23 Ağustos 2012

Mavi mi, Kırmızı mı?

 (Akdeniz Permakültür Konferansı'nda, Rhamis Kent, Dambisa Moyo'nun şu yazısından söz ederken)

Matrix filminde Neo'ya yazının başlığındaki gibi, mavi mi, kırmızı mı diye sormuşlardı galiba değil mi?

Alice, tavşanı izlerken, merakına yenik düşmüştü...

Ben de önce babamı kanserden kaybetmenin ardından, sonra da genlerde bu meret var, aman çocuğu sağlıklı besleyeyim derken öyle bir dünyaya daldım ki, bilinç neymiş, bilinçlenmek neymiş her gün Alice gibi ben de öğreniyorum. Bir uyanıyorum, bir uyuyorum... Alice gibi öğreniyorum diyorum, çünkü bu öyle bir dünya ki, var, ama varlığından çoğumuz bihaberiz. Hatta pek çok markayı dost ürün olarak biliyoruz. Evlerimizde, hayatımınızın bir parçası olarak kullanıyoruz. Onlar ise bizlere sağ gösterip, sol vuruyorlar. Kırmızı Şapkalı kızdaki kurttan farkları yok! Dayağı yiyoruz, ağırlığını hissediyoruz, ama bize ne olduğunun farkında olmadığımız için, güle oynaya gene o ormana gidiyoruz. Hem de hiçbir önlem almadan.

Facebook kullanıyorum. Çünkü, ilgi alanlarıma göre grup ve sayfaları takip ediyorum. Bugün o sayfalardan birisinden şu bağlantı geldi. İçeriğinde bahsettiği hormonal kökenli bir bitki ilacı. İlacı üreten firma ise en güzel suratlı mankenin, pH'ını öve öve bitiremediği sabunu üreten firma ile aynı. Elbette ikisi birbirinden farklı ürünler. O sabunun ne olduğuna siz karar verin. Benim anlatmaya çalıştığım, o firmanın ne kadar ellerinde olduğumuz, ne kadar iliğimiz kemiğimiz o ve benzeri firmalar tarafından sömürülüyorı ve onları ne kadar dost sanıyoruz...

Yazıda hormonlar, onu alan hayvanlar, yedikleri samanlar, sonra da gübre olarak istenen, istenmeyen her yere ilacın dağılımından bahsedilmiş. Okumayı size bırakıyorum ki, bileşenler net bir şekilde yerlerine oturtun.

Sonra aklıma hemen Türkiye'de pahallı bulunduğu için yurtdışından ithal saman getirtilmesi durumu geliyor! Ali Ekber Yıldırım, Şap'a rağmen saman ithalatı yapılacak demiş, yazı burada.
Akıllara şenlik bir durum bu üstelik. Diğerlerinde olduğu gibi...
Et ithal olarak geldi, halimiz malum. Çoğu imha ediliyor ya da edildi şu sıralar. Anguslar ayrı hikaye. Artık bunları duymayan kalmamıştır sanırım.
Süt, süt tozu olarak geldi, içinden neler çıktı neler...
En son Toprak Mahsulleri Ofisi'nin silolarında bekleyen buğday neyin nesi imiş, onun tartışmaları devam etmekte. Herşey bu haberin ardından başladı...

Sonra şu bilgilerle karşılaştım... Vietnam'ı, orada yaşananları, bilir misiniz bilmem ama bir kimyasalın kullanıldığını, sonrasinda oradaki halkta çok büyük zararlara yol açtığını, etkilerinin nesiller boyu sürdüğünü duymuş ya da okumuşsunuzdur. O ilaca, içinde bulunduğu varilin üzerindeki turuncu çizgiye istinaden orange agent(turuncu ajan) denilmekteymiş. Amerikalılar, Vietnamlılarla sık yapraklı, bol ağaçlı ormanlarda mücadele edememekteymişler. Vietnamlılar ormana kaçıyor, saklanıyor, olmadık zamanda da Amerikalıların karşısına çıkıyorlarmış. Yeni stratejiler geliştireceklerine, medeniyet icat oldu, mertlik bozuldu misali, işi kimyasal üreten firmalara devretmişler ve ağaçların yapraklarını döken, adına orange agent denilen bu kimyasalı, uçaklar yardımı ile havadan insanların, köylerin olduğu alanlara püskürtüvermişler. Yapraklar gitmiş, Vietnamlılar ortaya çıkmış. Onlar da rahatça işi bitirmiş. Ardından neler geleceğine bakmadan.... Hala bakmadıkları gibi... Sonrası mı, buyrun sonuçlarından en hazin olanını, tıklayarak okuyun lütfen, kaç tür kanseri de beraberinde getirdiğini. Ya üretici firmalar mı kim? Birisi yukarıdaki yazıda sözü geçen firma. Orange agent'ın üreticisi kim deyin, Google söyleyiveriyor hemen size zaten. Diğer firma mı? Onun adını da GDO'larla birlikte bol bol duyarsınız. İsim değiştirmiş ama silememiş izini. Buyrun kendilerini nasıl savunduklarını okuyun bizzat. Bakalım ikna edici buluyor musunuz?

