26 Eylül 2012

Jared Diamond: Toplumların Çöküşü Üzerine



Bugünlerde, ülkemde onca olup biten varken, tüm bunların silah üretenlere hizmet anlamına geldiğini biliyorken ve barış içerisinde topraklarımı ekip biçme arzusunda iken, daha fazlasına dayanamıyorum hele kan görmeye hiç dayanamıyorum derken bu film izlenmeli kanaatindeyim. Üstelik Türkçe alt yazılı.

Herşey bizim ellerimizde, bugünden yarını düşünmek ise en önemlisi, bölünmemek ve buna izin vermemek en önemlisi!

20 Eylül 2012

Karaca Arboretum

İki haftasonu öncesi, yolumuz Karaca Arboretum'a düştü. Daha doğrusu ben çok istediğim için, bir başka niyetle çıktığımız yolun ilk durağı Karaca Arboretum oldu.

Atatürk Arboretum'u hakkında yazdıgım bu ve bu yazıdan bildiğiniz üzere ''arboretum'' canlı ağaç müzesi demekmiş. Karaca Arboretum ise Türkiye'nin ilk özel Arboretum'u. Arboretumların sayısı oldukça az ülkemizde.
  • Atatürk Arboretumu
  • Karaca Arboretum
  • Çukurova Süleyman Demirel Arboretumu
  • Köyceğiz Yunus Emre Arboretumu
  • Kavaklı Orman İşletme Şefliği Arboretumu
Bir elin parmakları ile sınırlı. Kaynak bu makale. Eğer arboretum ve botanik bahçelerine merakınız varsa okumaya değer.



Karaca Arboretum'un arazisi Hayrettin Karaca'ya babasından kalmış. Babası, zamanında kavaklık yapma planı ile almış araziyi. Ancak çok killi ve bataklık bir durumda olduğu için, kavak yerine meyve ağaçları ekmesi önerilmiş ve elma, şeftali ağaçları ekilmiş. 

Yıllar sonrasında, babasının vefatının ve kardeşler arasındaki miras paylaşımının ardından, payına düşen bu alanda Hayrettin Karaca bir ev yaptırmaya karar vermiş. Evin etrafına da doğa aşığı olduğu için güzel bir bahçe kurma fikri, bahçeyi bugüne Karaca Arboretum olarak taşımış. Tarihçeye buradan ulaşabilirsiniz.

Verimsiz, killi, bataklık durumdaki bu arazi için, iflah olmaz raporu da varmış ama bu rapor Hayrettin Karaca'yı durduramamış! Sonuç olarak Arboretum Uluslararası Ağaç Bilimi Cemiyeti tarafından ödüllendirilen bir yer olmuş. Başarı öyküsünü buradan okuyabilirsiniz.


Kendisi de şu anda yaz aylarını burada geçirmekteymiş. Başkalarına örnek olması açısından, bahçesini vakfa gelir sağlanacak bir bağış karşılığında halka da açmış. Karaca Arboretum'da, bir fidanlık, halka açık olan ama içinden kitap alınmasına izin verilmeyen bir kütüphane, Hayrettin Karaca'nın gezdiği ülkelerden derlediği fotoğraflarından oluşan bir de dia kolleksiyonu var. Dia kolleksiyonunu görmek için randevu almanız gerekiyor.


Arboretum hem Türkiye'nin endemik türlerini barındırıyor, hem de dünyanın dört bir yanından gelen ağaçları.
En sevdiğim yumuşacık gövdeki Sekoyalar da dahil olmak üzere hayran hayran seyredebileceğiniz pek çok ağaç var bahçede.

Benim için en büyük sorun, sürenin rehber eşliğindeki gezi ile sınırlı olması ve gezmek için gelenlerin benim gözümle o ağaçlara bakamaması! Sessiz sakin, fotograf çekerek, ince ince inceleyerek gezmek isterdim kendi adıma. Ama ne yazık ki, böyle bir şans yok. Özel mülk olduğu için ve oraya gelen her insanın da o mülke gösterdiği özen aynı olmayacağı için vakıf ve Hayrettin Karaca haklı elbet.  Belki özel izinle, sakin sakin başka bir zaman gezme fırsatı yakalarım kim bilir?


