25 Mayıs 2013

GDO'ya Hayır!

Eğer tohumlarınız özgür değilse, siz de özgür olamazsınız!

Eğer yiyecek, içecek için birilerine bağlı yaşamak zorunda iseniz, onun kölesisinizdir!

Yaşamınız ve hayatınız patentlenemez, patentlendiği zaman esaret başlar. Diktatörlük başlar...

Bugüne kadar Avrupa'da pek çok ülke GDO'lu tohum girişine dur dedi. Bunlar arasında Bulgaristan, Macaristan, Avusturya, Almanya, Yunanistan, İrlanda, Lüksemburg, Fransa, İsviçre var ve sıra bizde! Bizim de HAYIR dememiz gerek.

Bugün bütün dünyada MONSANTO'ya, GDO'lu tohumlara, gıdaya karşı yürüyüş var. Avusturalya'dan filmler, fotoğraflar gelmeye başladı.

İstanbul'da Fikir Sahibi Damaklar'ın düzenlediği GDO'yu Boykot Pikniği var. Siz de kendi yaptığınız bir parça yiyecekle bu pikniğe katılın, yemeğinizi ve fikirlerinizi paylaşın. GDO'ya HAYIR deyin. Bugünümüz ve geleceğimiz için...

03 Mayıs 2013

Bal Arılarının Hayat Döngüsü

Arılar sosyal böceklerdir. Büyük gruplar halinde yaşarlar ve arı kolonileri kış ortasında 7000 arıdan, yaz ortasında 50 000 arıya dek değişim gösterir.

Kraliçe arı cüsse olarak en iri olanıdır. 12 genç işçi arı tarafından daima korunur, beslenir, kollanır ve ihtiyaçları karşılanır. Görevi yumurta yapmaktır ve günlük yumurta sayısı 1500'ü bulabilir. Gün aşırı yumurtlar ve kolonide hayat bu yumurtalardan çıkan arıların üzerinden döner. Kraliçe arı, en uzun alt gövdeye, parlak bir görünüşe sahiptir. Birkaç defa kullanabileceği bir iğnesi vardır. Ancak polen sepetleri yoktur.

Kraliçenin ömrü 3 ile 5 yıl arasında değişir. Hayatı sıradan bir larva olarak başlar. İşçi arılar onu özel bir besinle 48 saat içerisinde beslemeye başladıklarında hayatı ''Kraliçe'' olarak değişir. İşçi arılar bu işlemi birkaç larva için yaparlar. Aralarında en güçlü olanı ortaya çıkar ve diğerlerini yok ederek yanına erkek arıları alır, onlarla birlikte en yüksek noktaya uçuş yapar ve kovana döndüğünde, kraliçe arı görevini üstlenir.

Erkek arılar kraliçeden küçüktürler. Karınlarının alt bölümü daha yuvarlaktır. Çoklu iri gözleri, kuvvetli kanatları vardır. İğnesi, balmumu bezleri, hortumu yoktur. İşçi arılar tarafından beslenirler. Görevi kraliçe arıyı döllemektir. Yaklaşık 8 hafta yaşarlar.

Kovanın içinde yaşayan arıların büyük bir bölümü işçi arılardır. Bal arılarının 4 yaşam süreci vardır. Yumurta, larva, pupa ve yetişkin. Her bir yaşam sürecindeki değişimleri önemli ölçüde farklıdır. Her tip arının bu her bir değişim süreci de birbirinden farklıdır. İşçi arıların değişim süreci 21 gün iken, erkek arılarınki 24 gündür.

İşçi arının yaşamı döllenmiş yumurtayla başlar, 3 gün içerisinde larvaya döner. Bu 3 gün içinde proteince zengin, sarı, krem ve jele benzer, işçi arının baş kısmından gelen arı sütü ile beslenir.

Daha sonra larva, 3 gün daha polen ve bal karışımıyla beslenir. İşçi arılar larvadan pupaya dönüşeceği petekleri balmumu ile kapatırlar ve 12 gün daha burada kalırlar. Bu süreçte yetişkin birer arı olurlar.

İşçi bal arıları, yeni işçi arıları antenleri ile karnından gelen bir sıvı ile besler. İşçi arılar sadece 6 hafta yaşarlar. Bu sürede pek çok görevleri vardır.

İlk 3 hafta kovanın içinde çalışırlar. 1. ve 2. gün kendilerini temizlerler. Kendilerine ait olan ve başka petekleri temizlerler. Böylelikle kraliçe arı peteklere daha fazla yumurta bırakabilir. 6. ve 11. günler arası arı sütü ile erkek arıları ve işçi arı larvalarını beslerler. Kraliçe arıyı beslemek için başlarındaki özel bir kısımdan özel bir arı sütü üretirler. Bu süt işçi ve erkek arıları besledikleri sütten daha besleyicidir. 12. ve 17. günler arası bal mumu üreten salgı bezleri en aktif düzeydedir. Balmumu pulları salgılayıp bunları ağzında çiğner, şekil vererek bunun içinde polen ve nektarı saklar. Kovan binlerce altıgen balmumundan yapılmış peteklerden ibarettir.

18. ve 21. günler arası bazı işçi arılar kovanın girişini bekler ve sadece o kovana özgü kokusu olan işçi arıları içeri alır. Tehlike hissettiklerinde bir koku yayarak diğerlerini uyarırlar. İşçi arılar ayrıca tehlike anında iğnelerini kullanarak kendi hayatlarını feda etmekten çekinmezler. İşçi arının iğnesi, alt gövdesinin bir parçası olduğu için, iğne ile birlikte alt gövdesinden de parça kopar ve hayatlarını kaybederler.

İşçi arılar kanat çırparak, kovanın içindeki ısıyı sabit tutar ve peteklerdeki suyun buharlaşmasına yardım ederler. Soğuk havalarda ise daha farklı sekilde kanat çırparak bu sefer içerinin ısınmasını sağlarlar.

Üç haftasını dolduran işçi arılar yiyecek toplamak için kovanın dışına çıkabilirler. Bunun için günde her biri yaklaşık 1 saat süren, 3 mil mesafe kat ettikleri yaklaşık 10 uçuş yaparlar. Sabah çiğ kuruduktan sonra yola çıkarlar ve gün batımıyla son uçuşlarından dönerler. 1 dakikada 10 çiçek ziyaret ederler ve kovana dönmeden önce 600'den fazla çiçeği ziyaret etmiş olurlar.

Balarısı gözlerini en fazla nektarı bulabilmek için kullanır. Bu esnada ultraviyole ışınlarının yardımını alır. En fazla nektarı bulduğu çiçeklerden hortumu yardımıyla nektarı toplar. Arı daha bitkinin üzerinde iken, nektar şekerin en basit formuna dönüşür ve arıya hızlıca enerji verir.

