29 Şubat 2012

Okullu mu? Alaylı mı?



(Esas kaynağından seyretmek isterseniz, bağlantı burada)

Hep bir ikilemdir ya, okullu olmak mı, yoksa alaylı olmak mı daha iyidir? Kim daha çok bilir? Çok okuyan mı? Çok gezen mi?

Sizi Bunker Roy ile tanıştırmak istiyorum.(Kendisini ve yaptıklarını Permakültür Türkiye grubuna yazdığı e-posta vasıtasıyla bizlere tanıştıran İnci Gökmen'e de teşekkür etmek istiyorum)

Bunker Roy, Hindistan'ın en elit ve züppe okullarından birisinden mezun olduğunu söylüyor. Okulu bitirip, köyde yaşamak, çalışmak istiyorum dediğinde annesi yanından kaçmış ve senelerce onunla konuşmamış. Kendisini, yıllarca onu yetiştiren ailesine hıyanet etmekle suçlamış. Ama Bunker Roy neler başarmış, onun dilinden dinleyin lütfen. Çevirenlere teşekkürler, sayelerinde Türkçe alt yazı imkanı da var.

Ben, kraliçeye kim olduğunu söyleyen özgüveni sonsuz 12 yaşındaki çocuğa, kaplan kadınlara bayıldım... Aslında sunumun her bir cümlesi derinden etkiledi beni.

Aklıma Cumhuriyetin ilk yıllarındaki Türkiye, ülkemin becerikli kadınları, çocukları geldi... nefis bir proje olarak başlamış olan, bugünlerde herkesin hep andığı Köy Enstitüleri geldi... Akın amcanın çocukluk anıları, rahmetle andığımız babasının anıları geldi...

Uzun lafın kısası, seyredin ve kendi dersinizi çıkartın derim...

14 Şubat 2012

Sevenlerin Gözü Kör Olur, Görmez Sevdiğinden Gayrısını...

(Bleeding Hearts - Dicentra - Kanayan Kalpler Çiçeği)

Toplum var, toplum var, her birinde de ayrı ayrı fark var. Birinin elbisesini alıp, diğerine giydirmeye kalktığınızda size bazen büyük gelir, bazen dar. En güzeli kendi elbisenizi giymektir. Ah ama süslemek istersiniz, o zaman kendinize yakışan için farklı toplumlardan beğendiğinizi katarsınız ama size uyanından. Yoksa taktığınız küpe kulağınızı acıtır, ayakkabı vurur, erkekler için kravatta ya da papyonda olur bir şekilde eliniz, belli eder bir güzel yakışmadığını...

Toplumlarda piyasayı hareketlendirmek, işgücünde istihdamı arttırmak için ara ara birşeyler halka alışkanlık edilmeye çalışılır. Belli günlerde satışlar artar çünkü. İhtiyaç olsun ya da olmasın... İngiltere'de yaşarken, Christmas ile açılırdı alış-veriş zamanı insanların. Gerekli, gereksiz, sadece alınmış olması için alınan bir sürü hediye dolaşırdı çam ağaçlarının altında. Sonrasında ağaçlar ayrı çöp olurdu, alınanlar ayrı. Torba torba hayır derneklerinin dükkanlarının önüne bırakılırlardı. Yapılan ziyanı saymayacağım artık biliyorsunuzdur. Ama gene de albenisine kaptırıyorsunuzdur kendinizi. Yiyecekler ayrı, hediyelikler ayrı...

Ama bir de şöyle bir yönü var bu durumun, o insanlar, çoğu zaman yılda bir kez biraraya gelir. Çoğu tek çocuklar bile annesini, babasını yılda bir kere görür. Onda bile kaçacak bahane arayan çoktur. Çünkü toplum bireysellik üzerine kurulmuştur. Ben merkezlidir. Yaşlılara hürmet olsa bile, bizdeki gibi korumak, gözetmek, baştacı etmek yoktur(bizde de bu durum zıvandan çıkmış halde ya neyse, gene özenti diyelim). Huzurevlerinde ''o günün'' gelmesini bekler yaşlılar ya da eli ayağı tutmaya yetenler kendi evlerinde. Hayırlı olanları yok mudur, elbet vardır. Ama genelde gördüğüm diğer kesimin daha çok olduğundan yanadır.

