20 Şubat 2013

Kardan Adamlı Lavanta Torbası


Kolleksiyonun yeni parçasını da ekleyelim, eksiğimiz kalmasın!

Kalpli seriye ait oldu Kardanadamlı Lavanta Torbası da.

Sirke Atölyesinde yeni sahibini buldu.

18 Şubat 2013

Hediyeler - Yastıklar


Uzunca bir zamandır bekleyen elişleri...

Pembe yastık evini pembeli beyazlı mobilyalarla döşeyen bir aile dostumuza gitti, hatta eskidi bile!


Elimdeyken görüp renklerini çok beğenen eski üst kat komşumuzun oldu. Ben ona bu yastığı hediye ederken, o da evi sattıklarını söyleyip beni şok etmişti. Sattığı insanların kabus tipler olduğundan, onların da tam kızımın doğumgününde evden çıkıp, aynı gün tepemizde inşaat başlayacağından haberim yoktu. İyi niyete, kötülük oldu bu yastığın hikayesi...


En sevdiğim blog arkadaşıma ve onun Sincabına işlenmişti bu yastık.


Alt köşede Sincabın adı yazıyor. O yüzden kapalı. Dilerim severek kullanıyordur.


Bu yastık da bugünlerde bizim evi süslemekte. Epeydir patchwork yapmadığımı aklıma getirmiş oldu bu yazı...

05 Şubat 2013

Doğal Sirke Yapım Atölyesi

(Leyla Kabasakal sunumunu anlatırken)

Dört yıldır, Slow Food Fikir Sahibi Damaklar Konviviyumunun Etiket Hafiyeleri kampanyasından beri, alış veriş yaparken mutlaka etiket okuyan bir aile olduk. Aynı kampanyada dağıtılan büyüteçlerden de aldık. Cüzdanımızda kartvizit şeklinde taşıyoruz. Gözlerimiz o karınca harfleri okuyamadığında, büyüteçlerimiz imdada yetişiyor. Hiç akla hayale gelmeyecek, içine birşey katılamaz diye düşündüğümüz şeylere bile bakar olduk artık. Nihayetinde, sirke alırken, sirkenin de etiketine bakacağım tuttu ve gözlerime inanamadım. İçerisinde sodyum meta bi sülfit (E223) vardı! Hiç tanıyıp bilmediğim bir katkı maddesi, koruyucu imiş. Araştırmayı size bırakıyorum, okuduğum kaynaklarda yazılanlardan hiç sevmedim zira ben bu maddeyi. Ne yapsam da kurtulsam diye baktım sirkede(şaraplarda da var, üzümün olduğu her yerde var hatta koruyucu olarak). Organik olan sirke az biraz daha pahallı idi, yemelik ve turşuluk olarak ondan, bulaşık makinesi ve temizlikte kullanılmak üzere diğerinden aldım istemeye istemeye. Aklımın bir kenarına da yazdım! Ne kadar seri üretime, fabrikasyona sokarsak gıdayı, o kadar özünden uzaklaşıyoruz diye yine!

Bu seneki Permablitz İstanbul Güz Toplantısı'nı Erenköy'de daha önce Permablitz uygulanmış bir bahçede yaptık. 20 kişi civarında konuğumuz oldu. Konuklarımızdan birisi de Slow Food Balkon Bahçeleri Konviviyumu Lideri Leyla Kabasakal idi. Konuşmaların arasında dedi ki: 
''Çok basit şeyleri gözümüzde büyütüyoruz ve evde kolayca yapabileceğimiz şeyleri hazır alıyoruz.'' 
Mesela dediler... 
Leyla '' mesela sirke!'' dedi. 
O sırada yanımdaki arkadaşım (ki sonra Halkalı bahçesinin ev sahibi oldu): 
''Tamam, bize sirke yapımını anlatır mısınız?'' dedi.
Leyla da ''Olur!'' dedi. 

Ben hemen kayda geçtim bu durumu. Leyla'yı internette açık gördüğüm her fırsatta sordum ne zaman, ne zaman diye ve ancak Aralık ayını buldu bizim atölye. Ama onda da kar yağdı. Ertelemeler vs derken nihayet 5 Ocak 2013'te SALT Beyoğlu'nda yaklaşık 30 kişi ile gerçekleştirdik atölyeyi. Bulunduğumuz yerin fiziki şartları yüzünden Leyla iki defa anlatmak zorunda kaldı herkes görebilsin diye.


Bizlere bilgisayar üzerinden güzel bir sunum hazırlamıştı. Ayrıca bir de yanında kendi yaptığı sirkelerden örnekler ile kullandığı aletleri getirmişti. Sirke örnekleri sade tadılmaz deyip ekmek de taşımıştı yanında. Katılımcılar da simitlerini paylaştılar...