İşçi arılar, birbirlerine en iyi çiçeklerin nerede olduğunu kovana geldiklerinde yaptıkları bir dans ile anlatırlar. Kovana hangi mesafede, kalitesi nasıl gibi bilgileri tek tek bu dans vasıtası ile açıklarlar.

İşçi bal arısı bitkinin üzerinde iken, küçük polen parçacıkları arının tüylü vücuduna yapışır. Arı bunları çiçekten süpürür, vücudundan fırçalar ve top haline getirerek polen sepetinde ve bacaklarında saklar. Bu polen, kovana protein sağlar.

İşçi arılar su kaynaklarından su da toplar. Bu suyu bal ve kovanın havalandırılmasında kullanır. Çiçek özsularını ağzı ile toplayarak, polen sepetlerinde biriktirir. Bu özsu, arı tutkalı(1) olarak kışın kovanın çatlayan kısımlarını onarmakta kullanılır.
Kovana geri dönersek, bal arısı, orta bacaklarını polen taneciklerini kazımak için kullanır ve bunları kuluçka peteklerinde kullanır. Ayrıca yediklerini kusarak diğer arıları besler. Diliyle kovandaki arılara biraz nemi gittikten sonra verir. Nektar fazlası kovanda kimyasal değişime girerek bala dönüşecek olduğu, bal peteklerinde depolanır. Bal arıları, bir milyondan fazla çiçekten topladığı nektarla, yaklaşık yarım kilogram bal yapar. Ortalama bir işçi arı, bütün hayatı boyunca 1/12 tatlı kaşığı kadar bal yapar.
İşçi arı nektar toplayabileceği çiçekleri bulduğunda, kovana geri döner ve dans eder. Bu dans, diğerlerine çiçeklerin nerede bulunduğunu anlatır. Bunun ardından işçi arı, kasları, bacakları, kanatları bitap düşene kadar 400 uzun uçuş yapar. Yere düşer, yorgunluktan ölür.
Sonbaharda, koloni 7000 işçiye düşer. Erkek arılar kovandan atılır, soğuk ve açlıktan ölürler. Kışın, bal arıları hareketlerini yavaşlatırlar ama kış uykusuna geçmezler. İşçi arılar kraliçe arının ve kuluçkanın etrafında kümelenerek, onları sıcak tutarlar. Dıştakiler içe doğru az hareket eder, içtekiler de dışarıya doğru. Baharın ilk haftalarında, depoladıkları baldan kalıntılar vardır. İşçi arılar polen ve nektar aramak üzere uçmaya başlarlar, kraliçe de yumurtlamaya başlar.
Bu şekilde yaşam döngüleri devam eder.
Not (1) :  Arı tutkalı diye bahsedilen, propolis olarak da bilinir.

01 Mayıs 2013

Kompost Atölyemizin Filmi

Nilüfer Varol Güleryüz bizler için Kompost Atölyemizin filmini hazırlamış. Teşekkürlerimizle...

12 Nisan 2013

Kompost Atölyesi

Berceste'yi yazmaya başladığım zaman ilk yazılarımdan birisi idi Kompost yapımı. İngiltere'deki hemen hemen bütün bahçelerde kompost yapılır. Hangi çeşidi o eve, aileye uygunsa onu seçerler ve çöplerini ziyan etmezler. Aslında çöpler birer altın!

Evinde kompost yapması mümkün olmayanlar için ise yeşil renkli çöp bidonları vardır. Bunların içine atılması gerekenler tümüyle kompost yapımına göre seçilmiştir. Yeşil renkli bidona talimatlara uygun olmayan bir madde atıldığına rastlandığında da o evin ahalisine bir güzel ceza yazılır. Herkes kuralları bilir ve uyar!

Bugün dışarıda sokakta bir ses, bir harıltı, homurtu... makine sesi...

Böcüğün servisi geldiğinde, onu almaya gittiğimde, anladım durumu. Site yönetimi belediyeye haber etmiş, belediyeden görevliler de otları biçmeye gelmiş. Onlara göre şekilsiz, gereksiz otlar, böcükle benim en büyük oyunlarımızdan biri haberleri yok elbet! O otların arasındaki en ufak farkı farkeder olmuştu böcük son dönemlerde. Tek tek de çiçeklerin adını biliyordu.

Hele bir tanesi vardı, sarı hindibagillere benzer birşey, ama karahindiba değil, bunun boyu uzun, bizimkinin boyunu geçer olmuştu hatta, böcük de ona her sabah günaydın diyordu! Üzerinde karınca, böcek var mı bakıyordu. Mutluyduk otlarımızla, yani doğanın bir parçasıyla.

Böcük servisten indi, yolun yanına baktı bir çığlık!

''Anneeeeee, bütün çiçeklerimizi OLDURMUSLER!'' Bütün ballıbabalar git - miiiiş! Bütün karahindibalar giiiiit - miiiiş!

Durumu kurtarmak için, anneciğim bak arada minelerden kalanlar var ve ağacın kovuğundaki ballıbabalar da duruyorlar desem de, avutamadım küçük hanımı. En çok da günaydın dediği çiçeğin gidişine üzüldü!

''Anne bu insanlar neden böyle yapmış, ne istemişler bizim çiçeklerimizden?''

İçimden ah kızım o insanlar daha neler yapıyorlar bir bilsen desem de, olsun anneciğim başkaları çıkar, arada kalanlar da var bak diyerek konuyu dağıtmaya çalıştım.

Benim içimde kopan fırtınaları bir bilse böcük!

Her sene site yönetimi ile bir kutu yapıversek de biçilen otları, dalları, hatta evlerinizdeki atacağınız gazeteleri buna koyuversek der dururum. Ama dinletemem sözümü...

Oysa evinde kompost yapan arkadaşlarım var. Biz de eve kırmızı Kaliforniya solucanlarından aldık biraz. Aslında onları okula götürmek için aldık ama okulda solucan kulesi için hazırladığımız boru bitmemiş(sanat öğretmeni üzerini süsletecekti) o yüzden solucancıkları evlerine bırakamadık. Şimdilik böcüğün evcil hayvanı oldular. O öyle diyor!
Okulda da çocuklar bayıldılar, inanılmaz sevdiler. Öğretmenler ve okulun sahibi bütün gün benden fellik fellik kaçarken, çocuklar biraz daha solucanı elimizde tutabilir miyiz öğretmenim diye kovaladılar.

Şimdi niyetimiz yukarıda fotoğrafını paylaştığımız Atölyeye katılmak ve detayları ile İknur'dan bu işi iyice öğrenmek. Özellikle de solucanları... Çünkü en verimli gübrelerden birisi solucan gübresi.

Siz de katılmak isterseniz, ipermakulturkolektifi@gmail.com adresine kaydınızı yaptırabilirsiniz.

Orada görüşmek üzere...

