24 Kasım 2011

Atatürk Arboretumu

Bu seneki Arboretum gözlemlerimi bu yazının üzerine kuracağımdan ve kendi yazılarımın kendi günlüğümde yer almasını istediğimden, daha önce büyük heveslerle kurduğumuz ama sonrasında çeşitli can sıkıcı sebeplerle bıraktığım bir başka günlükten aynen  buraya aktarıyorum. Daha önce okuyanlardan özür dileyerek, ilk defa okuyacaklara ışık tutmasını temenni ederek...

O günden bu güne, epey değişmiş Arboretum, sizler de gözlemleyebileceksiniz. Bizler de değiştik elbet. Evin böcüğü ''ördak'' demiyor mesela, tane tane güzel güzel ''bak orada ördek var anneciğim'' diyor. Şaka maka büyüdü böcük. Ağaçlar ve biz de 1 yıl daha yaşlandık...

Keyifli okumalar...

Arboretum bizim için söylenişi, okunuşu, zor bir kelime. Latince. Türk Dil Kurumu ''Ağaç Parkı'' olarak adlandırmış. Ama bu tam karşılığı olmuyor sanki. Park denemez çünkü parktan çok farklı. Her bir ağacın yaşam değeri ile birlikte öğretici değeri var. Paylaşım değeri var. Katkısı var. Öyle göze hitaben salınarak durmuyorlar. En değersizinden, en değerlisine doğadaki değerlerince, güzelliklerince duruyorlar, sonsuza kök salıyorlar. Parklardaki gibi göz zevkine ve sahibinin, yerel yönetimin isteğine göre her an yerlerinden oynatılıverilecekmiş gibi değiller. Yok yok başka bir kelime bulmalı TDK. Buradan onlara seslenmiş olayım.

Kelime, Latince ağaç anlamına gelen ''arbor'' ile belli bitkilerin yetiştirildiği alan anlamındaki ''-etum'' son ekinin birleşmesinden oluşmuş. Tam açıklaması Türkçe olarak burada ve İngilizce olarak burada mevcut. Ağaç müzesi deniliyormuş bilimsel olarak kelimenin tam karşılığına(teşekkürler Ayçobanı). Ama gördüğüm tüm müzelerden çok farklı. Bir kere capa canlı. İçinde yaşayan diğer canlılarla birlikte hareketli, çok boyutlu, sesli, farklı ışıklar içeriyor, eşine benzerine bir dakika sonra bile rastlanamayacak renkler içeriyor, farklı iklim şartlarına göre değişiklik gösteriyor. Yaşamak gerek... Hani arboretuma en benzeyen müzeyi, Doğa Tarihi müzesi sayarsak, orada maketler var, bilgilendirme levhaları var, seslendirmeler var ama burası gibi değil. Kurgulanmış herşey. Gerçeğine benzetilmeye çalışılmış. Canlılar bile kurutulmuş, dondurulmuş ya da benzeri yapılmış halde Doğa Tarihi Müzesinde. Ama arboretumda eşine rastlanmayacak bir güzellikle önünüzde. Nefes alıyor, sizin soluduğunuz havayı paylaşmıyor, siz onların soluduğu havada onlardan yararlanarak pay alıyorsunuz. Oksijen veriyor size. Klimaların, havalandırma sistemlerinin aksine.

Burası çok farklı. Sahne o gün size özel. Ne yaşarsanız o. Ânı, geri getiremiyorsunuz. Önünüzden bir tilki geçebiliyor ama o kadar hızlı ki, tilki olduğunu görevlilerle konuşunca idrak ediyorsunuz ya da bir kuş sesini uzunca dinleyebiliyor, kendisinin nereye saklandığını arıyorsunuz. Herşey size özel. Yanınızdakiler bile farklı algılayabiliyor bu sahneleri, olayları. Tilkiyi eşim gördü mesela. Benim arkam dönüktü, kaçırdım! Çiğdemi ben buldum, odunlardaki mantarları ben farkettim ama yaprakların arasından diğer güzel mantarları bulan gene eşimdi. Küçümen, kaz, ördek kovaladı, kozalaklardan top yaptı, ilgi alanı farklıydı...

Benim bu tanımlardan, yaşadıklarımdan kısaca anladığım, bilimsel olarak incelenmek istenen, ağaç, çalı gibi bitkilerin insan eliyle biraraya getirildiği güzel bir ağaçlar topluluğu arboretum... Denetlenen, izlenen, sorunları çözülen, bir nevi annesinin her daim eli üzerinde olan çocuk. Bağımsız ve bakir değil. Zaman zaman kendi haline bırakılmış ama kontrol üzerinden eksik olmaksızın. Sınırları belli. Canlı müze işte!