Sonra sıra Sevgililer Günü'ne gelir. Heryer kırmızıya boyanır. Kalplerden insana fenalık gelir.

İngilizlere özel Pancake Day vardır. O gün için tava satışları tavan yapar. Hazır yapılmış pancakeler, pancake karışımları marketteki raflara birer birer dizilir...

Anneler Günü gelir çatar Mart ayında. Bu gün, neden Mart ayında İngiltere'de bilmiyorum...

Sonra Easter vardır. Yumurtalar, tavşanlar, sepetler, o güne özel yiyecekler...

Yaz dönemi biraz boş geçer ama yaz indirimi olduğu için zaten yığınla dış ülkelerden gelenler vardır, sırf alış-veriş için... Kazanır gene ticaret yapanlar.

Sonra Harvest Fest vardır. Hasat Bayramı. Onda daha çok evde atıl durumda kalan yiyecekler fakirlere bağışlanır.

Elma günü gelip çattığında, elmayla yapılacak olan yiyecekler için mutfak malzemeleri raflardaki yerini alır.

Bol tantanalı ve kabaklı Cadılar Bayramı... Bol bol çikolata, şekerleme, kıyafet, aksesuar...


Guy Fawkes Day... Bol bol havai fişek ve odun... Yanında film piyasasını ihya eden DVD, CD ler...

Ve gene Christmas... Çevrim böyle devinir gider...

Farkında iseniz her bir üreticiye hak geçmemiştir. Hepsi düşünülmüştür. Kiminde çiçek üretenler ihya olur, kiminde yiyecek, kiminde tekstil, cam, daha pek çok aklıma gelmeyen sanayi, kol mutlu edilir. Bu saydıklarım da ana başlıklar. Arada minik minik kutlanan başka şeyler de olur elbet.

Hani şu bizim çocukluğumuzda Bayramlarda, Yılbaşılarda postane önünde görmeye alışık olduğumuz kart satanlar vardır ya, naylondan kendi imalatları çadırın altında donan satıcılar... Şimdi tarih olan hani... Onların yerine bol pırıltılı kocaman dükkanlar vardır. Gittiğinizde de her bir farklı amaç için kart. Hasta mı oldunuz? Birileri size geçmiş olsun kartı gönderir. Yeni eve mi taşındınız? Hemen güle güle oturun kartları gelir. Bebeğiniz mi doğdu, ev karttan geçilmez. Hani hapşursanız, size çok yaşa diyecek bir kart bulursunuz, o derecede...

Alan mutlu, satan mutlu, tüm bunlardan bana ne değil mi?

Ama bu yazı öyle dememiş ne yazık ki! Kabaca, Aptal Aşk Tanrısı Olmayın, Sevgi Sorumluluğunuzu Gösterin diyor.

İçinde neler mi yazıyor? Gene kabaca, dilim döndüğünce anlatmaya çalışayım. İngilizce bilenlerin doğrudan yazıyı da okuması daha iyi...

Amerikalılar Sevgililer Günü hediyeleri için, senede 17.6 bilyon dolar harcıyorlarmış. Bunun 4.1'i mücevher için, 1.8'i çiçek için, 1.5'i de şekerlemeler içinmiş. Yazan kişi, özellikle bu başlıklara ağırlık vermiş.

Yazıda çikolata, tadını sevenler için tatlı bir rüyadır ama onu üretmek için çalışan işçiler için kabus olabiliyor diyor. Dünyadaki en büyük kakao üreticisi Gana ve Fildişi Sahili imiş. 2010 yılında hazırlanan BBC'nin Panorama programına göre, kakao toplanırken genelde çocuk işçiler, hatta köle işçiler çalıştırılıyorlarmış!

Amerika'da satılan çiçeklerin büyük çoğunluğu Kolombiya'dan geliyormuş. Bu ülke kesilmiş çiçek pazarıyla ünlü olduğu kadar, gene çocuk işçi ve zorla çalıştırılan işçileri ile ünlüymüş. Yazıda kaynak olarak burası gösterilmiş.Ayrıca çiçeklerin canlı, bozulmadan durmaları için, üzerlerine sıkılan toksik kimyasal ilaçlardan sözediyor. Bunlar da özellikle kadın ve çocuk çalışanlara akciğer ve sinir hastalıkları olarak geri dönüyormuş.(Nihai tüketiciye ne olarak dönüyor acaba?)