25 Mart 2013

Fikir Sahibi Damaklar - Tohum, Un, Maya, Fermantasyon, Ekmek... Hayatımıza Şekil Veren Süreç

10 Mart Pazar günü SALT Beyoğlu çok güzel bir etkinliğe ev sahipliği yaptı. Daha önce uzun uzun ekşi mayalı ekmek ile ilgili yolculuğumu anlatmıştım. Bu yolculukta Fikir Sahibi Damaklar'ın yerini de. İşte Pazar günü hem üyesi olarak, masal anlatmak üzere, hem de aile fertlerine ''Gerçek Ekmek'' ve onun buğdaydan başlayan öyküsünü dinletmek üzere biz de orada idik.

Kapıdan girişte sağ tarafta Şemsa Denizsel'in kabına sığamayan capcanlı mayaları ve ekmekleri vardı.

Şemsa'nın öyküsünü dinlemek isterseniz, burada. Uzun uzun üzerinde çalıştı mayasının. Ununu itina ile seçti. Mayasını keyifle geliştirdi. Sabrının ürünü de bu kabına sığamayan canlı mayacıklar oldu.

Ekmeklerin görüntüsü de tadını anlatıyor sanırım. Daha fazla söze pek hacet yok!

Üç Elma Doğal Tarım çiftliği'nin adını uzun süredir duyuyordum. Onların değişik mayaları ve unları ile tanışmak da bu etkinliğe kısmetmiş.


Etkinliğin en hareketli masalarından birisi Ali K.Erol'unki idi. Unundan, mayasına, özel bıçağına tüm detayları düşünerek gelmişti. Hele ekşi mayalı çavdar ekmeği vardı ki, tadını anlatabilmem mümkün değil. Nefis mi nefisti. Evin böcüğü daha isterim diye tutturduğunda, gidip baktık ki, anında bitmiş! Çalışmalarını Facebook sayfasından takip etmenizi önerebilirim ancak.

Gelelim etkinliğin benim için en özel masasına. Masanın sahibi Fikir Sahibi Damaklar yolculuğumdaki yol arkadaşım Mehtap ve yana kaçak masa açan dünya tatlısı kızı Zeynep. Ben ekşi mayamı, kayınvalidemin ekşi maya tarifi ile takas ederek Mehtap'tan aldım. Zeynep, kaçak masasında ekşi maya ile hazırladığı nefis grisinileri sundu. Nasıl yapmış o grisinileri derseniz. Enfesto Mammamiatto'yu ziyaret etmelisiniz derim. 10 yaşındaki bir böcüğün ne kadar maharetli olabileceğini göstersin size.

Günün masalcısı Defne! Çocukları olduğu kadar, büyükleri de yanına toparlayarak başladı masala. Cüneythan bey de eşlik etti kendisine. Küçümenlerin ilgisi, merakı, şaşkınlığı görülmeye değerdi. Defne'nin omuz başında bizim çocuklarımıza esin kaynağı olan, küçücükken bilmeden annesini bu yola çıkartan Refika var. Dilerim bir gün bizim böcüklerimiz de onun yolundan ilerler...

Ellerde mayalar, gönüllerde masallar, hikayeler... Hatta buğday tanelerini yemeyi deneyen böcükler!

Son dakika masalları, oyuncakları ile yetişen, anlatım şekliyle bütün çocukları ağzı açık bırakıp büyüleyen Tülin Kozikoğlu'na ne kadar teşekkür etsek az, ama sonradan öğrendik ki, onun aslında çok da güzel kitapları varmış!

Güne en önemli imzayı atanlardan birisi de hiç kuşkusuz gerçek insan Dr. Yavuz Dizdar! Kendi yaşam tecrübelerini, gün be gün gözlerinin önünden geçen hastalarını, yaşadıklarını ve etrafımızda dönen oyunları çok güzel dile getirdi.

Öyle ki, evin 4 yaşındaki Uğur böcüğü bile hiç sesini çıkartmadan uzun uzun dinledi. Sonra da sağlıklı yemekler yemeliyiz diyerek, günün benim için en anlamlı ve önemli cümlesini kuruverdi.

Ertesi gün okulda, herkese biz gerçek ekmek atölyesine gittik diye anlatmış. Daha da güzeli önüne konulan cornflakesleri eliyle itip, bunlar sağlığa zararlı ben yemem demiş. Öğretmeni, sadece süt verdim diye yanıma geldi. Ben de alnından öptüm böcüğümü.



Dilerim herkese örnek olur böcüğüm!
İnatla, zorla iyidir diye önümüze konulan, dayatılan yiyecekler yerine dilerim adil gıda sofralarımıza gelir! Bunu yapabilecek tek güç de bizleriz, şu anda bu yazıyı okuyan siz ve bizler...

Teşekkürler Fikir Sahibi Damaklar, iyi ki varsın!

20 Şubat 2013

Kardan Adamlı Lavanta Torbası


Kolleksiyonun yeni parçasını da ekleyelim, eksiğimiz kalmasın!

Kalpli seriye ait oldu Kardanadamlı Lavanta Torbası da.

Sirke Atölyesinde yeni sahibini buldu.

18 Şubat 2013

Hediyeler - Yastıklar


Uzunca bir zamandır bekleyen elişleri...

Pembe yastık evini pembeli beyazlı mobilyalarla döşeyen bir aile dostumuza gitti, hatta eskidi bile!


Elimdeyken görüp renklerini çok beğenen eski üst kat komşumuzun oldu. Ben ona bu yastığı hediye ederken, o da evi sattıklarını söyleyip beni şok etmişti. Sattığı insanların kabus tipler olduğundan, onların da tam kızımın doğumgününde evden çıkıp, aynı gün tepemizde inşaat başlayacağından haberim yoktu. İyi niyete, kötülük oldu bu yastığın hikayesi...


En sevdiğim blog arkadaşıma ve onun Sincabına işlenmişti bu yastık.


Alt köşede Sincabın adı yazıyor. O yüzden kapalı. Dilerim severek kullanıyordur.


Bu yastık da bugünlerde bizim evi süslemekte. Epeydir patchwork yapmadığımı aklıma getirmiş oldu bu yazı...