Şu anda gördüğünüz her bir fotoğraf, bir koşturmanın eşlikçisi olarak çekildi. Randevu almak kaydı ve yanlarında bir görevli eşliğinde, evlenen çiftler de fotoğraf çektirebiliyorlarmış. Böyle iki çifte denk geldiğimizden, onların en özel fotoğraflarını da bozmak istemediğimizden, diğer yandan bitkileri incelemeye çalıştığımızdan, huzur dolu olması gereken gezi biraz stres dolu geçti. Gene de görmek güzeldi. Sessizliği, kuşları dinlemek güzeldi.


En en en güzeli de Hayrettin Karaca'dan gençlere yazılan mesaj. Onun kaleminden okuyun lütfen!
Mesaj, Atatürk'ten alınan şu sözlerle bitiyor:

Her şeye karşın, ne olursa olsun bir aydınlığa doğru yürümekteyiz. Bende bu inancı yaşatan güç, yalnız sevgili yurduma ve ulusuma duyduğum ölçüsüz sevgim değil, bugünün karanlıkları, ahlaksızlıkları, şarlatanlıkları içinde salt vatan ve gerçek sevgisiyle ışık serpmeye ve aramaya çalışan bir gençlik gördüğümdendir.”

Bu sözler ise herşeye bedel!


Hayrettin Karaca ve Nihat Gökyiğit elele verip 11 Eylül 1992'de TEMA vakfını kurmuşlar. Vakfın kuruluş hikayesi burada.

Nihat Gökyiğit, aynı zamanda Türkiye'nin ilk özel botanik bahçesi olan Nezahat Gökyiğit Botanik Bahçesi'nin de kurucusu.

Vakıf, zaman zaman eleştriler almakta. Gerek, Nihat Gökyiğit'in suni gübre üreten bir firmanın yönetim kurulu başkanı olmasından kaynaklı. Gerekse vakfın diğer kurucu üyelerinin sanayiciler olmasından kaynaklı.
''Para'' ve ''Doğa'' sözcüklerini yanyana görmek çoğu zaman ben dahil pek çok kişinin hoşuna gitmiyor. Bunun yanında bildiğiniz gibi, suni gübre toprağa en büyük zararı verenler arasında.

Diğer yandan, erozyon ile ilgili en önemli çalışmaları yapanlar da gene bu ikili ve kurucusu oldukları vakıflar! Ne ülke yönetimi, ne bakanlıkları, ne de bu işlerden sorumlu diğer kuruluşlar, onlar kadar çalışıp çabalayıp uğraşmıyor.


Bu noktada permakültür gözüyle bakınca da benim aklım karışıyor!

Karaca Arboretum'u mesela. Adım attığımız ilk dakika mevsimi geçen çiçeklerin söküldüğünü, boş kalan alanların gübrelendiğini gördüm. Hatta gezenler, yazık, yok olacak deyip tohum almak üzere atılan çiçeklere adeta saldırdılar.

Sonrasında gördüğüm herşey, doğaya bırakılıp çok fazla müdahale edilmeyen Atatürk Arboretum'undan farklıydı. Öylesine ki, insan eli çekilse bu güzelliklerin yok olacağına dair bir şüphe duydum içgüdüsel olarak.


Belki bu alanın ilk defa bahçe olarak tasarlanmasından kaynaklı bir durumdu bu bilemiyorum.

Sorduğum soruların çoğu yanıtsız kaldı, zira rehberimiz kısa süre önce işe başlamıştı. O alanda, o da hiçbirşey bilmeden geziyordu, gezdiriyordu.


Bir süre sonra gübre kokusuna, yerlere ekilen çimlere, devamlı herşeyin sulanmasına(permakültürde sulamaktan çok su tutacak ortamları oluşturmaktan söz edilir zira) takılmayı bırakıp, günün tadını çıkartmaya koyuldum.