Arboretumların botanik bahçesinden farkı ise, daha çok ağaç, çalı, odunsu bitki ağırlıklı olması, seraları içermemesi. Botanik bahçeleri, ortaçağda daha çok ilaç yapımında kullanılacak bitkileri yetiştirmek, kolleksiyonlar oluşturmak, gözlemlemek amacıyla oluşturulmuş. İçinde her tür bitki var. Seralar var, havuzlar var, hatta Eden Project'i de botanik bahçesi olarak düşünürsek (bilimsel açıdan tam bu sınıfa giriyor mu botanik bilimcilere sormak gerek), gelecekte kıtlık zamanında ne yapacağımıza dair ipuçları bile var. Botanik bahçeleri de araştırma amaçlı. Onlar da insan eliyle oluşturulmuşlar. Ama park ve bahçelere göre estetik ve göz zevkinden çok daha ulvi bir görevleri var. Arboretum ve botanik bahçelerinin ayırımına dair ipuçlarını da burada bulmak mümkün.

Gelelim bizdeki Arboretumlara... Epi topu 3 tanecik imiş. Biri özel(Karaca Arboretum'u - Yalova), diğeri Karadeniz'de oluşum aşamasında. Bizim gezdiğimiz de dünyadaki benzerlerine göre bebek denecek yaştaki Atatürk Arboretum'u. Atatürk Arboretum'u İstanbul, Bahçeköy'de, Belgrad ormanlarının güneydoğusunda 296 hektarlık bir alanda oluşturulmuş. 1828 yılında kurulan Westonbirt ve 1840'ta kurulan Derby Arboretum'larına göre, 1949 yılında kurulan Atatürk Arboretum'una neden bebek denecek yaşta dediğim anlaşılabilir herhalde. Tarihçesine dair detaylara buradan ulaşabilirsiniz.

Belki pek çoğunuza bu fotoğraflar bir çağrışım yapabilir. Daha önce görmüştük sanki, diyebilirsiniz. Haklısınız da. Zira, Atatürk Arboteum'u, pek çok filme ve reklam filmine mekan olmuş. Kahpe Bizans, Keloğlan Kara Prense Karşı bu filmlerden bazıları. Margarin reklamları, deterjan, yoğurt reklamlarında da arka plan olmuş.

Bizim evin böcüğü en çok bu göleti ve içindeki ördakları(bizimkinin dilinde ördek, İngilizce duck ile birleşip ördak olmuş) sevdi. Onlara mama atmak için neredeyse yanlarına gidiverecekti. Yediklerinden kendisine pek birşey kalmadı, bir süre aç gezdi ama paylaşmadan duramadı.

Oldukça huzur verici ve sakin bir mekan. Zira içeriye piknik yapanlar, buna niyeti olacağa benzeyenler sokulmuyor. Niyet buysa, buyurun, çevrede başka ormanlarımız,piknik alanlarımız var, sizi oraya alalım deniliyor. Kapıda çok cüzzi bir ücret ödüyorsunuz, caydırıcı mahiyette ve haftasonları eğer üye değilseniz, içeriye giremiyorsunuz. Bir nevi korunma önlemi. Yıllık aidatla üye olanlar ise sınırsız giriş hakkına sahip ama yaptığımız hesaba göre astarı yüzünden pahallıya geliyor. Pek mantıklı değil gibi.

Anakapıdan içeri girince, önce dar bir yoldan geçiyorsunuz, sonra dönel kavşağa benzer bir alana gelip, gideceğiniz yönü seçiyorsunuz. Bu konuda da size bir bilgisayar yardım ediyor. Hoş bir yapının içinde. Atatürk arboretumunun web sitesinde bulacağınız herşey burada anlatılmış. İçeride yer alan bitkiler, yerleri, özellikleri, herşey ama çözmesi biraz zaman alıyor. Ben dönüşte, arboretumdan çıkarken farkettim, o yüzden uzun uzadıya inceleyemedim.

Küçümen bodoslama gölete doğru dalış yaptı girişte, mutemelen o yüzden farkedemedim herhalde bilgisayarı. Mecburen biz de sağa yönelip, minik gölete baktık ilk. Ördaklar sebebiyle de biraz zor ayrıldık oradan...