05 Şubat 2013

Doğal Sirke Yapım Atölyesi

(Leyla Kabasakal sunumunu anlatırken)

Dört yıldır, Slow Food Fikir Sahibi Damaklar Konviviyumunun Etiket Hafiyeleri kampanyasından beri, alış veriş yaparken mutlaka etiket okuyan bir aile olduk. Aynı kampanyada dağıtılan büyüteçlerden de aldık. Cüzdanımızda kartvizit şeklinde taşıyoruz. Gözlerimiz o karınca harfleri okuyamadığında, büyüteçlerimiz imdada yetişiyor. Hiç akla hayale gelmeyecek, içine birşey katılamaz diye düşündüğümüz şeylere bile bakar olduk artık. Nihayetinde, sirke alırken, sirkenin de etiketine bakacağım tuttu ve gözlerime inanamadım. İçerisinde sodyum meta bi sülfit (E223) vardı! Hiç tanıyıp bilmediğim bir katkı maddesi, koruyucu imiş. Araştırmayı size bırakıyorum, okuduğum kaynaklarda yazılanlardan hiç sevmedim zira ben bu maddeyi. Ne yapsam da kurtulsam diye baktım sirkede(şaraplarda da var, üzümün olduğu her yerde var hatta koruyucu olarak). Organik olan sirke az biraz daha pahallı idi, yemelik ve turşuluk olarak ondan, bulaşık makinesi ve temizlikte kullanılmak üzere diğerinden aldım istemeye istemeye. Aklımın bir kenarına da yazdım! Ne kadar seri üretime, fabrikasyona sokarsak gıdayı, o kadar özünden uzaklaşıyoruz diye yine!

Bu seneki Permablitz İstanbul Güz Toplantısı'nı Erenköy'de daha önce Permablitz uygulanmış bir bahçede yaptık. 20 kişi civarında konuğumuz oldu. Konuklarımızdan birisi de Slow Food Balkon Bahçeleri Konviviyumu Lideri Leyla Kabasakal idi. Konuşmaların arasında dedi ki: 
''Çok basit şeyleri gözümüzde büyütüyoruz ve evde kolayca yapabileceğimiz şeyleri hazır alıyoruz.'' 
Mesela dediler... 
Leyla '' mesela sirke!'' dedi. 
O sırada yanımdaki arkadaşım (ki sonra Halkalı bahçesinin ev sahibi oldu): 
''Tamam, bize sirke yapımını anlatır mısınız?'' dedi.
Leyla da ''Olur!'' dedi. 

Ben hemen kayda geçtim bu durumu. Leyla'yı internette açık gördüğüm her fırsatta sordum ne zaman, ne zaman diye ve ancak Aralık ayını buldu bizim atölye. Ama onda da kar yağdı. Ertelemeler vs derken nihayet 5 Ocak 2013'te SALT Beyoğlu'nda yaklaşık 30 kişi ile gerçekleştirdik atölyeyi. Bulunduğumuz yerin fiziki şartları yüzünden Leyla iki defa anlatmak zorunda kaldı herkes görebilsin diye.


Bizlere bilgisayar üzerinden güzel bir sunum hazırlamıştı. Ayrıca bir de yanında kendi yaptığı sirkelerden örnekler ile kullandığı aletleri getirmişti. Sirke örnekleri sade tadılmaz deyip ekmek de taşımıştı yanında. Katılımcılar da simitlerini paylaştılar...

Adapazarındaki organik Jade Çiftliğinin sahibi Berin Ertürk hanım bizlerle sirke anasından paylaştı. Onun organik elmaları meşhur olduğundan hemen aklıma gelmişti. Tam bir imece ile ulaştık sirke anasına. Leyla Berin hanımla konuşup ne zaman İstanbul'a geldiğini, bize sirke anası verip veremeyeceğini sordu. Berin hanım, İstanbul'a geldiğinde sirke anasını yanında getirdi. Permablitz İstanbul'un kurucusu Deniz Üçok Arman katıldığı bir seminerde bu sirke anasını Berin hanımdan alıp, evinde sakladı ve sirke atölyesine getirdi. Ben de atölye sırasında katılımcılara dağıttım. 4 el taşımış oldu sirke anasını katılımcılara. İmece ne güzel birşey!


Elma sirkesinin faydalarına dair Meyvelitepe'nin bu ve bu yazısına bakabilirsiniz. Kendilerinin nasıl elma sirkesi yaptıklarını buradan okuyabilirsiniz.

Refika, güzel bir şekilde kendi çalışmalarını anlatmış.
Bir başka web sitesi de detaylı bir şekilde işin kimyasını ve alkolden sirkeye dönüşüm olduğu için dini bakış açısını anlatmış.

Ben de Leyla'dan dinlediğim kadarıyla aktarmaya çalışacağım işin özünü. Sizler de bu yazılardan kendi anafikrinizi çıkartarak ev yapımı sirke üretim işlemini başlatabilirsiniz.


İşin başlangıcı meyve ya da tahıllar... Her türlü şekerli meyveden sirke yapmak mümkünmüş. İncir, erik, kayısı, üzüm... Bunun yanında arpa, pirinç, mısır, patatesten de ama bizim konumuz olan elma. Biz elma üzerinden devam ettik.

Yıkanmış, çürümüş ama küflenmemiş, bozulmaya yüz tutmuş organik ya da ilaçsız olduğundan emin olduğunuz elmalar tam bu işe uygun imiş. Leyla çekirdeklerinin tadını sirkede sevmediği için çıkartıyormuş. Tercih sizin dedi.

(Bunun yanında yediğimiz elmaların ayırdığımız kabukları, meyve suyu sıktığımız posalar da değerlendirilebilirmiş.)


Sonrasında bir kabın içerisine alıp, iyice bozulmalarını beklemiş. Küf olmasın diye gene uyardı! İyice bozulan elmaları bir parçalayıcıdan geçirmiş ama bu parçalayıcı öyle herşeyi un ufak edenler değil, sadece minik rendemsi düzeye getirenlerdenmiş. Sonrasında şarap yapar gibi fermantasyona bırakıyormuş... Bu kısım gerçekten şaraplaşma kısmı. Elma şarabı yapıyoruz ilk! Havadaki şarap yapan mayalar geliyor ve şekeri yiyerek bu işlemi gerçekleştiriyor. O yüzden işlemi pH ve şeker düzeyine bakarak kontrol ediyormuş Leyla.

Bu iş için ortalama bir fikir vermesi açısından pH kağıdı ve şeker miktarına bakmak için de bir internet sitesi kanalı ile temin ettiği hidrometre ve ölçü kabını kullanıyormuş.

Hidrometre şeker oranı için demiştik. Önce hidrometredeki değerin 1033 ve üzeri olması isteniyormuş ki, mayacıkların karnı doysun ve alkolleştirmeyi başlatsın. Sonraları pH'a ve tadına göre şeker ekleyip eklemeyeceğimize karar veriyormuşuz. Bu noktada sirke anasını da katmak uygunmuş. Önce tatlı, daha sonra ekşimsi bir koku almaya başlamamız gerekiyormuş.

İşlemi yaptığımız kabın ağzı, yani yüzey alanı ne kadar büyükse o kadar iyi imiş. Böylece bakterilerin işini yapabileceği geniş bir alan kalıyormuş onlara. Üzeri kabuğumsu anaçla kaplanırsa karıştırmak uygunmuş, yeniden oksijen almalarını sağlamak için.

pH asidik ortama geldiğinde sirke oluşumu başlıyormuş. pH değeri yaklaşık 3-5 arasında olduğunda, sirke zayıf asid olduğu için işlem tamam demekmiş.