Ne kadar çarpıcı ve ne kadar etkileyici politikacıların ağızlarındaki bu küreselleşme hikayesi değil mi?

İstemiyorum ben böyle küreselleşmeyi de medeniyet denilen tek dişi kalmış canavarı da.
Cep dolduran, canavara, aç gözlü insanların daha daha diyen çocuklarına, kaynak olmaya karşıyım!
Daha dün bakkalın önüne, son model tahta iç kaplamalı jeep i ile gelip, bütün çöpünü arabasının altına atıp(kendi arabası temiz olacak ama sokak, ülke, dünya ne olursa olsun), alüminyum kutuların üzerine basan tekerlek sesleri ile mahalleyi çınlatan o ve benzeri çocukları hayatımda görmek istemiyorum... Maddiyat uğruna dünyayı satan insanları da...

Hayatımız onlar yüzünden hikayelerle doldu... Onlar zengin olsun ve istediğini yapabilsin diye...
Suya elimi atıyorum başka hikaye, ekmeğe elimi atıyorum bir başka...

Biz ne yaptık. Kendimizce elbet... Bu senenin ilk üretimi kendimize ait mahsulünü ortaya çıkartmaya çalıştık ve bayramda ellerimizde idi, mutluyuz!

Geçen sene gittiğimiz Bayramiç Yeniköy'de bize nefis bir bulgur pilavı ikram edilmişti. Çok beğenmiştik. Bunun üzerine utana sıkıla buğday tohumu var mı diye sormuştuk. Sağolsun onlar da bizim için buldular. Oradan temin ettiğimiz sarı buğday tohumlarını, eşimin ailesinin bahçesine ekti kayınpederim varolsun. Böylece, bize en güzel bayram hediyesi de sarı buğdaylar oldu. Biliyorsunuz, bir tane buğdaydan başak ve başağın üzerinde de pek çok tane buğdayınız oluyor. Böylece yüzümüzü kara çıkartmadı buğdayımız. Günü gününe, çocuk bekleyen çiftler gibi, sorduk soruşturduk halini. Bir ara yattı sizin buğday dedi kayınvalidem, ödümüz koptu. Altta kalan küflenip bozulur dediler zira ama birşeycik olmamış. Tam tersi köydeki diğer ıslah edilmiş tohumla üretilen buğdaylar bozulmuş yağmurla, rüzgarla, bizim yerel buğday, cılız tohum, boynunu bükerek, hayatını kurtarmış.
Buğday ile birlikte biraz unumuz da var. Un az çünkü huysuz gelin olarak ben taş değirmende öğütülsün illaki dedim, onu bulamayınca akraba değirmeninde tadımlık çektirmiş bizimkiler. Kayınvalidem bir de ekmek yapmış, taş fırında pişirmiş. Onu da yollamış. Acayip keyifliyiz. İlaçsız mis gibi tüketilecek buğdayımız, unumuz, ekmeğimiz oldu. Vakitleri olursa bulgur da yaparlar belki bize kim bilir? Bu işte benim parmağım az. Sadece istekler kısmından sorumluyum.

Ama Haziran sonu, Temmuz başında gittiğim ''Permakültür Tasarım Kursu'' 'nu herkese tavsiye ediyorum. Ben kurtuluşu bir avuç toprakta da olsa kendi ürettiğimizde, üretimini bildiğimiz ürünleri almakta buluyorum. Bunun yanında olağanüstü durumlarda ayakta kalabilmenin yolunun da buradan geçtiğine inanıyorum.
Çünkü kursa gittikten sonra farkediyorsunuz ki, bu bir yöntem değil, sistem değil sadece, bir hayat biçimi. İçerisinde pek çok bileşen var. Öyle bir noktaya geliyorsunuz ki, gerçekten Alice ya da Neo gibi bakıyorsunuz boş boş. O boş bakışta sizi ya yukarıdaki örnekteki büyük firmalar dişlileri arasına alıp sağmal inek yapacak(evet işletme okurken böyle bir terim de öğrenmiştik) ya da siz kendi ayaklarınızın üzerine basıp, iyi ve kötüyü ayırt edeceksiniz. Tercih sizin. O kimyasalları üreten kimya mühendisi meslekdaşlarımın yerine MBA yapmış bir kimya mühendisi olarak, ben bu yolu seçtim, mutluyum, vicdanımla da barış halindeyim!

Bu senenin son kurs detayları için buraya bakabilirsiniz. Başlamasına az kaldı ama hala çok geç değil...

Siz siz olun, yediğiniz içtiğinizin nereden ve nasıl geldiğini sorgulayın lütfen!

