01 Şubat 2013

Dünyanın Sonundaki Bahçe - The Garden at the End of World



Rosemarry Morrow, gönlünü permakültüre kaptırmış, Somali, Uganda, Tayland, Kamboçya, Vietnam, Ortadoğu, Avusturalya ve Kuzey Avrupa ülkelerinde çeşitli projelerde çalışmış, iki kitaba imza atmış güçlü bir kadın...

Mahboba Rawi, savaş sonrası Afganistan'da ayakta kalmayı başarmış, amcası ile birlikte diğer kadınlara, yetim, öksüz çocuklara yardım etmeye çalışan bir başka güçlü kadın.

Bu iki kadının elbirliği ile Afganistan'da bir proje başlıyor. Finanse eden, Avusturalya'dan bir yardım kuruluşu.

Ülkede kadınların ve çocukların durumu içler acısı. Ama bildiğiniz gibi değil. Hayal bile edemeyeceğiniz kadar çok kötü.

Film başladığında 8 yaşlarında bir çocuk konuşuyor...

Arkadaşımı yakaladılar, arkasını kestiler, böbreklerini çıkarttılar, bir kabın içine koydular. O sırada yaşıyordu. Sonra taş doldurdular, üzerini örtüp arabaya oturttular ve sınıra doğru gittiler. O sırada galiba öldü, sanırım bunu yapanlar organ mafyası idi diyor... 8 yaşındaki bir çocuğun gözleri önünde bu olay gerçekleşmiş. Daha niceleri... Diyorum ya, hayal bile edemezsiniz, çünkü bilmek istemezsiniz, bu kadar kötüsü aklınıza gelmez. Ama dünyanın hiç de uzak olmayan bu köşesinde bu olaylar gayet normal, hatta sıradan...

Sonra Rosemarry'i çocukları ölçer, biçerken görüyorsunuz. Onların nasıl beslendiklerini, neler yediklerini ve bunların gelişimlerinde ne oranda etkili olduğunu kayda almaya çalışıyor. Boy, kilo, baş çevresi, kollarının inceliği, kalınlığı diyemiyorum çünkü kalın kol yok! Açlar! Bu açlığın gelişimlerinde ne kadar geriye götürdüğünü bulmaya çalışıyor zaten Rosemarry...

Sonra kadınlara dönüp bakıyorlar... Yorgun, üzgün, herşeylerini kaybetmiş, hırpalanmış, eziyet görmüş, tecavüz edilmiş! Çoğu öldürülmüş. Öldürülmeyenlerin de kocaları öldürüldüğü için hayatta kalma şansları yok edilmiş.

Rosemarry diyor ki, bir ülkede savaş olduğu zaman, o ülkeyi yeniden kalkındıran kadınlardır. Dönüp bakın, ilk kalkınma kıvılcımını onlar yakarlar, durmadan çalışırlar ve yaraları kapatırlar. Ama bu ülkede maalesef bunu göremiyoruz, çünkü kadınlara el etek çektirilmiş. Toplumsal yaşamdan mahrum edilmişler. Dışarıda yaşamayı dahi bilmezlerken, nasıl onlardan ülkeyi kalkındırmaları beklenebilir ki?

Bu sözler içimi acıtıyor, hem de çok!

Ardından Mahboba ve amcasını, kadınları, çocukları hayatta tutabilmek için yaptıkları çalışmaları gösteriyor. Yardımlar sayesinde buldukları kısıtlı bütçe ile  neler yaptıklarını... Barınmayı 1 seneliğine de olsa sağlayacak bir bina bulmuşlar kendilerine. 1 sene sonrasında ne yapacakları belirsiz... O binanın içine girdiklerinde görülen sahneler sizleri hüngür hüngür ağlatacak cinsten. O binada katledilen erkeklerin ve kadınların çizdiği resimler var duvarlarda. Nasıl işkence görmüşler, hem erkeklere, hem kadınlara nasıl tecavüz edilmiş, akla hayale gelmeyecek neler yaşamışlar hepsi en acı gerçeği ile kayda alınmış, bizzat yaşayan insanlar tarafından!