İkinci bir yol da, evinizde yarım kalan şarapları biriktirerek sirke yapmak olabilirmiş. Yalnız burada, kırmızı şarapları ayrı, beyaz şarapları ayrı bir yerde biriktirmek gerekiyormuş.

Sirke yapımı kısa bir süre almıyormuş. Öyle 2-3 günlük değil aylarca sürebilecek bir süreçmiş...
Isı, ışık, ortamdaki bakterilere göre durum değişkenlik gösterirmiş. Sirke yapılacak kabın içerisine nohut, ekmek içi atılması işlemi hızlandırırmış.

Balsamik sirke yapmak için, sirkeyi en az 2 sene boyunca ahşap fıçılarda bekletmek gerekirmiş.


Fotoğrafta ölçü kabını ve hidrometreyi görüyorsunuz. Şeker oranına bakmak için, ölçü kabının son seviye çizgisine kadar sirke için kullandığınız sıvıyı dolduruyorsunuz. Sonra içine, alttaki fotoğrafta görülen hidrometreyi koyuyorsunuz. Hidrometreyi birden atıp kabı taşırmayın! Ardından hidrometre üzerinde yazan değeri okuyorsunuz.



Minik su şişelerinin içerisinde Leyla'nın yanında getirdiği farklı sirke örnekleri var.

(Yukarıdaki sirke anası fotoğrafı için Didem Çivici'ye teşekkürler)

Hazır sirkelerde dikkat edilmesi gereken noktalar:

  • Asetik asid yani sirke petrol ve petrol türevlerinden yapılabilmekte imiş. Bu gıda tüketimine uygun değilmiş! Alırken dikkat edilmeliymiş.
  • %20 asitlik oranındaki sirke genelde petrol türevinden elde edilen olduğu için bundan uzak durmak gerekli imiş.
  • İçeriğinde karamel rengi ya da tadı eklenmiş diyorsa bundan uzak durmak gerekliymiş.
  • Filtrasyondan geçmiş, berrak sirkeler yerine bulanık ve doğal olanı tercih etmeliymişiz.
  • Aldığımız ya da yaptığımız sirkenin içerisinde deniz anasına benzer bir yapı varsa ya da bunun oluşmasına meyilli bir durum varsa, bu istediğimiz birşey ve adına ''sirke anası, sirke anacı'' (yukarıda fotoğrafta görülen) denilmekteyniş.


Bizler farklı baharatlarla tadlandırılmış sirkeleri ekmek ve simit eşliğinde tattık. Evde de kendi sirkemizi başlattık.

Darısı sizin başınıza...

01 Şubat 2013

Dünyanın Sonundaki Bahçe - The Garden at the End of World



Rosemarry Morrow, gönlünü permakültüre kaptırmış, Somali, Uganda, Tayland, Kamboçya, Vietnam, Ortadoğu, Avusturalya ve Kuzey Avrupa ülkelerinde çeşitli projelerde çalışmış, iki kitaba imza atmış güçlü bir kadın...

Mahboba Rawi, savaş sonrası Afganistan'da ayakta kalmayı başarmış, amcası ile birlikte diğer kadınlara, yetim, öksüz çocuklara yardım etmeye çalışan bir başka güçlü kadın.

Bu iki kadının elbirliği ile Afganistan'da bir proje başlıyor. Finanse eden, Avusturalya'dan bir yardım kuruluşu.

Ülkede kadınların ve çocukların durumu içler acısı. Ama bildiğiniz gibi değil. Hayal bile edemeyeceğiniz kadar çok kötü.

Film başladığında 8 yaşlarında bir çocuk konuşuyor...

Arkadaşımı yakaladılar, arkasını kestiler, böbreklerini çıkarttılar, bir kabın içine koydular. O sırada yaşıyordu. Sonra taş doldurdular, üzerini örtüp arabaya oturttular ve sınıra doğru gittiler. O sırada galiba öldü, sanırım bunu yapanlar organ mafyası idi diyor... 8 yaşındaki bir çocuğun gözleri önünde bu olay gerçekleşmiş. Daha niceleri... Diyorum ya, hayal bile edemezsiniz, çünkü bilmek istemezsiniz, bu kadar kötüsü aklınıza gelmez. Ama dünyanın hiç de uzak olmayan bu köşesinde bu olaylar gayet normal, hatta sıradan...

Sonra Rosemarry'i çocukları ölçer, biçerken görüyorsunuz. Onların nasıl beslendiklerini, neler yediklerini ve bunların gelişimlerinde ne oranda etkili olduğunu kayda almaya çalışıyor. Boy, kilo, baş çevresi, kollarının inceliği, kalınlığı diyemiyorum çünkü kalın kol yok! Açlar! Bu açlığın gelişimlerinde ne kadar geriye götürdüğünü bulmaya çalışıyor zaten Rosemarry...

Sonra kadınlara dönüp bakıyorlar... Yorgun, üzgün, herşeylerini kaybetmiş, hırpalanmış, eziyet görmüş, tecavüz edilmiş! Çoğu öldürülmüş. Öldürülmeyenlerin de kocaları öldürüldüğü için hayatta kalma şansları yok edilmiş.

Rosemarry diyor ki, bir ülkede savaş olduğu zaman, o ülkeyi yeniden kalkındıran kadınlardır. Dönüp bakın, ilk kalkınma kıvılcımını onlar yakarlar, durmadan çalışırlar ve yaraları kapatırlar. Ama bu ülkede maalesef bunu göremiyoruz, çünkü kadınlara el etek çektirilmiş. Toplumsal yaşamdan mahrum edilmişler. Dışarıda yaşamayı dahi bilmezlerken, nasıl onlardan ülkeyi kalkındırmaları beklenebilir ki?

Bu sözler içimi acıtıyor, hem de çok!

Ardından Mahboba ve amcasını, kadınları, çocukları hayatta tutabilmek için yaptıkları çalışmaları gösteriyor. Yardımlar sayesinde buldukları kısıtlı bütçe ile  neler yaptıklarını... Barınmayı 1 seneliğine de olsa sağlayacak bir bina bulmuşlar kendilerine. 1 sene sonrasında ne yapacakları belirsiz... O binanın içine girdiklerinde görülen sahneler sizleri hüngür hüngür ağlatacak cinsten. O binada katledilen erkeklerin ve kadınların çizdiği resimler var duvarlarda. Nasıl işkence görmüşler, hem erkeklere, hem kadınlara nasıl tecavüz edilmiş, akla hayale gelmeyecek neler yaşamışlar hepsi en acı gerçeği ile kayda alınmış, bizzat yaşayan insanlar tarafından!