Adapazarındaki organik Jade Çiftliğinin sahibi Berin Ertürk hanım bizlerle sirke anasından paylaştı. Onun organik elmaları meşhur olduğundan hemen aklıma gelmişti. Tam bir imece ile ulaştık sirke anasına. Leyla Berin hanımla konuşup ne zaman İstanbul'a geldiğini, bize sirke anası verip veremeyeceğini sordu. Berin hanım, İstanbul'a geldiğinde sirke anasını yanında getirdi. Permablitz İstanbul'un kurucusu Deniz Üçok Arman katıldığı bir seminerde bu sirke anasını Berin hanımdan alıp, evinde sakladı ve sirke atölyesine getirdi. Ben de atölye sırasında katılımcılara dağıttım. 4 el taşımış oldu sirke anasını katılımcılara. İmece ne güzel birşey!


Elma sirkesinin faydalarına dair Meyvelitepe'nin bu ve bu yazısına bakabilirsiniz. Kendilerinin nasıl elma sirkesi yaptıklarını buradan okuyabilirsiniz.

Refika, güzel bir şekilde kendi çalışmalarını anlatmış.
Bir başka web sitesi de detaylı bir şekilde işin kimyasını ve alkolden sirkeye dönüşüm olduğu için dini bakış açısını anlatmış.

Ben de Leyla'dan dinlediğim kadarıyla aktarmaya çalışacağım işin özünü. Sizler de bu yazılardan kendi anafikrinizi çıkartarak ev yapımı sirke üretim işlemini başlatabilirsiniz.


İşin başlangıcı meyve ya da tahıllar... Her türlü şekerli meyveden sirke yapmak mümkünmüş. İncir, erik, kayısı, üzüm... Bunun yanında arpa, pirinç, mısır, patatesten de ama bizim konumuz olan elma. Biz elma üzerinden devam ettik.

Yıkanmış, çürümüş ama küflenmemiş, bozulmaya yüz tutmuş organik ya da ilaçsız olduğundan emin olduğunuz elmalar tam bu işe uygun imiş. Leyla çekirdeklerinin tadını sirkede sevmediği için çıkartıyormuş. Tercih sizin dedi.

(Bunun yanında yediğimiz elmaların ayırdığımız kabukları, meyve suyu sıktığımız posalar da değerlendirilebilirmiş.)


Sonrasında bir kabın içerisine alıp, iyice bozulmalarını beklemiş. Küf olmasın diye gene uyardı! İyice bozulan elmaları bir parçalayıcıdan geçirmiş ama bu parçalayıcı öyle herşeyi un ufak edenler değil, sadece minik rendemsi düzeye getirenlerdenmiş. Sonrasında şarap yapar gibi fermantasyona bırakıyormuş... Bu kısım gerçekten şaraplaşma kısmı. Elma şarabı yapıyoruz ilk! Havadaki şarap yapan mayalar geliyor ve şekeri yiyerek bu işlemi gerçekleştiriyor. O yüzden işlemi pH ve şeker düzeyine bakarak kontrol ediyormuş Leyla.

Bu iş için ortalama bir fikir vermesi açısından pH kağıdı ve şeker miktarına bakmak için de bir internet sitesi kanalı ile temin ettiği hidrometre ve ölçü kabını kullanıyormuş.

Hidrometre şeker oranı için demiştik. Önce hidrometredeki değerin 1033 ve üzeri olması isteniyormuş ki, mayacıkların karnı doysun ve alkolleştirmeyi başlatsın. Sonraları pH'a ve tadına göre şeker ekleyip eklemeyeceğimize karar veriyormuşuz. Bu noktada sirke anasını da katmak uygunmuş. Önce tatlı, daha sonra ekşimsi bir koku almaya başlamamız gerekiyormuş.

İşlemi yaptığımız kabın ağzı, yani yüzey alanı ne kadar büyükse o kadar iyi imiş. Böylece bakterilerin işini yapabileceği geniş bir alan kalıyormuş onlara. Üzeri kabuğumsu anaçla kaplanırsa karıştırmak uygunmuş, yeniden oksijen almalarını sağlamak için.

pH asidik ortama geldiğinde sirke oluşumu başlıyormuş. pH değeri yaklaşık 3-5 arasında olduğunda, sirke zayıf asid olduğu için işlem tamam demekmiş.


İkinci bir yol da, evinizde yarım kalan şarapları biriktirerek sirke yapmak olabilirmiş. Yalnız burada, kırmızı şarapları ayrı, beyaz şarapları ayrı bir yerde biriktirmek gerekiyormuş.