Minik ve dik merdivenli bir patikadan çıkarsanız, sizi büyük gölet karşılıyor ki, gerektiğinde sulama alanı olarak kullanılıyormuş burası. İçinde balıklar da varmış. Baba kız gördüklerini iddia ettiler. Ben kurbağadır diye düşündüm. Sonra gezenlerin izlenimlerinden okudum ki, evet balık varmış. Bizimki suya düşmesin diye dikkat kesildiğimden bazı noktaları atlamışım zaten...

Çam ağaçları hem aralarda var, hem de çeşitli çamların biraraya gelerek oluşturdukları özel bir bölüm var. Kozalaklar kocaman kocaman bazılarında. Ağaçlardaki etiketlemelerin de çok düzgün yapılmadığını söylemem gerek. Bazılarındakileri göremedim. Bazılarının da yerleri çok uzak geldi bana, çukurda bir yerdeyse inemedim mesela, peşimdeki böcük düşmesin diye. Bu tarz cümlelerimden de anlayacağınız üzere, diğer müzelere göre sağlık güvenlik tedbirleri sıkı sıkıya alınmış halde değil. Ne sizin için, ne de küçümenler için. Önceden tahmin etmeniz, böcükten önce o yoldan yürümeniz gerekiyor zaman zaman.


Hiç beklemediğim bir anda, ayağımın az ötesinde çiğdemlerle karşılaşmak ise apayrı bir sürpriz oldu benim için. Küçümen için de. Aaaa bak çiçek, aaa bak çiçek dedi durdu. Sonra da koklamayı ihmal etmedi. Her çiçeğe yaptığı gibi. Birlikte eğilerek çektik bu fotoğrafı da. Engebeli alanda düşmesin diye, eli elimde!

Üst gölete yakın bir yerden alttaki minik gölet ve çevresi...

Çocukluğumun kocayemişi ağacıyla karşılaşmak ise çok keyifli bir sürpriz oldu. Muhteşem bir hediye idi benim için. O da, ayrı bir yazının konusu olsun... Ama yemişleri ile olur da karşılaşırsanız, tadına bakmadan geçmeyin, ben bayılırım. Tam da mevsimi. Ama alkol içerdiğinden dozu da kaçırmayın, sonra sarhoş olur, araba falan kullanamazsınız.

Sağda pembe minik bir kol görüyor musunuz? Size ağaçları gösteriyor... Çocaman aaaçları...

Hoplaya zıplaya, yaprakları uçura uçura yürüdüğümüz, coştuğumuz yolları.
Renklerine doyamadığımız ağaçları.

Ulu çamlarla bezeli yolları...
Tanımadığım ama tahminen yenebilecek, bilmediğim için yemeyi deneyemediğim bu güzelliği... (Yorumlarda cevap geldi, ağacında görünce tanıyamamışız seni affet bizi Muşmula, teşekkürler Hatiş'in Hobileri )

Çamlardan oluşan korucuğu gösteriyor size...

Dünyanın en enteresan ağaçlarından olan Çin Yelpaze Çamı'nı yani Ginkgo Biloba'yı işaret ediyor o pembe böcük...

Söz Ginkgo Biloba'nın etiketinin... Ama şu cümlenin altını çizmeden duramayacağım: ''Dünya üzerinde yaşamakta olan tohumlu bitkilerin en eskisi ve en yaşlısıdır''

Saygıyla selamlıyorum seni Ginkgo Biloba.
Yapraklarından alıp saklamamak için zor tuttum kendimi.
Ama bu müzede onların bir görevi var. Toprağın ısısını ayarlayacaklar, ağaçlar ve diğer canlılar için ortam hazırlayacaklar. Besin olacaklar. Benim gibi her gezen bir hatıra alsa, günde en az 30 kişi gezse, yaprak kalmaz, oradaki yaşamın dengesi bozulur. Ben, müzede bir seyirciyim, gezen kişiyim. Nasıl müzelerin camını kırmıyorsak, içindeki kolleksiyonlardan çalmıyorsak, ben de sümüklüböcekten, mantardan, tırtıldan yaprak çalamazdım ki! Alarmı yok belki buranın ama o böcek, o toprak benden hesap sormaz mı, boynu bükük kaldığında...