Arada bir iki meyve ağacı görüp mutlu oldum. Gerçi onlar da süs amaçlı olanlardan idi ama olsun, hiç olmamasından yeğdir.


Bu kaktüs türünü bilsem de meyveleri ve çiçeğini ilk görüşümdü böylece tanıştığıma memnun oldum.



Bu bodur ağacın, Pinus brutia "Nana" olduğunu az önce fidanlık bitkilerine bakarken öğrendim. Öyle bir türmüş ki, kayaların arasında yetişir, kökleri büyüyemediği için de bir nevi bonsaiye dönüşürmüş.


Görüldüğü üzere o da kocaman kayanın üzerinde gayet bonsai edasıyla süzülüyor.


Bu kozalaklara bayıldım. Büyütecim olsa incelemek istedim, biraz fotoğraf makinesinin objektifi ile yanından bakmaya çalıştım. Zamanım olsa ismini not ederdim. Şimdilik adı bulunacaklar listesine yazıldılar!

Fidanlık bitkileri arasında Bursa'ya özgü endemik bir türden bahsediliyor. Dünyada 10 tane kaldığı bilinen bir ağaçtan bahsediliyor. İçinden otoyol geçenleri biliyorsunuzdur(ismini özellikle söylemiyorum, bulmaca gibi çözülsün diye), onlar anlatılmış... Merak ediyorsanız okuyup araştırın derim. Ben her okuduğumla apayrı dünyalara gidiyorum zira. Uçsuz bucaksız bir dünya ve benim hayatım öğrenmeye yetmeyecek, gene de ne öğrensem bir gün bir şekilde karşıma çıkıyor ve işime yarıyor. O yüzden ne, ne gerek var diyorum, ne de ömür yetmez deyip araştırmayı, okumayı bırakıyorum!


Yapay minik bir göletçik burada da vardı. İçinde su kaplumbağaları olanından hem de. Bizim böcüğün ördek görme hayali gerçekleşemedi ama kaplumbağalarla idare etti.


Buradan sonrasında sizi fotoğraflarla başbaşa bırakıyorum.

Onlar kendilerini anlatıyorlar zaten. Cosmos çiçekleri, yumuşacık ipek gövdeli bir tanecik sekoyam, ekinezyalar, çan çiçekleri, mimoza... Daha göremediğim niceleri.

En büyük soru işareti içimde kalarak oradan ayrılıyorum.

Bu kadar güzelliğin içerisinde, dönümlerce arazinin ortasında,  Hayrettin Karaca, besleneceği meyve ve sebzeleri nereden temin ediyor?
100 m2'lik bir alanda bir kişinin yazlık ve kışlık yiyecek ihtiyacı karşılanabiliyorsa, bu dönümlerce arazi, gıda ormanı olsa kaç kişi beslenebilirdi?
Bir gün aynı soruları Hayrettin Karaca'nın kendisine yöneltebilmek hayali ile oradan ayrılıyorum. Yanımızda Hayrettin Karaca'nın önerisi üzerine satışa sunulmuş iki kitap ile birlikte.
















19 Eylül 2012

Tontonuma....

7 yıl önce bugün...
Tam bu saatlerde...
Son vedamız!

7 yıl önce bugün...
Sırtımı dayadığım güven ağacımın gövdesini kurutan hastalığa yenik düşüşümüz...

Ve nasıl bir tesadüftür ki, tam 1 yıl önce,
aynı hastalığın, aynı gün, benzer saatlerde bir başka güven ağacını, dayıcığımı aramızdan alışı...

Zor, çok zor kelimelere dökmek hasreti, gözyaşını, sevgiyi...
Zor, çok zor anlatabilmek bugünü, danışabilmek aklı.
Meğer ne kadar büyük bir boşlukmuş bu asla yeri doldurulamayan ve doldurulamayacak olan.
Meğer ne kadar zormuş unutmaya çalışmak...