Mücevher konusunu artık bilmeyenimiz yoktur herhalde. Çocuk işçiler, zorlanarak çalıştırılan işçiler, sağlıksız çalışma koşulları bu yazıda uzun uzadıya ve açıkça anlatılmış. Altın madenlerinin doğaya verdiği zarar inanılmaz düzeyde! Civa, siyanür ve geriye kalan toksik atıklar çok fazla boyutta. Bu konuda New York Tımes'a ait uzunca bir yazı burada. Kendi ülkemizde olanları anlatan yazılardan örnekler de burada ve burada. Madencilerin elleri de en son, Türkiye'nin akciğeri, dünyadaki nadide yerlerden biri olan Kazdağları ve Gökçeada'da ne yazık ki, dur demek de sizin, bizim ellerimizde.

Yukarıda bahsettiğim yazıda diyor ki, tüm bu duyduklarınızdan dolayı bu günü kutlamamak yerine, daha başka çözümler bulun. (''Neticede bu ve benzer günler bir pazar ve bu işten hakkıyla para kazananlar da var - anlatılmaya çalışılan...'')

Sevdiklerinize ellerinizle yiyecekler hazırlayın. Kendi kartlarınızı kendiniz yapın. Keçeden not defterlerinin üzerine kalpler yapıştırın.(Ellerinizi çalıştırın işte fırsat size...) Bahsedilen çiçekler yerine adil koşullarda üretilmiş olan Fair Trade Çiçekleri tercih edin. (Hımmm bizde böyle bir karşılığı var mı acaba? Çiçeklerinin nereden geldiğini bildiğimiz çiçekçilerden almak belki de!)

Kirletilmemiş Altın diye bir kampanya varmış Amerika'da. Ona üye kuruluşlardan alış-veriş edebilirsiniz diyor. Bunun yanında bu konuda farkındalık yaratmaya çağırıyor yazıyı yazan kişi. Minicik bir pırlantanın kanlı ellerden size gelmemesi için. O pırlanta için hayatların bitirilmemesi için.

Çikolata için de Global Exchange'in kampanyasına dikkat çekiyor. Türkiye için sanırım Fair Trade etiketi taşıyanlar en iyisi olacak bu konuda. Hem sadece bu gün için değil, yaşam şeklimiz olmalı.

Zira gerçek aşk, dünyayı çöplük yapmamak, çocukları zorluklar ve zehirler içinde çalıştırmamaktır. Bu sevgililer gününde sadece sevdiğinize değil, dünyaya ve dünya insanına da sevginizi gösterin diyerek bitirmişler yazıyı...

Aynı dileklere katılmamak mümkün mü?

Tüm sevdiklerinizin yanınızda olması dileği ile...

09 Şubat 2012

Kırmızı

(Fotoğraf Peçeteden Notlar'dan alınmıştır.)

Çoook uzunca bir süre önce, Ayşem bana dünyanın en güzel hediyesini vermişti. Kırmızı koymuştu adımı. Zor renktir diye başlıyordu yazısı... Her okuyuşta gözümden yaş eksik olmaz bu yazıyla. Ama üzüntüden değil, bir dostun içtenliğinden, sevgisinden...

Son yazısında bu dost der ki: ''Sevgili Kırmızı Olsun''

Olsun Ayşem'im... Senin elinde en güzelleri olsun.

Sizler de bu güzel güllerden almak istiyorsanız, müracat Pasta Malzemeleri 'ne der Ayşem... Hatta tam da şu bağlantıya tıklayınca ulaşmak daha kolay sanki...

Kırmızıdan kırmızıya sevgilerle....

(Bu arada benim adım kırmızı, vermem adımı kimseye ama alırım fotoğrafını bir güzel buraya...)

07 Şubat 2012

Geri Dönüşüm, Ben Ellerimle...

Evren, bugün ellerimle... serisine başlayıp, biz de yavaş yavaş ellerimizle yaptıklarımızı eklerken günlüklerimize, adaş dost Evren, Geri Dönüşüm diyordu. Hatta ben farkında olmadan yazıya eşlik edecek, bugün ellerimle... yazımı bile yazmışım... Pijamadan, örtü ya da yastığa dönüşecek değişimi yapmışım.