Kirpiye benzeyen bu mantarcığı eşim buldu, tam da ayağımın altında ezilme tehlikesi ile karşı karşıya iken. Yaprakları savurarak yürümeyi öğretiyordum bizim kıza. Sonra farkettim ki, bu müzede o bile zarar verebiliyor ev sahiplerimize. Sessizliği, düzeni, güzelliği bozmadan gezmek gerek. (27.11.2011 güncelleme - Lycoperdon perlatum olabilirmiş bu minik mantarcık)

Küçük tahta kuş evlerini seyrettik, içine giren çıkan var mı diye baktık bir süre. Sincap göstermeyi çok istedim bizimkine. Yanımızda fıstık, ceviz getirip bıraksa mıydık acaba diye düşündük. Sonra dedik olmaz, ördekleri bile beslemememiz lazımdı. Onları kolaya alıştırmamak adına. Vücutlarındaki yağ dengesini bozmamak adına. İnsan yapımı yiyeceklerin tadını öğretmemek adına. Evcilleştirmemek adına.

Oyuncağı andıran bu güzelliği gene ayağımızın altında ezilmekten eşim kurtardı.

Güz çiğdemlerini bizim böcük buldu gene aa bak çiçek, aaa bak çiçek diyerek...

Adını daha sonra keşfe bıraktığım bu kırmızı meyveli ağaçcığı, gösteriyor bizim böcük size bir de.

Atatürk Arboretum'u, 1913 yılında kurulan ilk fidanlığı da kapsamına almış. Bu levhanın olduğu yerde sebze adalarına benzer, tahtadan yükseltiler ve ertafı demir parmaklıklı bir alan vardı. Hatta levha yüksekte kaldığı için, dalı önümden çekip güzelce fotoğraflayamadım. Amma velakin fidanlıktan geriye ne kalmış, onu da algılayamadım. Fidanlar büyüyüp ulu ağaçlara döndüğünden mi bilmem!

Burada da Türkiye'nin çeşitli illerinden gelen bitkiler, çiçekler varmışcasına bir tabela olmakla beraber, onların izine rastlayamadık.

Ağaca, oksijene de doyamadık. O kadar güzel ki, bir noktada, eşim dur bak, sessizliği dinle dedi. Uzaklardan motorlu araç sesleri geliyordu. Biz, o uğultunun içindeyiz. Burada ne kadar huzur var, anla diye yaptım bunu diye ilave etti.
Bu ağaçların gelişim tarzı bana İngiltere'de park ve bahçelerdeki at kestanesi ağaçlarını hatırlattı ama bunlar iki değişik türde çam. Bir de çok sevdiğim, bu arboretumda da var olduğunu öğrendiğim ama göremediğim monkey puzzle(Türkçe'ye maymun tırmanmaz diye çevirmişler) ağacına özlemim depreşti.


Sararıp yere düşen yapraklardan toplamamak için zor tuttum kendimi gene. Onun yerine her bir canlıyı, her bir ağacı, her bir yaprağı fotoğraflamak ve en ince detayına kadar öğrenmek geldi içimden. Doya doya bunu yapmaya çalıştım. Doğa tarihi müzesinde bol bol fotoğraf çektiğim gibi. Ama orada dokunamadım elbet objelere.

Zaman zaman sevip okşadım, konuştum arboretum sakinleriyle, ağaç kabuklarıyla, karıncayla, yapraklarla, sarmaşıklarla. Böcüğü de konuşturdum, ormanın sessizliğini ve kuşların şarkılarını dinledik birlikte.

Bu da böcüğün pop(top) u. Dakikalarca onunla oynadı. Yokuş yukarı giderken attı, tuttu, yeniden yuvarladı, bize doğru attı, yokuş yukarı attığı zaman geri döndüğü için niye yakalayamadığına şaşırdı, bacaklarının arasından yuvarlanınca zıpladı, tedirgin oldu ama sevdi bir sonrakine kendisi attı, oturup bizimkinin şebekliklerini izlemeye başladık bu sefer, kaşif gibi, dünyayı tanıdı, canlıları tanıdı tek tek... Eh Doğa tarihi müzesinde bu kadar hür ve özgür dolaşıp, kendince oyunlar oynayamazdı. Daha kontrollü olurdu. Aman kırmasın, aman daha sessiz olsun, aman sıkılmasın, oyalanacak birşey bulalım der dururduk herhalde. Oysa burada evde bile olmadığı kadar özgürdü, oyuncak doluydu heryer, hem de en doğalından. Bazen bir sopa, bazen bir iğne yaprak, bazen bir sarı yaprak ve ya kozalak. Düşse, yapraklar ona yatak oluyordu, incinme riski yoktu. Yuvarlandığında kuş tüyü gibi geldi zemin ona. Merdivenli kısımda biraz zorlandı, elindeki mamasını düşürdüğü için sinirlendi ama çok da güzel bir spor oldu ona da, annesine de. Annesinin, bel fıtığı ameliyatı öncesi baskı sebebiyle hasar gören sinir dokusuna, esnemesi gereken bacak kaslarına da iyi geldi bu ziyaret. Hangi başka müze bunu yapabilirdi ki bunu? Oturacak yerleri bulup bulup otururduk herhalde yoruldukça bir başka müzede. Ama burada oturmak ne mümkün? Yorulduğumuzu bile anlamadık, bir güzellikten diğerine koşturduk. Sürpriz üzerine sürpriz yaşadık. Aslında girişte detaylı bir döküman verselerdi elimize belki bazı şeyler sürpriz olmazdı, ama yaprağın altından çıkacak mantarı da yazacak halleri yok ya dökümanda!