Şimdilerde adını taşıyan bir böcük var evde, içimizi umutla dolduran, aklı, bilgeliği dedesine benzesin diye duacı olduğum.

Huzur ve rahat içerisinde uyu Tontonum.

10 Eylül 2012

Şehirleri Çölleştirenler

Şehrimizin yol kenaları son yıllarda iyice şenlendi. Bu konu üzerinde her seçim yazılanlar, çizilenler arttı. Ama artık yazan çizenler de evrim geçirdiği için, konu ne kadar dikkate alınır bilemiyorum.

Başlarda özellikle de İngiltere'de yaşadığım yıllarda, İstanbul'a gelişlerim lale zamanına denk gelirse, acayip keyif alıyordum. Şehri rengârenk sümbüller, laleler, nergisler içerisinde gördükçe.

Sonraları farkettim ki, çiçeklerin dikim sıklığı İngiltere'deki emsallerinden çok daha yakın/sık şekilde. Sulama için tonlarca su harcanıyor bir günde.

İçim gitmeye başladı. Koskoca bir şehir. Şehrin akla hayale gelmeyecek milyonlarca ihtiyacı içerisinde yanlış yöntemlerle bezenen çiçekler.

Yaz aylarında Konya'ya gitme şansım oldu. Şehircilik anlamında son dönemde yıldızı parlamış olanlardan birisi. Her yer orada da ağaçlandırılmış. Baktım büyükçe bulvarlardan birisinde, yolun sağ tarafına akasya ağaçları ekmişler. Orta refüje ise güller, güllerin ortasına da çınarlar.

Sonra düşündüm. Akasya ağaçları toprağa azot veren türlerden. Yani bitkileriniz gölgede kalmayı seven türlerden ise, yanına akasya ağacı diktiğinizde gübre vermenize hiç gerek yok, akasya o işi zaten kendiliğinden hallediyor. E o zaman dedim kendi kendime, neden güllerin arasına akasya dikmez bu insanlar? Akasya dikseler, fazladan yapacakları bir işlem ortadan kalkacak! Değişse çınarlarla akasyaların yeri, herşey tamam olacak!

Sonra İstanbul'a döndüm. Kurs başladı. Birara yolum Atatürk havaalanı'nı sahil yoluna bağlayan kavşağa ulaştı. Oradan Bakırköy istikametine giderken, sol tarafta, askeri lojmanların önünde bu yazıya eşlik eden fotoğraflardaki görüntüler beni beynimden vurdu!

Kursta öğrendik ki, verimli üst toprağın oluşumu yüzyıllar gerektiriyor. Siz deyin 400 yıl, ben diyeyim 600! Yer, iklim, koşullara göre değişiyor. Toprakta yaşadığımız en büyük sorun erozyon ve çölleşme.

Çöl derken, öyle uzaklara gitmeyin. Afrika ya da kuzey Asya'daki çöller, Arap çölleri gelmesin gözünüzün önüne. Sizin evinizin önündeki toprak da çölleşmekte! Her gün bir adım daha yakınsınız o Amerika'da cowboy filmlerinde gördüğünüze benzer çölleri kapınızın önüne getirmeye.

Nasıl mı? Çok basit! Yanlış planlama, yanlış sulama, yanlış bitki ekimi ve erozyona sebebiyet.

Erozyon ile birlikte toprağın verimli katmanı gidiyor. Sonrasında suladıkça(buna suladığınız çim bahçeniz de dahil) toprağın tuz oranını/konsantrasyonunu arttırıyorsunuz. Toprak tuzlandıkça üzerindeki bitkileri yaşatmaz hale geliyor. Öldürüyor ama bunu siz ona yaptırıyorsunuz. Sonra vah vah deyip yardım edelim toprağa diyorsunuz, aklınızca besin takviyesi yapıyorsunuz ya da verimli olduğuna inandığınız gübre, toprak karışımını döküyorsunuz. Aynen bu fotoğraflardaki gibi ve ağaçlandırma yapmıyorsunuz, çalı bitkileri, yer örtücü, kökleri ile azot bağlayıcı ve toprağı tutan bitkiler ekmiyorsunuz ve yağmurlar süpürüyor toprağı, verimsiz, çölleşen bir hal alıyor. Çıplak kalıyor, çatlıyor, minik parçalara bölünüyor ve bir bakıyorsunuz toprak olmuş kum! Yemyeşil ve halkını gani gani besleyen Afrika olmuş çöl ve sizin kapınızın önündeki toprak aynı yolda gün gün ilerliyor. Belki yarın, belki yarından da yakın Afrika'ya dönme durumunuz/durumumuz.