Evren ve Evren dostlara sizler başlangıcı yapın, bu ay hem geri dönüşsün birşeyler, nelerin geri dönüşebileceğine dair fikir üretelim, diğer yandan da ellerimizi çalıştırmayı ihmal etmeyelim demiştim.

Sağolsun Evren yazdı yazısını.  Anlattığı bir çocuk kitabı ama, içinde hayat bilgisi dersi var aynı zamanda. Bir önceki nesilden, bir sonrakine taşınması gereken önemli bir ders.

Tüketim toplumuna hızla dönüştüğümüz bu çağda kesinlikle uymamız, ilham almamız gereken bir ders.

Böylece bu ay sıra geldi geri dönüştürerek üretmeye, elleri çalıştırmaya...

Öncelikli olarak, bulaşık süngerlerini hiç sevmeyen annem için, bilmediğim bir örneği çıkarttım örerek, bana pratik oldu, hem de bulaşık bezi örmüş oldum. Daha önceden ördüğümüz birşeylerden geriye kalan artık yün ile.

Evde, kırpık kırpık torbalar dolusu yün parçacıkları var. Onlarla da battaniye örme hayalim var. Öncelikli olarak yastık kılıfı yaparak başlayayım istedim. Bizim böcüğe, arkadaşlarına, kuzenlerin çocuklarına ördüğüm meşhur bir yün beremiz vardı. Kızlara pembe, oğlanlara mavi örmüştüm. Onlardan kalan yünlerle İngilizlerin ''Granny Square'' (yalan yanlış çeviri yapanlara dönmeyeyim, bilmem büyükanne karecikleri desem aynı anlama gelir mi?) dedikleri karelerden ördüm. Şimdi bu renklerle uyumlu başka bir yün arıyorum ki, birleştirme işlemini de yapabileyim.

Sizler de aynı yöntemle atkılar, yatak örtüleri, yastık kılıfları, hatta yelekler ve hırkalar bile yapabilirsiniz. Bir zamanlar bir şarkıcının üzerinden düşürmediği böyle bir hırkası vardı, hatırlarım...
Aaa bir de bir komşumuzun örüp bize hediye ettiği patikler var, bulursam onun fotoğrafını da buraya eklerim.

Bizde de çocukluğumda annem masa örtüsü ve yastık kılıfı örmüştü gene aynı şekilde.

Ama bu sıralar okuduğum en sıcak Granny Square hikayesi, Bavula Sığmayanlar'dan geldi.

Evren de örgü örmeye başlamış ne güzel... Hem de kütüphanede öğrenmiş! Uzakların bir güzel yanı...

Sizin de sıcacık bir hikayeniz neden olmasın. Geri dönüştürülmüş yün parçacıkları ve çalışan o güzel ellerinizle birlikte....

05 Şubat 2012

Gene Hasta Olduk...

Herkes kar, yollar, kardanadam yaptık falan derken...

Bize her ne olduysa, nazar mıdır, bağışıklık sistemlerimizde bir araz mıdır, yoksa hain virüsler midir bilmem...

Mide ile başlayan gribimsi bir durum yaşadık ilk, bütün aile... Sonra ağır bir grip. Gene bütün aile. Eşim Bayram'da annesini ziyarete gittiğinde zona haberi verdi, kolunda çıktığından araba kullanamayıp 1 aya yakın süreyi uzaklarda geçirdi. Mahsur kaldı bir nevi. O ağrıyor, sızlıyor dedikçe benim içim giderek. Döndü, senenin en ağır gribini geçirdik gene hepbirlikte. Ben bir daha gözlerimi açamayacağım sandım. Akmaktan şişti, kapandı. Halimi görenlerin ödü koptu, aile hekimi, domuz gribinden sonra gördüğüm en ağır vak'a buyurdu. Hiç ilaç kullanmamaya çalışırken, beni ilaca boğdu, ama o sayede de gözlerim açıldı.