Sonra öğreniyoruz ki, Afganistan aslında zenginlikler ülkesi... Aslında savaş öncesi dünyanın badem, ceviz, kuru üzüm deposu bu ülke. Elde edilen tarımsal ürünler, zenginlik başka ülkelerinki ile kıyas bile kabul edilemeyecek düzeyde. Dünyayı tek başına beslemiş bir zamanlar... Ama bugün hiçbirisi kalmamış! Üzerlerinden füzeler geçmiş, tanklar geçmiş, yakmış, yok etmiş...

Ve bu ülkede, bu iki kadın elele vererek, bir permakültür projesine başlıyor.

Yeni baştan kendi kendilerine ayakta durmayı öğretecek bir projeye... Böylece görüyor ve anlıyoruz ki, permakültür sadece tarımdan ibaret değil. İçinde bir hayat felsefesi var, içinde toplumsal ivmeler var, içinde birlik beraberlik var.

Eğer bulursanız, içiniz acısa da bu filmi mutlaka seyretmenizi öneririm. Resmi web sitelerinden ve bu siteden daha detaylı bilgi okuyabilirsiniz.

Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali'nde beni en çok etkileyen, hatta etkileyen lafı az kalır, çarpan filmdi bu. Nasıl doğru şekilde aktaracağımı bilemediğimden de bu zamana kadar uzadı yazması. 

Filmin hemen arkasından, Permakültür Tasarım Sertifikası kursu hocamız ve aynı zamanda Türkiye Permakültür Araştırma Enstitüsü kurucusu Mustafa Bakır'ın konuşması vardı. 

Çok vurucu bir cümle ile başladı söze...

''Böyle bir filmin ardından, hepimiz ne yapsaydık da bunlar olmasaydı diye düşünürüz ya da ne yaparsak buna engel oluruz diye kafamızın içinde sorgularız...

Hani süpermarketlere gidiyorsunuz ya, kasada duyduğunuz her ''DIT'' sesi dünyanın bir köşesindeki insanlara bunu yapıyor ve siz o sesi duymaya devam ettikçe de bugün bu insanlar, yarın bir başkası o ezayı çekecek'' dedi.

''Dünyada hiçbir ideoloji yoktur ki, bunu yapmasın'' diye sözlerine devam etti...

''Dün bu ülkeye girip savaş başlatan sosyalistler idi, bugün ise kapitalistler. Durup düşünmenin zamanı geldi, hatta geç bile kaldık'' idi aklımda kalan en çarpıcı sözleri.

Kıssadan hisse... 

Sizler ne kadar ''DIT'' sesini duyuyorsunuz, ne kadar böylesi durumlara aşinasınız? Bugün o ülkenin başına gelenlerin, yarın bizim başımıza gelmeyeceğine dair kim garanti verebilir? Nitekim dedelerimiz, ninelerimiz yaşamadı mı aynı şeyleri? Bugün ayakta isek, kadınların ayakta kalma gücü sayesinde değil mi? Hani o günümüzde eve kapatılmak istenen kadınların!

30 Ocak 2013

Pencere Önü Bahçesinin Zencefili


Pencere önü bahçesi terimi ile ilk tanışıklığım çocuklarla bahçede neler yapabileceğime bakarken, iki yıl önce gördüğüm bu yazıyladır. Sonra hatırlarsanız ilk deneyimlerimi de burada anlatmıştım.

Ardından ilk havucumuzu, hem de siyah olanını köklendirmiş, ilk Permablitz bahçemize ekmiş idik.


Sonra başarısız bir avokado denemem oldu. Herkes başarıyor ama bende inat etti kerata. Annemle frekansları tutmamıştı zaten. Sapladığım kürdanlara mı kızdı, kabuğunu soymamam mı etkili oldu bilmem.

Ardından SALT Beyoğlu'nda ilk Permablitz toplantımızı yaptık. Oradaki çatı katı bahçesinde tenekelerin içine ekilmiş zencefiller gördüm. Bunu denemeliyim dedim!

Bir süre sonra Facebook'ta dolaşan bir yayınla, ananas, avokado, zencefil, havuç ekilebileceği bilgisini tazeledim. Sonra baktım Didem, suya konduruvermiş zencefili, detayları çok sorup soruşturmadan, dolapta çay yapıp durduğum zencefili kapıp ucundan azıcık kesiverdim. Sonra da bir cam kaba az suyu koyup, zencefili oturttum. Çok zaman geçmeden yandaki gözünden hemen bir filizcik baş veriverdi.


Bir süre sonra da baktım beyaz beyaz, sakal sakal kökleri çıkmış.

Neşesi yerinde idi.

Ancak son dönem yaprakların uçları biraz sararır oldu. Bir arkadaşım mutfakta önünde duran. Aynen bu şekilde yetiştirdiği zencefiline limon kabukları konduruvermiş. Keyfi yerine geldi dedi. Olmadı ben de aynı formülü deneyeceğim. Olmadı içinde toprak olan bir saksıya alıvereceğim. O an kafama ne eserse artık!


Bizim zencefil, bir yanında mercimek adam, diğer yanında havuç kafa ile mutlu mesut şimdilik... Orkide arkadaşları da var.

Gözleri olan zencefiller sizin pencerelerinizin kıyısında yetiştirilmek üzere sizi bekler...

Bizde de sırada denenecek ananas var!

28 Ocak 2013

Minik Mercimek Tanesinin Azmi


Çok çok uzun yıllar önce, en az 6 yıl olmalı, İngiltere'deki evde mercimekleri yıkarken, süzgeçten bir minnak mercimek tanesi kenara kaçmış. Benim haberim yok!

Aradan ne kadar olduğunu hatırlamadığım kadar süre geçti. Bir gözüm bahçede olup bitene bakarken, bir gözümle musluk başında birşeyler yıkıyordum. Birden bire gözüm minik mazgaldan bana bakan dik başlı bir yaprağa takıldı. Düşen yeşilliklerden birisi sandım baştan. Sonra farkettim ki, orada kendiliğinden yeşermiş birşey var! Kaptım makineyi çektim fotoğrafını. Sonra da onu! Elime mini minnacık bir mercimek fidesi geliverdi.

Mercimek olduğunu bildim, çünkü altında tanesi de vardı. Yoksa hayatımda ilk görüşüm kendisini.

Benim için inanılmaz bir sürpriz oldu. Sevdim, öptüm mercimek tanesini. Hayata bağlı kalmış, dimdik başını uzatmış ve meydan okumuştu, sevilmez miydi hiç?