Torbaların altındaki toprağın durumunu görüyor musunuz? Erozyonu, kayma hareketini gayet net bir şekilde gözlemleyebiliyor musunuz? O torbaların içi boşaltıldığında kaç gün sürecek o alanda durmaları sizce? Yeniden aynı duruma kaç günde dönüşecek? Sonra hoooop yeniden, yeni torbalar, yeni çiçekler ve çimler gelecek o alana. Çimlerin kökleri kısa olduğu için toprağı tutmayacak. Üzerine gübre atılacak. Oysa çim yerine azot bağlayan bir başka yer örtücü konulsa bu alana toprak kendi kendisini onarmaya başlayacak!

Sonra sulanacak sulanacak sulanacak...

Oysa su tutan sistemler yapılsa, ara ara minik yağmur suyu hendekleri kazılsa, sulanmadan doğal yolla, yağmur suyu ile beslenecek bitkiler.

Nitekim çocukluğumu düşünüyorum. Şehir kenarlarındaki eğimli alanlara illa ki, bodur ağaçlar, çiçekli çalılar ekilirdi. Hiç bu kadar uğraşılmaz, kendi kendisini sulayan sistemler oluşturulurdu. Atadan, deden kalma yöntemleri herkes adeta doğuştan bilirdi. Şehrin bitkilerden sorumlu kurumu, danışılan, okullara öncü olan bir yerdi. Şehir halkı yerel bitkileri oradan temin ederdi. Yerel bitkiler dışında bitki olmazdı. Şimdi gidip bakın, kaç ithal, kaç yerel bitki satılıyor o kurumlarda, lütfen söyleyin bana. Ben bu yaz birkaç süs bitkisi aldım. Hepsi ithal gelmiş! Peki nerede benim İstanbul'umun çiçekleri, ağaçları, çalıları? Kaç kişi kaldı onların isimlerini bilen günümüzde?

Yurtdışındaki şehirlere gidip de bir bakın, kaç ithal ağaç, bitki var yol kenarlarında, bahçelerinde, dükkanlarında?

Bu topraklar yeşertilmezse, bu topraklar bu şekilde işlenmeye devam ederse, bu haberleri Çin'de, Amerika'da  çok duyarız daha! Çok çok daha yakınımızda hatta, kendi kapımızın önünde!

Siz toprağa kötü davrandıkça, o normal hayatına dönmek isteyecek. Siz yaşayan bir sistemle oynadıkça, o kendisini korumak isteyecek. Bu sebeple bırakın ona ihanet etmeyi, bırakın onunla savaşmayı. Dost olun. Elinizi değdirin, sevin, o da sizi sevsin. Onun sevdiği bitkileri ekin, üzerinden atmasın. Onu kendi akışında mutlu olmaya bırakın.

Şehirleri süs bitkileri ile değil yenebilen, çiçek açan bitkilerle donatın, lavantalar mis gibi koksun mesela. Bu bitkiler hem gözünüze güzel görünsün, hem de aç kalanları beslesin. Çok zor değil bunu başarmak. Yere düşen meyvelerle kuşlar, toprak, toprağın altındaki canlılar beslensin. Yerel türler olsun ki bunlar, İstanbul'un meyvesi diyelim.

Çok geç olmadan kendi evimizin önündeki boş alandan başlayalım ve belediyelerimize de sesimizi duyuralım!