Aradan iki hafta geçti geçmedi, annem önce zona çıkarttı, sonra da senenin 4.gribine yakalandı.Aman ondan uzak duralım, bize grip bulaşmasın diye uğraştık durduk. Kaçtık adeta. Dayandık portakal suyuna. Böcük bile aşığı anneanneden kaçtı resmen, mikroplar hasta etmesin bizi diye diye.
Çocuğa takıntı yapacağız endişesinde iken biz, anneanne banyoya gitti 25 Ocak günü. Düşüyorum diye bir ses duyar gibi oldum. Koştuğumda banyoda yerde oturur vaziyette, bilinci kapalı halde idi. Anne anne diye bağırdım, annemden ses yok... Pat pat yanaklarına vurdum, annemden ses yok. Hırıltıya benzer bir ses sadece... Ölme sakın anne, ölme sakın anne diye bağırarak telefona koştuğumu hatırlıyorum. Sonrası tamamen otomatik pilota bağlanmışım... Ambulansı aramışım, şu anda sorsanız, numarasını falan hatırlayamam, söyleyemem... Alelacele ne konuştum, ne anlattım bilmiyorum. Adres sorarlarken dellendiğimi hatırlıyorum. Çok uzattılar çünkü. Telefonu kapatıp eşime haber verdim. Yeniden aradılar ambulans için. Yola çıkın diyorlar. Ben nasıl yola çıkarım, 3 yaşında çocuk annemin başında anneanne diye bağırıp ağlamakta, annem öylece duruyor karşımda nefes alıp almadığından bile emin değilim. Boynundan nabız bakıyorum, yok hissetmiyorum. Kendim titrediğim için belki...

Bir elimde telefon, bir elimde çocuğun eşyaları... Bir yandan onu hazırlıyorum. Ahtapot gibi, bu eller benim mi diye bakarak...
Böcüğün anneanne diye bağırıp ağlamaları eşliğinde bana ne oldu sesi geliyor annemden. Dünyaları verebilirim o anda kim isterse onun olsun...Annem benimle kalsın...
Ambulansın da sesi geliyor dışarıdan. Panjuru aralayıp buradayız diye bağırıyorum...
Hemen koşuyorlar annemin yanına. Damar yolu açıyor hemşire, tansiyonuna bakıyor doktor. Konuşup sorular soruyorlar, camları açın havalandırın diyorlar... Annem daha bir kendisine geliyor. Oturtuyorlar salonda koltuğa. Bu arada ben bizim böcükle güreş tutuyorum. Gelenlerden, olanlardan ödü kopuyor. Ağlıyor... İç odalara kaçıyor...
Haydi gidiyoruz diyorlar, annemi alıp yürüterek iniyorlar. Ben böcüğü yakalayamıyorum evin içinde kaçıyor da kaçıyor. Zar zor tutuyorum, giydirip indiriyorum aşağıya, ambulansın önünde gidemez, çocuğun koltuğu yok dediğimi hatırlıyorum. Ambulans şöförü arkaya oturamazsınız diyor. Küçük, belden saran kemeri takıyoruz, çıkıyoruz yola. Sonradan bunları düşündüğüme şaşıyorum elbet!
Site çıkışında eşim yetişiyor, o da arkamızdan takipte arabayla, gidiyoruz en yakın hastaneye, acile...
İçeri giriyoruz ama hiç çocuklara göre değil ortam! O sırada düşünecek kafa mı var bende? Sevdiklerime yapışmışım! Kimselere bırakmaya güvenememişim kızımı... Eşim yetişiyor o arada, böcük babaya teslim...

Acil apayrı bir macera. Allah ne düşürsün, ne eksikliğini göstersin... 
Oradan oraya koşturup tomografi, film çekilmesi için sıra beklerken bağrışlarla sıçrıyoruz yerimizden, kavga çıkıyor güvenlik ile hasta yakını arasında. Biber gazı sıkıyor birileri... Bir o kusurdu, onun da bakıyoruz tadına! Haydi yeniden dışarıya, etkisi geçene dek. Sonra gene içeriye... Tomografıye alınırken aynı sorunlu vatandaşlar gene dalıyorlar annemin sedyesini itip, zorla çıkartılıyorlar, size ilaç verilecek, kimse sıra hakkınızı almıyor deyip. Amca da sandalyede gayet kavga eder şekilde, acil olan nesiyse, saygısızlık son raddede ama ailece hepsinde. Kazasız belasız çıkıyoruz neyse ki. 

Acile gelenlerin hepsinden roman olur, doktordan kalınca bir ansiklopedi. Erecek şekilde hizmet vermeye çalışıyor. Herkese tek tek soruyor neden gelmiştin diye. Aradan 10 sn geçmiyor gene... Anneme bir de sorudan ve ortamdan fenalık geldi gelecek. Beni kapıdan çıkartıyorlar, annemin huyunu bildiğim için ben bacadan dalıyorum içeri. En sonunda doktor benimle mücadeleyi bırakıyor, işine dönüyor. Annemi konuşturuyorum. Kafasını dağıtmak için, etrafındakilerin çok farkına varmasın diye... Serum takılıyor... 