Bu mantarlar niye bembeyaz olmuşlar, acaba sporları mı uçuşmuş bilemedim. Yanına kadar hem gittim, hem çekindim. Ya zararlı ise diye. Hala düşünüyorum, pantalonumun paçasına bulaşmış mıdır? Eve zararlı birşey taşımış mıyımdır diye. Bu da bu müzenin tek dezavantajı olsa gerek.

Bu yol, estetik açıdan mı bu şekilde oluşturulmuş, yoksa insanlar diğer kısımlara geçmesin diye mi onu da çözemedim. Keşke hava kararmaya başlamasaydı da daha ilerilere gidebilseydik, arboretum kapsamında kalan kemeri de görebilseydik diye hayıflanmaktaydım diğer yandan da. Sonradan çıkışta görevlilerle konuşunca öğrendim, geyikler, ceylanlar da varmış derinliklerin içinde meraklı gözlerden saklanan. Bu seferlik karşılaşamadık onlarla.


Kesilmiş ve insan eliyle bir güzel dizilmiş bu kütüklerin, rutubetli, gölgeli, hatta karanlık konumu ile mantarlara güzel bir yuva oluşturdukları kesin. Burada gördüğünüz üzere ilk oluşum başlıyor.

Sonra dikkatle baktığınızda göreceğiniz üzere, kütüklerin üzerine sihirli bir değnek değmişcesine, mantarlar büyüyor ve kendilerine yuva buluyor.

Aşağıda görülen beyaz örtülerin yanına gidip baktığımda non woven yani sizlerin tela diye bildiği(her non woven tela değildir ama) bir tür tekstil malzemesi olduğunu gördüm. Muhtemelen düşen yaprakların toplanarak geri dönüştürüldüğü alancıklar, havuzcuklar oluşturulmuş onlarla ve doğal malzeme seçilmiş diye düşündüm. Kapıdan çıkarken, görevlilere soracaktım, kitap alma telaşesinden unutmuşum.



Burası da artık hava karardığı için, ayrılmayı istemeye istemeye tepeden aşağıya indiğimiz patika... Daha göremediğimiz çok yer var. Mesela bu yazıda bahsedilen yangın kulesi. Bu yazıda bahsedilen bir kısım güzellik...

Atatürk Arboretum'u ile ilgili her detay resmi web sitelerinde mevcut. Kesinlikle okumanızı tavsiye ederim. Ayrıca bu sayfalarda da arboretum içinde bulunan her bitkinin detayı var. Kitap olarak da basılmış. Ben her evde bulunması gerekli deyip aldım bir tane. Orman Fakültesi hocaları tarafından, çok güzel hazırlanmış ve fotoğraflanmış, fiyatı da içeriğine, cildine, güzelliğine ve emsallerine göre çok uygun, 10TL. Hafta içi müsait bir zamanınız olursa mutlaka uğrayın. Ben ilk defa Pınar'dan öğrenmiştim. ''Öğle tatillerinde yemeğimi alıp gidiyorum, huzur içinde yiyorum'' demişti.

Daha fazla fotoğraf görmek istiyorum derseniz buraya bakmanızı öneririm.