Sirke yapımı kısa bir süre almıyormuş. Öyle 2-3 günlük değil aylarca sürebilecek bir süreçmiş...
Isı, ışık, ortamdaki bakterilere göre durum değişkenlik gösterirmiş. Sirke yapılacak kabın içerisine nohut, ekmek içi atılması işlemi hızlandırırmış.

Balsamik sirke yapmak için, sirkeyi en az 2 sene boyunca ahşap fıçılarda bekletmek gerekirmiş.


Fotoğrafta ölçü kabını ve hidrometreyi görüyorsunuz. Şeker oranına bakmak için, ölçü kabının son seviye çizgisine kadar sirke için kullandığınız sıvıyı dolduruyorsunuz. Sonra içine, alttaki fotoğrafta görülen hidrometreyi koyuyorsunuz. Hidrometreyi birden atıp kabı taşırmayın! Ardından hidrometre üzerinde yazan değeri okuyorsunuz.



Minik su şişelerinin içerisinde Leyla'nın yanında getirdiği farklı sirke örnekleri var.

(Yukarıdaki sirke anası fotoğrafı için Didem Çivici'ye teşekkürler)

Hazır sirkelerde dikkat edilmesi gereken noktalar:

  • Asetik asid yani sirke petrol ve petrol türevlerinden yapılabilmekte imiş. Bu gıda tüketimine uygun değilmiş! Alırken dikkat edilmeliymiş.
  • %20 asitlik oranındaki sirke genelde petrol türevinden elde edilen olduğu için bundan uzak durmak gerekli imiş.
  • İçeriğinde karamel rengi ya da tadı eklenmiş diyorsa bundan uzak durmak gerekliymiş.
  • Filtrasyondan geçmiş, berrak sirkeler yerine bulanık ve doğal olanı tercih etmeliymişiz.
  • Aldığımız ya da yaptığımız sirkenin içerisinde deniz anasına benzer bir yapı varsa ya da bunun oluşmasına meyilli bir durum varsa, bu istediğimiz birşey ve adına ''sirke anası, sirke anacı'' (yukarıda fotoğrafta görülen) denilmekteyniş.


Bizler farklı baharatlarla tadlandırılmış sirkeleri ekmek ve simit eşliğinde tattık. Evde de kendi sirkemizi başlattık.

Darısı sizin başınıza...

01 Şubat 2013

Dünyanın Sonundaki Bahçe - The Garden at the End of World



Rosemarry Morrow, gönlünü permakültüre kaptırmış, Somali, Uganda, Tayland, Kamboçya, Vietnam, Ortadoğu, Avusturalya ve Kuzey Avrupa ülkelerinde çeşitli projelerde çalışmış, iki kitaba imza atmış güçlü bir kadın...

Mahboba Rawi, savaş sonrası Afganistan'da ayakta kalmayı başarmış, amcası ile birlikte diğer kadınlara, yetim, öksüz çocuklara yardım etmeye çalışan bir başka güçlü kadın.

Bu iki kadının elbirliği ile Afganistan'da bir proje başlıyor. Finanse eden, Avusturalya'dan bir yardım kuruluşu.

Ülkede kadınların ve çocukların durumu içler acısı. Ama bildiğiniz gibi değil. Hayal bile edemeyeceğiniz kadar çok kötü.

Film başladığında 8 yaşlarında bir çocuk konuşuyor...

Arkadaşımı yakaladılar, arkasını kestiler, böbreklerini çıkarttılar, bir kabın içine koydular. O sırada yaşıyordu. Sonra taş doldurdular, üzerini örtüp arabaya oturttular ve sınıra doğru gittiler. O sırada galiba öldü, sanırım bunu yapanlar organ mafyası idi diyor... 8 yaşındaki bir çocuğun gözleri önünde bu olay gerçekleşmiş. Daha niceleri... Diyorum ya, hayal bile edemezsiniz, çünkü bilmek istemezsiniz, bu kadar kötüsü aklınıza gelmez. Ama dünyanın hiç de uzak olmayan bu köşesinde bu olaylar gayet normal, hatta sıradan...

Sonra Rosemarry'i çocukları ölçer, biçerken görüyorsunuz. Onların nasıl beslendiklerini, neler yediklerini ve bunların gelişimlerinde ne oranda etkili olduğunu kayda almaya çalışıyor. Boy, kilo, baş çevresi, kollarının inceliği, kalınlığı diyemiyorum çünkü kalın kol yok! Açlar! Bu açlığın gelişimlerinde ne kadar geriye götürdüğünü bulmaya çalışıyor zaten Rosemarry...