Sonra önümde uzanıp duran, her elime geçeni tek tek dizdiğim pencere önü bahçesinde ona yuva aradım. Menekşenin yanına mı, yoksa çiçeği bitmiş sümbülün yanına mı oturttum onu hatırlamıyorum. Ama güzel bir yuva bulmuş olmalı ki, önce büyüdü büyüdü, sarmaşık gibi, sonra minik beyaz çiçekler açtı. Gün geldi sulamayı unuttum, gün geldi varlığını unuttum. Ama azimli mercimek hayatta kalma savaşını unutmadı. Bir gün geldi, baktım minik çenekler içerisinde mercimekler!

Ne yazık ki, onların fotoğrafını çekmeyi de unutmuşum! Eğer olsaydı şimdi ne güzel bir görsel şölene dönüşecekti...

Dünyaya başkaldıran minik mercimek tanesinin hikayesini hiç unutmadım ama. Ne zaman azimle birşeyler yapmak gerekse, hele ucunda bir de hayat savaşı varsa. Aklıma mercimek tanesi gelir hep...


Bu sene miniklerle Doğa ve Çocuk dersi yapmaya başladığımızda, yumurta kabuğu içerisine ne eksek, ne eksek diye düşünüyordum. Hızlıca büyüyüp çıkacak sevimli ve yenebilen birşey olmalıydı.

Aklıma hemen bizim ''Azimli Mercimek'' geliverdi. Mercimek ekmeliydik, hikayesini de anlatmalıyım dedim.


Okulun yemekhanesinde görevli hanımlar, bize pişirdikleri yemeklerden geriye kalan yumurta kabuklarını yıkayıp hazırladılar. Biz de çocuklarla önce içine toprak, sonra da mercimek tohumlarını yerleştiriverdik. Yüz ifadelerini, şaşkınlıkla, mutluluk arasında gezinen bakışlarını görmeniz lâzımdı. Çok keyif aldılar. Kabuğun üzerine bir de surat çizdiğimde hepsi mest oldular.

Artık evlerinde güneş, su ve sevgileri ile büyütecekleri birer ''mercimek adam'' vardı. İlk uygulamamız Bayram Tatili'ne denk geldi. Mercimek adamların bazıları geri döndü büyümüş bir şekilde, bazıları evde unutuldu ama çocuklar tek tek neler olduğunu, nasıl mercimeklerin büyüdüğünü anlattılar.


Neler olacak diye denemek için ben de bir tane alıp eve getirmiştim. Bu da bizim mercimek adam. Yalnız bizimkinin adamlığı kalmadı pek, sulayınca boyaları aktı gitti.... Arabada gelirken kenara düşmüş tohumların bir kısmını da kaybettik. Evin böcüğü merak edip el koymuştu. Biraz da o dökmüştü. O yüzden bizimkinin saçları yan taraftan çıktı biraz ''punk'' misali...


Geriye kalan sağlar büyüdüler, uzadı epeyce. Ama bir noktada durdu büyümesi. Keyfi kaçtı, boynunu büktü. Anneannemiz eceli geldi bunun deyip camlar silinirken, bizden habersiz gönderivermiş onu bir güzel çöpe! Anneanne ile çok fena pencere önü kavgamız var zaten. O orkidelerine ve menekşelerine düşkün. Biz de yenebilen minik pencere önü bahçemizi sevip büyütüyoruz. Yer sınırlı olunca da kapışıyoruz! Epeyce yasını tuttuk anne kız. Bir daha ellemeyeceğine söz verdi anneanne torununa(torun pek kıymetli, yoksa benim gözümün yaşına bakmazdı!)


Aradan zaman geçti. Okuldan bir küçük sınıflarla da ders yapmam üzerine talep geldi. Ayda 1 defa da olsa onlar da dersleri yapalım dediler. Bir küçük sınıfların arasında sizin de böcüğünüz var dediler...

Böcük de çok hevesli imiş ama bana çaktırmıyormuş... Size de derse geleceğim deyince havalara uçtu...


Böylece Böcük ve eşdeğeri yaş grubu ile de ilk derste mercimekleri kabukların içerisine ektik. Ben kabukları tutarken, onlar kaşıkla toprağı, üzerine tohumları, onun üzerine gene biraz toprağı eklediler. Bu sefer daha çok tohum ektik. Ama gene mercimek...


Bu aralar bizim mercimeğin durumu böyle, uzadı da uzadı. Ölmesin diye gözümüz gibi bakıyoruz. Su, güneş ve sevgi dediğim için Böcük her gün anne mercimeğimi öpebilir miyim diye karşıma dikiliyor. Sulayabilir miyim diyor sonra. Güneş de geliyor değil mi diye onu da kontrol ediyor ve hiç unutmuyor! İşi garantiye aldı. Ben unutsam da o illa ki hatırlatıyor.

Yanındaki zencefilin hikâyesini de bilahare anlatacağım.

Sizler de pencerenizin önünde yenebilen bitkilerden minik birer bahçe yapabilirsiniz. Hem kendiniz için, hem de çocukların görebilmesi için. Gün gün nasıl büyüdüğünü izlemeleri, gözlemleri müthiş keyif verecek benden söylemesi...

10 Ocak 2013

Ekşi Mayalı Tam Buğday Unlu Organik Ekmek


Evin Uğur Böcüğü, anne sütünü reddedip, suni mamalara muhtaç kalınca, anne, katı gıdaya geçişte en doğru nasıl beslerim böcüğü diye uğraşır durur.

Varolan hazır sütlerle yoğurt yapmayı dener, yoğurt uzar! Zaten bu durumu İngiltere'de de yaşamış, doğru kombinasyonu bulabilmek için denemediği kalmamıştır. En sonunda yaban ellerde ağız tatlarına uygun yoğurdu, organik tam yağlı süt ve organik yoğurt mayası ile yakalamıştır. Bu işte bir iş var der ve daha önce blog yazan arkadaşlarının da sevip onayladığı Aysun the Sütçü'nün dağıtım ağına kaydolur. Kaydolur kaydolmasına ama Aysun the Sütçü sütü, hazır yoğurt mayasıyla gene yoğurt uzar! Anne bir hışım nedir bu iş diye Aysun the Sütçü'ye sorar. Aysun hanım, bütün iyi niyeti, sakinliği ve tatlılığı ile cevaplar, tek sorun süt olmayabilir, mayanızı kontrol ettiniz mi, ben şu maya ile yapınca tutuyor der ve yanında bir de yahoogroups'daki yoğurt konusu konuşulmuş bir gruptan alıntı yapar... Anne uzun uzun yazılanları okur. Bir kısmı İngiltere'de yoğurt yapma macerası sırasında bol bol araştırıp okuduğu şeylerdir, bir kısmı da ilk defa duyduğu şeyler...

Ama hatırlar ki, orada da ''maya'' en önemli unsur kanaatine varmıştır ama Anne Mayası bulamamıştır. Anne Mayası derken, evde annelerimizden süregelen ve ev ile özdeşleşmiş, aileye mal olmuş yoğurt mayasıdır.