Siz siz olun, bu dünya için güzel, iyi yönde üretken birşeyler yapın. Bir meyve ağacı dikin mesela. Sadece ağaç demiyorum, meyve ağacı diyorum. Birşeye başladığınızda ondan birden fazla fayda sağlanması öğretildi çünkü kursta bize...Dolayısıyla, kuşlara, insanlara, toprağa kısaca canlılara faydası olacak bir meyve ağacı olsun bu. Mesela bir iğde olsun ki, kökleri azot versin toprağa, böylece kimyasal gübreler kullanılmasın, meyvesi fayda olsun, sonra toprağa düşsün, orada hayat bulsun. Hayal gücünüz ve bilginin gücü sınırsız, onları iyilik için kullanın.

Siz siz olun durmayın, birşeyler yapın... Herşey için çok geç olmadan...

16 Ağustos 2012

Yeni Lavanta Torbaları

Bu aralar gözlerimi Pinterest'e, parmak uçlarımı da iğnelere hediye ettim. Evde eğlence var! Anne kalıp çıkartıyor, bulduğu kâğıt parçasını ganimetmiş gibi kapan Uğur Böcüğü, ''Anne bu benim olsun mu? Nooolur noooolur...'' diye salonun bir ucuna kaçıyor. Bu hale dayanamayan anne bir de ona kalıp çiziyor... Sıra kumaş kesmeye geliyor, artan parçaları gene Uğur Böcüğü kapıyor. Anne bak kendime kask yaptım derken, ince ince kumaş kırpıkları dalgalı saçlarının arasından sarkıyor. İplikten, kumaşa, kâğıda kadar illa birşeyler o saçların içine kaçıyor. Ama Böcük inanılmaz keyifli, inanılmaz mutlu.

Bebekliğinden beri evde ne zaman patchwork yapılsa şenlik başlıyor. Şimdi dikiş dikme ile ilgili ne varsa adı ''Paçpörk malzemesi'' bizim evde.

Cetvel, gönye, pergel kavgamız da var elbet! En sonunda çözümü kendisi buldu. Bitirdiğim Permakültür Tasarım Kursu(bu senenin son kursu önümüzdeki hafta başlıyor bu arada, detayları burada kaçırmayın derim!) notlarını temize çekmek için defter ararken girdiğimiz kırtasiyede kendisine cetvel seti buldu. ''Anne bu paçpörk cetvellerinden istiyorum, sen seninkileri vermiyorsun'' buyurdu! Çocuk haklı. Vermesine veriyorum da, onun olmuyor. Ganimet olarak götürüp de dolabına koyamıyor. Bu şartlarda onun için eylem anne paçpörk malzemesi vermiyor oluyor... El mecbur aldık seti. Şimdi o da çizimlere başladı. Anneye bakıyor, aynısından yapmaya çalışıyor.

Herkes mutlu...

Patron anneye, çok çalış bakalım dedi. Anne de oturdu yeni lavanta torbaları buldu.

Patron diye takıldığıma bakmayın, kendisi çok cici, çok tatlı, aslında patronluk falan yaptığı da yok. İlk defa Berceste vasıtasıyla benim el işlerimden alan dünya tatlısı Fulya o, takılmam da bu yüzden.

Neticede beni yönlendirdi ve ortaya bu lavanta torbaları çıktı işte.

Böylece Ben Ellerimle serisinin bu ayki elemanları da belli olmuş oldu.

Kalpli Matruşkalara devam... Yeni renkler ilave oldu hatta onlara.

Yeni elemanlar Mantar, Matruşka teyze, Horoz, Kalpli Tavşan.

Beğenilerinize sunulur, müşterilerini keyifle bekler...

Bizimkinin ellerinden kurtulabilirlerse elbet.

05 Ağustos 2012

Çiftçi Değil Öğretmenim


Stephen Ritz, '' Çiftçi değil, ebeveynim, öğretmenim!'' diyerek başlamış konuşmasına. Çoğunluğu terkedilmiş, evlat edinilmiş, özürlü, evsiz çocukları projesine dahil ederek başlamış yola. Öncelikle tohumları tasnif ederek başlamışlar işe. Bir firma sponsorları olmuş...

Canla, yürekle çalışmışlar. İngilizce bilmeyenler bile gösterdikleri fotoğraflardan tek tek neler yaptıklarını rahatça anlayabilir. O kadar net ve açık.

New York'un ilk iç mekan yeşil yiyecek elde edilebilen duvarını yapmışlar.
Kullanılmayan ya da toprağı kötü, hiçbirşey yetiştirilemez denen yerlerde kucak dolusu yiyecek yetiştirmişler.

Çocuklar kantinde çok ucuza aldıkları adına gıda denen, kendisi gıda taklidi yapan paketli yiyecekler yerine, tazecik meyve ve sebzelerle beslenmeye başlamış.

Çalışmaları örnek olmuş ve bir projeyi bir başkası izlemiş...

Sonuç çok güzel!

Ben Facebook'ta takip listeme aldım sayfalarını. Bize de örnek olur dilerim.

Demet sormuş, kendinizi kötü hissetiğinizde ne yapıyorsunuz? diye...

Böyle örnek hikayelerle yeniden kendimi buluyorum Demet!