Gruplar ve öğrenciler için rehber eşliğinde geziler düzenliyorlar. Ben kitap alırken bir anaokulu için rezervasyon yapıldığına şahit oldum. Tek başına gelenler özgür, istedikleri gibi, panoda asılı kurallara uyarak gezmekte serbestler. Hoş biz panoyu da çıkarken gördük ve neleri yaptık, neleri yapmadık diye kendimizi sınadık. Genelde sadık kalmışız kurallara. Yaprakları uçuşturarak yürürken biraz sınırı aşmış olabiliriz, söz verdik kendimize bir daha yapmayacağız ama öylesine güzel kuru yaprakları da bir daha kim bilir ne zaman nerede bulacağız, İngiltere'de olsaydık, kapımızın önü, bahçemiz onlarla dolu olacaktı. Hoş şimdi oturduğumuz yerde de benzer durum var ama bu kadar çok ve çeşitli değil yapraklar.

Dünyadaki eşdeğerlerine göre böyle bir web sitesi, etkinlik rehberi 1 ve etkinlik rehberi 2 sahip olmalarını, gezen insanımızın daha çok değer vermesini, gezerken daha temiz tutmasını, özen göstermesini dilerdim.

Atatürk Arboretum'unun daha çok insan tarafından tanınması, tehlike anlamına gelebileceği için de biraz çekinirdim açıkçası ama tavsiye ederim, özellikle bu günlerde gidilip görülmeye değer İstanbul köşelerinden. Bizim gibi keşif yapmaya meraklıysanız hele, tam bir cennet, mutlaka gidin ve ağaçları benim yerime de sevin! Canlı canlı sizinle gezen, yaşayan bir müzenin içinde olmak ne demekmiş öğrenin.

22 Kasım 2011

Doğa, Çocuk, Öğretmenlik

Kaçımız bir böceğe yakından bakabiliyoruz?

Kaçımız bir kuşu elimizde tutabiliyoruz?

Kaçımız bir ağacı detaylı gözleyip, o ağacın hangi canlılara ev sahipliği ettiğini söyleyebilir?

Kaçımız bunların hiçbirisini yapmayıp televizyon seyrediyoruz bol bol, hani bir dizi adı söylesem kaç kişi bilir?

Peki kaçımız çocuğumuz eve, televizyon başına çakılsın ya da anaokullarındaki klasik programlarla eğitilsin istiyoruz?

Biz, kızımla doğada olmayı istiyoruz. Var mı bizi öğretmen olarak yanında çalıştıracak olan? Açık açık elemanları olmak için iş teklifimizdir...

Filmcikler biraz geç açılabiliyor azıcık sabır ve İngilizce olduğu için de bilmeyenlerden özür dilerim...



14 Kasım 2011

Örnek Bezi

Eskiler, bizim çocukluğumuzda, bizim gençliğimizde diye cümlelere başladıklarında, ufff diye yanlarından uzaklaşasım gelirdi zaman zaman. Herşeyin bir üslubu vardır canım, diye düşünürdüm o anda.

Babaannemin çocukluk ve gençlik anılarını dinlemeyi çok severdim. Milyonlarca defa anlattırmışımdır herhalde. Şu hikâyeyi anlatsana babaanne, bu hikayeyi anlatsana babaanne diye diye. Ama keşke bir kenara not da alsaymışım, unuttuklarım da çok... Babaannem, hiç bir zaman cümleye ben çocukken diye başlamazdı... Günlerden bir gün... Bizim .... daki evimizde. 6-7 yaşlarındaydım galiba... Çok güzel bir şekilde başlardı o cümleler ve mutlaka dinletirdi kendini.


Şimdi ben de nasıl başlayacağımı bilemedim ve nüfus kağıdımı da epeyce eskitmişim gibi hissettim.

Ortaokul birinci sınıfa başladığımız yıl, sanırım 11-12 yaşlarında oluyorduk o zamanlar, elişi dersi eklendi derslerimizin arasına. O dersi hem çok sevdim, hem çok sıkıldım. Evde 4-5 yaşlarından beri babaannem ile nakış, dikiş, örgü herşeyi yapıp öğrendiğimden, az çok elimden bu işler gelir olmuştu. Yaz tatillerimin en büyük eğlencesi kitap okumak ve elişi yapmaktı hatta. O yüzden, ders çok yabancı gelmedi bana. Ama gelin görün ki, diğer derslerin yanında bu derse ağırlık vermemizi isteyen, olmadık zamanlarda bu yetişecek diye kapris yapan bir de öğretmenimiz vardı. İşte o derse ait ilk projemiz de bu örnek bezi oldu.