Döner, sorar, kendi annesi yoğurdu dışarıdan almaktadır.
Kayınvalidesi köyde olup, o bile mayasını kaybetmiş, dışarıdan hazır yoğurt kullanmaktadır.
Eli mahkum, Aysun hanımın söz ettiği hazır maya ile mayalamaya başlar sütünü ve yoğurt taş gibi tutar!
Gene iş mayada bitmiştir!

Bu arada Aysun hanımın mesajlarını yolladığı Yahoogroups'a da üye olmayı ihmal etmez anne. Üye olduğu grup Fikir Sahibi Damaklar dır. Aslında Fikir Sahibi Damaklar'ın da çok yabancısı değildir. Blog olarak ilk kurulduğu zamanları, blogu yazanları ve Defne Koryürek'i önceden de tanımaktadır, bilmektedir. Ama Fikir Sahibi Damaklar'ın Slow Food'un konviviyumlarından birisi oluşunu bu sayede öğrenmiştir.


Yıl 2009 ve tam gruba üye olduğu sırada etkinlikler arasında ''Gerçek Ekmek'' kampanyası vardır. Grup üyeleri bir tur kendi ekşi mayalarını üretmiş ve ekmeğini yapmıştır. Anne üye olduğunda ikinci tur başlamak üzeredir. Grupta uzun uzun mayalar konuşulur, un konuşulur. İyi, güzel, adil olan aranır ve kampanyaya başlanır.

İnternet ortamında, e-postalarla önce ekşi maya yapmaya başlanır adım adım... Annenin mayası da güzelce yıkanmış kavanozunda yerini alır. İHE'den organik tam buğday unuyla maya başlatılır. Bebek bir yanda, maya bebeği diğer yanda gün be gün büyümektedirler...

En sonunda maya buradaki tarifteki şeklini alır ve köpürcük köpürcük olur. Ekmek yapılmaya hazırdır.

Anlatılan şekilde mayalanır ve aşağıda gördüğünüz lezzetli ekmek meydana gelir. Yalnız biraz serttir. Sonrasında anne öğrenir ki, fırının ısısı ve türü önemlidir. Evin fırını turbo olduğu için ekmek sertleşmiştir. Turbo fırınlarda bir kap içerisinde su bulundurmak da gereklidir.


Daha iyi anlamak için en güzeli, Defne'nin hazırlayıp sunduğu NTV'de yayınlanmış olan Sıcak ve Taze programından kendinizin izlemesi...

Anne ikinci ekşi maya denemesini de yapar, çünkü ilk ekmeği yaparken maya ayırmayı unutmuştur! Ancak ikinci denemede mayanın üzerinde yeşil küfler oluşur ve maya atılır. Bunu sorduğunda ve irdelediğinde sonucun aşırı hijyen merakı olabileceğine kanaat getirilir.

Sonrasında biraz umudu kırılmıştır!

Taaa ki, Ayşe Dirikman Kalıpçı, 21 Aralık 2012 gününü topluca ekmek yapım günü ilân edip, Facebook'ta Mayalıyoruz Etkinliğini açıp, herkese ekşi maya gönderene kadar. O mayacıklardan birisi de anne ile böcüğün evine gelir...

Sevgili Filiz Telek'in, tam da 1 yıl öncesinde çektiği, annenin imrenerek izlediği, keşke Flora Akdeniz Bahçesi'nde olsaydım dediği,  Bereket isimli video da anneye kaynak olur. Kaç defa izlemiştir bilinmez, ama en sonunda oradaki ölçüleri yarıya indirerek ve gelen biricik mayasının yarısını saklayarak işe başlar.


Gelen mayanın yarısı ufalanır, ılık su ile ıslatılır, un ilave edilir, karışım boza kıvamında tutulacaktır, birazcık da (1 yemek kaşığı kadar) pekmez eklenir... Sonra böcüğün eline verilir, o bir güzel karıştırır tahta bir çubukla. Sıra annededir,  anne karıştırır ve maya kendi haline bırakılır. İçindeki, ortamdaki maya bakterileri coşunca kabarır ve oradan mayanın hazır olduğu anlaşılır.


Videodaki ölçünün yarısı ile ekmek hamuru yoğrulup hazırlanır. Un olarak İstanbul Halk Ekmek'in organik tam buğday unu(dikkat organik beyaz unu da var, tam buğday unu tercih sebebi) ve anne ile babanın tohumlarını temin ettiği, babaanne ile dedenin ekip büyüttüğü, kendi mahsulleri sarı buğdayın unu kullanılır.


Mayalanmaya bırakılır. İki fotoğraf arasında ne kadar kabardığı net belli olmuyor ama ekmek hamuru iki katından fazla kabarmıştır!


Tencerenin cüssesi biraz görünürse belki daha net anlaşılır... 

Hazır olan hamur, İngiltere'den dönerken ağırlığı sebebiyle binbir meşakketle getirilen dökme demir tencereye alınır. Kapağı açık olarak fırına verilir. Amaaa bu sefer bir çanak içerisinde su konulması da ihmal edilmez.


Defne'nin anlattığı şekilde tok tok diye ses gelinceye kadar pişirilir.


Ve ekmek hazırdır!


Tüm süreç neredeyse 1 gün almıştır ama tadı, kokusu o kadar nefistir ki, herşeye değmektedir.


Tok tutması sebebiyle neredeyse 1 hafta ev ahalisine yetecek mükemmel lezzetteki ekmek hazırdır!

Anne çok mutludur, öyle ki, evin içerisinde gecenin bir vakti tek başına dans etmektedir...

Evren'in ne çok başını ağrıtmıştır bu maya konusunda... Ne çok sorular sormuştur Mehtap'a, Defne'ye...

Artık kendi ekmeğini yapmıştır anne. Sonucunda ekmeğine ve ekmeğinden aldığı mayasına güvenmektedir. Bundan sonraki aşama, yeniden ''kendi ekşi mayasını'' hazırlama sürecidir. Anne inatçıdır! 4 sene boyunca aklına takmış, pes etse de yeniden başa dönüp başlamıştır.

Nefis ekmeğin hamurundan ayrılan mayalar da bir aile dostu ve bir arkadaş ile daha şimdiden paylaşılmıştır. Hayat gerçekten paylaştıkça güzeldir.

Tam bu sıralarda da ekmek adına annenin yol göstericisi olan iki güzel insan, Ne Yiyorsak ''O''yuz der ve gene ekmeği konuşurlar... Bu sefer ekmeğin her halini...

Anne der ki, mutlaka kendi ekmeğinizi mayası da dahil olmak üzere evde yapmayı denemeli, ''Gerçek Ekmek'' e ulaşmalısınız. Onun tadını aldıktan sonra, diğerlerini zaten yiyemeyeceksiniz...