Gelenlerin %50'sinin sorunu şekerden kaynaklı. Nişasta Bazlı Şeker üreticilerine, rafine un üreticilerine selam olsun! Böbrekleri iflas etmiş hepsinin! 32 yaşında genç biri yatıyor yan yatakta. Ailesinde hiç şeker vak'ası yaşanmamış, o ilkmiş! 

Öbür yan yatakta ton ton bir amca. Kızıyla atışıyor. Amca kızına sataşıyor, sigara yüzünden, kızı ona yedikleri yüzünden.. Sen sanki daha masumsun, hem şeker hastası ol, hem 1 kavanoz balı bir oturuşta ye! Ben dedim sana değil mi diye sitem ediyor. Doktor söylemiş televizyonda, kuvvetli oluyormuş insan! Amcanın savunması böyle. O sağlam insanlar için baba diyor kızı, senin için değil! 

Diğer yan yatak sessiz, konuşma yetisi yok, öyle boş boş bakıyor... Bir başkası acil diyalize sevk... 

Teyzenin birisinin midesine hortum sokuyorlar, annem bayıldı bayılacak yeniden! Safrakesesi ameliyatında bile hortum takılsın istemeyen birisi o nihayetinde. Bulantıları hortuma tercih eden. Bir de teyze elleri ile müdahale ediyor, bu sefer bağlıyorlar onu yatağa... Hah taktık deyip yanından ayrıldıklarında bağlı eliyle çıkartırken teyze hortumu, ben atlıyorum yapma teyze diye... Doktor koşuyor yeniden yanına... 

Sonra nen haber verdim ya, beni atamayacak dışarı, gelip gene soruyor anneme siz neden gelmiştiniz diye! Bu 10.soruşu falan! Yeniden tansiyona bakılıyor... Serum bitecek diyor... Çıkış umudu var yani diyorum. Çıkar çıkar diyor... 

O arada hortumlu teyzenin bağırsaklarını fazla kurcalamışlar dışarıdan, insanlık hali bu, teyze o halde tuvalete yetişemiyor... Bütün hastalar eyvaaah diye kokuya tepki veriyor. Annem bayıldım bayılacağım şeklinde gözlerime bakıyor. Ben önüne gelip olan biteni görmemesine çalışıyorum. Ona birşeyler anlatmaya çalışıyorum kafası dağılsın. Ama ayakta da zor duruyorum.... Su diyor annem, su bulup geliyorum... Tomografiden sonuç alabilecek miyiz diye ona bakıp geliyorum... Biber gazcılar da oralarda dolanmakta!

6 Şubatta sonucu alırsınız diyorlar tomografiden. Ama bilgisayar marifeti ile bilgisi doktorunuza gitti diyorlar. Doktorun başına gidiyorum. Adamın gözünün feri gitmiş halde gene dolanıyor ortalıkta sen niye geldin, sen niye geldin diye diye. Soruyorum, bakıyor, ''Hımm ben çok önemli birşey göremedim. Sonucu sonra bir de nöroloğa gösterirsiniz'' diyor. Annemin yeniden tansiyonuna bakıyor, kalp ritmine... Sen bir ayağa kalk gezin, ağrın sızın var mı, şikayetin var mı söyle sonra bana diyor. Annem zaten kaçmayı niyete koymuş. Kurtar buradan beni diye bakıyor gözümün içine. Çıkıyoruz dışarıya. Oh diyor! Hiç dayanamaz hastaneye, hasta görünce hastadan beter olur... Dolaşıyoruz biraz, oturuyor dışarıda biraz... Dönelim diyorum, dönmeyelim diye bakıyor gözümün içine. Haydi dönelim, çıkışımızı verir, evde dinleniriz diyorum. Bir gayret gidiyoruz gene T1'e. 

Tamam diyor doktor, çıkabilirsiniz... Dünyalar bizim...
Neler olmuş diyorum. Tansiyon düşmüş çıkıyor bir tek ağzından. Acil gelen ambulans ve hastasıyla ayrılıyor yanımızdan! 6 Şubat'ta öğreneceğiz tomografi sonucuyla olan biteni... Aldığı ilaçlardan mı, hem zona, hem gribin vücudunu zayıf düşürmesinden mi, yoksa başka bir şey mi? Geliyoruz eve... Ayaklarımız yerden kesilmiş şekilde...