Çarpı işi, hristo teyeli, düz teyel, oyulgama, paris puanı, antika, makine dikişi, zincir dikiş aklımda kalan isimlerden. Bu bezi yaptığımızda ben çoğunu zaten biliyordum. Aile büyüklerinin, dikiş dikmeyi şiir kadar iyi bildiği bir evde büyümüştüm çünkü. Zaman zaman küçük parçaları önüme koyup, haydi bunun hristo teyelini de sen yapıver dedikleri oluyordu. Olmazsa da ben kapıp yapıyordum. Düz teyelleri babaannem kendi dışında kimseye yaptırmazdı. Özel ölçüyle kestiği şablonlar yardımıyla aynı boyda olmak zorundaydı o düz teyeller. Bir milim şaşsa, gözü farkedip, sökerdi. Sonra onları birleştirdiğinde de, mum gibi kıyafetler çıkardı ortaya. İş yavaş yürürdü ama en âlâ şekilde çıkardı sonuç.

Elişi öğretmenimiz bu kadar mükemmeliyetçi değildi ama şimdi düşünüyorum da, o yıllarda yaptığım zıbını, önlüğü, kilodu bebeğime asla giydiremedim. Hem kullanışlı olmadığından, hem de o kadar emek bir böööyk sesinin ardından heba olacağından. Elbette bebeğimden kıymetli değil ama onu da rahat ettiremeyeksem niye kullanayım ki?

Sözün özü, o yıllar, o ders, yapılanlar güzeldi. Bazılarını hâlâ gereksiz bulsam da...

Şimdilerde bakıyorum, bir düğme bile dikemeyen, söküldü deyip kıyafet atan ya da kısaca AVM adı verilen yerlerdeki terzilere götüren, aldığını beğenmeyenlerle doldu heryer. Çok mu zengin bir ülke olduk, çok mu sonradan görme ile doldu ülke yoksa taaaa eğitim sisteminden başlayan ve bizi buna yönelten tüketim toplumu modeli mi çıktı ortaya bilemiyorum. Ama bu hal ve gidiş beni rahatsız ediyor onu biliyorum.

Eskiden çorap kaçtı mı, onu yeniden çeken aparatlar olurmuş, atmazmış insanlar ipek çoraplarını, sonradan çıkan naylon çoraplarını. Hani hanımların çorabının arka çizgisinden ne kalitede bir hanım olduğu belli olan dönemden bahsediyorum. O dönemin insanları, bu dönemin kadınlarını görseler kız almazlardı herhalde ve ne derlerdi bilmem. Aldığınız çorap ilk giyişte kaçıyorsa ve o gün onu atıyorsanız, o dönemin kayınvalideleri gelinlerini topa koyarlardı gibi geliyor bana. Sadece okumak değil, hanım olmak da önemliydi o dönemlerde çünkü.

Gömleklerin yakalarının ters yüz edildiği, gizli yamaların yapıldı dönemler vardı hani... Hatırlar mısınız? Ben görmedim ama çok dinledim.

Hindistan'da sokakta, altında bir döşek, bir gazete kağıdı bile olmadan sokakta yatan insanları gördüğümde çok içim sızladı.

Şimdi gene sızlıyor. Bizler sıcacık evlerimizde, onu bunu beğenmeyip mızmızlanırken, birkaç saniye içinde hayatlarında en sevdikleri dahil herşeyini kaybeden, başlarında bir çadır bile olsa soğuktan titreyen o insanları düşündükçe uykularım kaçıyor.

Ya sizin?

-----

Evren'in izni ile bu yorumu yazının içine alıyorum:

''Cuma günü, anaokulunda Aziz Martin kutlaması vardı, ona katıldık. Çocuklar akşam karanlığında kendi yaptıkları fenerlerle çevre sokaklarda dolaştılar. Biz de tabii. Fenerleri hazırlamaya haftalar öncesinden başlandı. Önce bir duyuru asıldı anaokulunda. Dendi ki, çocuklarımızın evde geçmiş yıllardan kalma fenerleri varsa (bozulmuş, yanık, arızalı bile olsa) yeniden yapmak yerine onları kullanmaları tercih sebebidir. Arızalı olanlar, öğretmenlerinin eşliğinde anaokulunda tamir edebilirler. Böylece çocuklara eskiyeni hemen atmamak, tamir edilebilir mi diye bakmak ve daha sürdürülebilir ve çevreyle dost yaşamak bilinci vermiş oluruz. Fener alayından sonra -sanırım adet olduğu üzere- üzümlü bir çeşit tatlı ekmek dağıtıldı herkese. Kural ekmeği mutlaka ikiye bölüp biriyle paylaşarak yemek. Yoksa yiyemiyorsun. Biz sincapla bölüştük. Ülkemin batısı da doğusuyla bölüşüp paylaşmadan bir dilim ekmek yiyemeseydi, boğazindan geçmeseydi keşke diye düşünmeden edemedim. Sözün özü, Dilek'ciğim, yazdıklarına gönülden katılıyorum''