Sonra öğreniyoruz ki, Afganistan aslında zenginlikler ülkesi... Aslında savaş öncesi dünyanın badem, ceviz, kuru üzüm deposu bu ülke. Elde edilen tarımsal ürünler, zenginlik başka ülkelerinki ile kıyas bile kabul edilemeyecek düzeyde. Dünyayı tek başına beslemiş bir zamanlar... Ama bugün hiçbirisi kalmamış! Üzerlerinden füzeler geçmiş, tanklar geçmiş, yakmış, yok etmiş...

Ve bu ülkede, bu iki kadın elele vererek, bir permakültür projesine başlıyor.

Yeni baştan kendi kendilerine ayakta durmayı öğretecek bir projeye... Böylece görüyor ve anlıyoruz ki, permakültür sadece tarımdan ibaret değil. İçinde bir hayat felsefesi var, içinde toplumsal ivmeler var, içinde birlik beraberlik var.

Eğer bulursanız, içiniz acısa da bu filmi mutlaka seyretmenizi öneririm. Resmi web sitelerinden ve bu siteden daha detaylı bilgi okuyabilirsiniz.

Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali'nde beni en çok etkileyen, hatta etkileyen lafı az kalır, çarpan filmdi bu. Nasıl doğru şekilde aktaracağımı bilemediğimden de bu zamana kadar uzadı yazması. 

Filmin hemen arkasından, Permakültür Tasarım Sertifikası kursu hocamız ve aynı zamanda Türkiye Permakültür Araştırma Enstitüsü kurucusu Mustafa Bakır'ın konuşması vardı. 

Çok vurucu bir cümle ile başladı söze...

''Böyle bir filmin ardından, hepimiz ne yapsaydık da bunlar olmasaydı diye düşünürüz ya da ne yaparsak buna engel oluruz diye kafamızın içinde sorgularız...

Hani süpermarketlere gidiyorsunuz ya, kasada duyduğunuz her ''DIT'' sesi dünyanın bir köşesindeki insanlara bunu yapıyor ve siz o sesi duymaya devam ettikçe de bugün bu insanlar, yarın bir başkası o ezayı çekecek'' dedi.

''Dünyada hiçbir ideoloji yoktur ki, bunu yapmasın'' diye sözlerine devam etti...

''Dün bu ülkeye girip savaş başlatan sosyalistler idi, bugün ise kapitalistler. Durup düşünmenin zamanı geldi, hatta geç bile kaldık'' idi aklımda kalan en çarpıcı sözleri.

Kıssadan hisse... 

Sizler ne kadar ''DIT'' sesini duyuyorsunuz, ne kadar böylesi durumlara aşinasınız? Bugün o ülkenin başına gelenlerin, yarın bizim başımıza gelmeyeceğine dair kim garanti verebilir? Nitekim dedelerimiz, ninelerimiz yaşamadı mı aynı şeyleri? Bugün ayakta isek, kadınların ayakta kalma gücü sayesinde değil mi? Hani o günümüzde eve kapatılmak istenen kadınların!

3 yorum:

Tijen dedi ki...

Çok vurucu bir yazı bu. Çok düşündürücü, yürek üşütücü. İzlemeyi ruhu kaldırabiliyor mu insanın? Dünyada olup biten her acımasızlık hepimizin canını acıtıyor da farkında değiliz galiba.

Berceste dedi ki...

Aynen yazdığın gibi bir film bu Tijen. İzleyebiliyorsun ve düşünüyorsun. O yüzden herkes izlemeli. Herkes farkına varmalı. O 'DIT' sesinin anlamını algılamalı. Neyi, nasıl simgelediğinin bilinci ile yapmalı alış-verişini.

Hülya YILMAZ dedi ki...

Bu filmi izlemedim ama en kısa zamanda izleyeceğim.
Afganistan'daki acıyı anlatan "Uçurtma Avcısı" ve "Bin Muhteşem Güneş"i soluk almaksızın okumuştum. Uçurtma Avcısı, yazıda anlattığın gibi bir zamanlar kendine yeten, zengin bir ülke olan Afganistan'ın hızlı çöküşünü bir çocuğun gözünden anlatır.
Sevgilerimle,