Sonra kadınlara dönüp bakıyorlar... Yorgun, üzgün, herşeylerini kaybetmiş, hırpalanmış, eziyet görmüş, tecavüz edilmiş! Çoğu öldürülmüş. Öldürülmeyenlerin de kocaları öldürüldüğü için hayatta kalma şansları yok edilmiş.

Rosemarry diyor ki, bir ülkede savaş olduğu zaman, o ülkeyi yeniden kalkındıran kadınlardır. Dönüp bakın, ilk kalkınma kıvılcımını onlar yakarlar, durmadan çalışırlar ve yaraları kapatırlar. Ama bu ülkede maalesef bunu göremiyoruz, çünkü kadınlara el etek çektirilmiş. Toplumsal yaşamdan mahrum edilmişler. Dışarıda yaşamayı dahi bilmezlerken, nasıl onlardan ülkeyi kalkındırmaları beklenebilir ki?

Bu sözler içimi acıtıyor, hem de çok!

Ardından Mahboba ve amcasını, kadınları, çocukları hayatta tutabilmek için yaptıkları çalışmaları gösteriyor. Yardımlar sayesinde buldukları kısıtlı bütçe ile  neler yaptıklarını... Barınmayı 1 seneliğine de olsa sağlayacak bir bina bulmuşlar kendilerine. 1 sene sonrasında ne yapacakları belirsiz... O binanın içine girdiklerinde görülen sahneler sizleri hüngür hüngür ağlatacak cinsten. O binada katledilen erkeklerin ve kadınların çizdiği resimler var duvarlarda. Nasıl işkence görmüşler, hem erkeklere, hem kadınlara nasıl tecavüz edilmiş, akla hayale gelmeyecek neler yaşamışlar hepsi en acı gerçeği ile kayda alınmış, bizzat yaşayan insanlar tarafından!

Sonra öğreniyoruz ki, Afganistan aslında zenginlikler ülkesi... Aslında savaş öncesi dünyanın badem, ceviz, kuru üzüm deposu bu ülke. Elde edilen tarımsal ürünler, zenginlik başka ülkelerinki ile kıyas bile kabul edilemeyecek düzeyde. Dünyayı tek başına beslemiş bir zamanlar... Ama bugün hiçbirisi kalmamış! Üzerlerinden füzeler geçmiş, tanklar geçmiş, yakmış, yok etmiş...

Ve bu ülkede, bu iki kadın elele vererek, bir permakültür projesine başlıyor.

Yeni baştan kendi kendilerine ayakta durmayı öğretecek bir projeye... Böylece görüyor ve anlıyoruz ki, permakültür sadece tarımdan ibaret değil. İçinde bir hayat felsefesi var, içinde toplumsal ivmeler var, içinde birlik beraberlik var.

Eğer bulursanız, içiniz acısa da bu filmi mutlaka seyretmenizi öneririm. Resmi web sitelerinden ve bu siteden daha detaylı bilgi okuyabilirsiniz.

Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali'nde beni en çok etkileyen, hatta etkileyen lafı az kalır, çarpan filmdi bu. Nasıl doğru şekilde aktaracağımı bilemediğimden de bu zamana kadar uzadı yazması. 

Filmin hemen arkasından, Permakültür Tasarım Sertifikası kursu hocamız ve aynı zamanda Türkiye Permakültür Araştırma Enstitüsü kurucusu Mustafa Bakır'ın konuşması vardı. 

Çok vurucu bir cümle ile başladı söze...

''Böyle bir filmin ardından, hepimiz ne yapsaydık da bunlar olmasaydı diye düşünürüz ya da ne yaparsak buna engel oluruz diye kafamızın içinde sorgularız...

Hani süpermarketlere gidiyorsunuz ya, kasada duyduğunuz her ''DIT'' sesi dünyanın bir köşesindeki insanlara bunu yapıyor ve siz o sesi duymaya devam ettikçe de bugün bu insanlar, yarın bir başkası o ezayı çekecek'' dedi.

''Dünyada hiçbir ideoloji yoktur ki, bunu yapmasın'' diye sözlerine devam etti...

''Dün bu ülkeye girip savaş başlatan sosyalistler idi, bugün ise kapitalistler. Durup düşünmenin zamanı geldi, hatta geç bile kaldık'' idi aklımda kalan en çarpıcı sözleri.

Kıssadan hisse... 

Sizler ne kadar ''DIT'' sesini duyuyorsunuz, ne kadar böylesi durumlara aşinasınız? Bugün o ülkenin başına gelenlerin, yarın bizim başımıza gelmeyeceğine dair kim garanti verebilir? Nitekim dedelerimiz, ninelerimiz yaşamadı mı aynı şeyleri? Bugün ayakta isek, kadınların ayakta kalma gücü sayesinde değil mi? Hani o günümüzde eve kapatılmak istenen kadınların!