04 Kasım 2011

Zencefil Çayı

Soğukalgınlığı, grip, halsizlik bu aralar en çok duyduğum şikayetlerden...

Geçtiğimiz hafta ne olduğunu bilemediğimiz şekilde, midelerimiz alabora olmuş halde, yattık hepimiz. Bütün aile...

Önce evin en büyüğü başladı. Haftasonuna doğru eşim ve ben, en sonunda da evin en küçümeni. Bizler 1 günde alabora durumunu atlattık, ama küçümeninki 5-6 gün sürdü. Ne yediyse iade etti. Gündüz olmasa, tümünü biriktirip ne var, ne yoksa aynen gecenin geç vakitlerinde...
Bir de ''Anne bana neler oluyor böyle?'' diye soruşu perişan etti yüreklerimizi. Ardından da epey bir telaşlandık. Sonra Facebook'ta bir dosttan duyduk ki, salgınmış. Okullarda da varmış! Çok şükür geldi, geçti.

Ama şimdi de grip, bu olayların üzerine gelir de bizi bulursa diye endişedeyim.

O zaman ne yapıyoruz? Bol bol zencefil çayı içiyoruz...

Tarifi, Cambridge'de Türk elişleri kursu verirken öğrencim olan, Japon bir teyzeden öğrendim. Burnumun ucunu bile göremezken, halime acıyıp, sen bu çayı biliyor musun deyip anlatıverdi.
Fotoğraflar da o günlerden... İngiltere hatırası...

Gelelim tarife...
  • 1 kök zencefilin tombik bir köşesinden, 2cm uzunluğunda bir parça kopartılıp kabuğu soyulur ve rendenin ince tarafı ile rendelenir. (Bu uzunluk isteğe göre değişir. Zencefilin yakıcı acılığına dayanabilirim derseniz, daha büyük bir parça da olabilir.)
  • Nane (bizim bahçenin nanelerinden idi, üç sap kadar, sapından ayırıp, yaprakları yıkayıp attım içine)
  • Yarım limon, kabuğu ile birlikte dilim dilim (fotoğraftakinde görüldüğü üzere yarım misket limonu da var, dilimlenmiş halde.
  • Üç adet karanfil
  • Bir tutam kakule
  • 4 su bardağı su
Hepbirlikte bir taşım kaynatılır. Süzülerek, ister çay bardağına, ister fincana alınır.

Teyzenin verdiği tarife göre, ben 1 fincan zencefil çayını, 1 tatlı kaşığına yakın balla içiyordum. Ama sonradan öğrendim ki, bal sıcak şeylerle birlikte tüketilmezmiş ve 36 santigrat derecenin üzerinde ısıtıldığında karsinojen kimyasallar açığa çıkarmış. O sebeple bal ilave etmeyi kestim artık. Sade içiyorum.

Sizler acısına dayanamazsanız şeker ilave edebilirsiniz.

Acı lafı ediyorum ama, ferahlatan bir acılık bu. Mentole benzer. Hele hastaysanız iyi geliyor. Ben ilk seferinde bilemeyip yarım kök zencefile yakınını rendelemişim. Bol limon, bol nane derken, içer içmez gözlerim faltaşı gibi açıldı. Ama sonrasında da rahat ettim. Ertesi gün burnum açılıp rahat etmeye başlamıştım. Dolayısı ile benim tarifim sadece bir öneri. Siz istediğiniz ölçüde, ağız tadınıza göre hazırlamakta serbestsiniz.

Dilerim kimseler hasta olmasın, hastalar da en kısa sürede şifa bulsun...

Güncelleme: Konuştuğum, yazıştığım kişilerden zencefilin kaynatılmaması gerektiğine dair uyarılar geldi. Suyu kaynatıp, zencefilin içine atılması gerek derler... Sebebini şu an için bilmiyorum. Ama araştıracağım. Yanlış bilgi vermemek adına da buraya not almak istedim.