Ertesi gün böcük ateşleniyor... 38 dereceden aşağı inmiyor ateşi... Elimizde derece, dıt diyene kadar beklemeyi öğrenmiş vaziyette. Anne ne biçim bu mikroplar, gitsinler, ben onları istemiyorum diye diye... Hangi mikrop bu, sarı mı, yeşil mi diye söylene söylene... Neden mikropları renkli sanıyorsa? İki gün 38 derecede geziyor garibim. İkinci gün, ben de gripliler kervanına katılıyorum... Çarpılıyorum demek daha doğru sanırım. El, ayak tutmuyor... Tek sağlam kalan eşim. Onun da elinde yetiştirmesi gereken acil bir iş, telefon telefon üzerine... Komşular uğruyor, yüz ifadeleri çok feci, korkmuşlar halimizden, öyle anlatıyor vücut dilleri. Kendileri iyisiniz iyisiniz diyor ama, gözler, öyle demiyor.

O sırada kar yağıyor, lapa lapa... Biz kardanadam yapacağız diye kaç gündür bu karı beklemiyor muyduk? Oyun ettin bize kar!

Kuzen geliyor Ankara'dan. Azıcık o bize bakıyor. O da ameliyatlı, ağır tencere falan kaldıramıyor. Gökten şöyle yemek falan yağsa... Kör topal, karınca, kararınca yapıyoruz birşeyler... Arada hikayeler, eskiler, gülmece, neşe en iyi ilaç bize. Bir de öksürmesek 40 saat güldükten sonra. Gülmek işkence olmasa insana!

Kuzen ve kızına bulaştırmadan epey maceralı bir şekilde yolluyoruz havaalanına. Uçak seferleri iptal hep o gün çünkü. Havaalanı da bize en uzak olanı... Sağsalim eve dönüş haberlerini aldığımızda kuzenlerin, bir başka haber daha geliyor siteden! Kalorifer borusu patlamış evlerden birisinde, hangisi de belli değil! Kalıyoruz 3 gün buz gibi soğukta! Öğrenme şeklim de çok komik. Facebook sağolsun. Orada komşu arkadaş yazıyor, kalorifer borusu patlamış, buz gibi soğuk! Hay Allah diye yorum yazıyorum salak salak. Aaa sizde normal demek herşey, bir bizde demek ki sorun, ne güzel diyor arkadaş. O zaman uyanıyorum olaya, bakıyorum kalorifer dilimleri buzzzz... Neyse buluyorlar sorunlu daireyi, tamir ediyorlar, ısınıyoruz bir güzel.

Ah bir de en sevdiğimiz komşu teyzemiz, kızımın biricik 70 yaş üstü arkadaşı, Emre teyze arıyor önceki sabah saat 7'de... Ben fena oluyorum yetişin diyerek! Karı koca nasıl koştuk bilemiyorum. Dil altı hapı almış, kendinde çok şükür, bayılma falan yok! Kızı Hindistan'da iş gezisinde, oğlu İstanbul'un bize en uzak köşesinde... Eşim onunla birlikte gidiyor acile. Kar diz boyu! Aklım onlarda ama evdekileri de bırakamıyorum. Neyse iyi imiş, sorun yok çok şükür. Oğlu da yetişip alıp gidiyor Emre teyzemizi. İki gündür arıyoruz, iyi durumu.

Bir aksilik olmazsa normal hayatımıza dönüyoruz galiba yavaş yavaş...
Bu kadar şeyden sonra bizim Blog Dostları ile kutlamayı planladığımız böcüğün doğumgünü planı suya düşüyor. En çok ona üzülüyorum. Ama sağlıklı olmak gibisi yok deyip dua ediyorum...

Az önce nicedir sesiniz çıkmadı diyen can dosta soruyorum, var mı bildiğin bir kurşun döken? Biz pişmiş tavuktan biraz halliceyiz zaar... 
Artık yorgun düştüm anlatmaktan, oku bir güzel Berceste'yi diyeceğim nasılsınız diye soranlara da...
Böyleyken böyleyiz işte...