Özet olarak iş bu.

Yeri Londra'da, fotoğrafta görülen binaların arka tarafında... Love Actually filminin çekildiği sokakta. Hatta yarın bizim binanın dışı gene bir filme sahne olacakmış.

Beklemelerle, arada otobüs ve yürüme ile günde tamı tamına 5 saatim yolda geçmekte. Eve gelip, biraz karnımı doyurup, uyumaya anca zaman kalmakta. Bu yüzden, sistem tam oturuncaya kadar çok sesim çıkamazsa affola. Ama sizi bulduğum kısa aralarda izliyor olacağım ve ilk fırsatta iki satır mutlaka yazacağım. Dilerim herşey çok güzel olur...

DDD için Tijen hoş ve değişik birşeyler hazırladı. Onu ziyaret etmeyi de unutmayın olur mu?