25 Mayıs 2011

İlkbaharda Çiçekler

Bu sefer böcüksüz, aldım makinemi elime çıktım sokaklara... Otları biçerlerse önceden yakalayayım dedim. İyi ki de öyle demişim. Ben fotoğrafları çektim, ertesi gün Belediye'den birileri geldi ve iki günde bütün sitenin otlarını biçti. Heryer oldu tarumar! Biçilmeseydi de halimiz vahimdi. Adam boyuna ulaşmıştı otlardan bazıları çünkü. İçine saklanan olsa, görülmeyecek derecede üstelik. Nitekim, kedi, köpek içlerinden pat diye çıkıverip sürpriz yapıyordu bizlere... Fotoğrafta gördükleriniz  azmanı ebegümeçleri. Yapraklarından dolma sarsanız sarılır, öyle büyümüşlerdi. Hemen sol taraflarında da çoban çantaları var. Hoş çoban çantaları buldukları her toprak parçasından çıkıyorlar, hatta çöp tenekelerinin alt kısmında bile varlar ama böylesi daha güzel.

Karahindiba tohumlarına pufff yapmak en büyük eğlencemizdi bu sıralar...


Bu bitkiyle tanışamadık daha, kimliğini arıyoruz... 1 olsun adı, bilen duyan varsa söylerken kolaylık olsun diye...
Esas fotoğraf çekmeye çıkma sebebim pisi pisi otlarıydı. (Pisi pisi otlarına Ege'de ürün otu da denirmiş. Teşekkürler Evren) Çocukluğumun sevgili oyuncakları(yalnız şu yazıyı okuduktan sonra böcüğüm oynarken çok dikkat etmem gerektiğini de anladım!). Onları ne çok birbirimize atar, ok gibi saplardık. Kenarlarındaki taneleri kopartmadan sapını soyarsak, yastığımızın altına koyarsak, düzgün dişlerimiz çıkacağını söylemişlerdi o zamanlar bize. Uğraşıp didinip kopartmadan saplarını bir iki tane koymuşluğum var yastığımın altına.

Erguvanlar gene tüm güzellikleri ile açmışlardı, en miniğinden en kocamanına...


Bu da 1 numaralı bitkiden sanırım... Yoksa başka mı? Bilemedim...

Yoncalar vardı, sanırım bahçelere ekmişler, oradan da telin dışına taşıp yayılmışlar. Kimi yerde pembe, kimi yerde beyaz... Permakültürde kullanılan bu türü değil sanırım ama çim ekilen bahçelerde çimden daha güzel bir alternatif!
Adını bilmediğim 2 numaralı bitki, pisi pisi otlarıyla beraber onları da tek tek yolup sapını bırakırdık çocukken. Demek biz bu zamanlar ısınan havalarla beraber sokağa çıkmaya başlarmışız okul dönüşlerinde.
Canım papatyalarım... Ne çok toplardım onlardan. Ama şimdi bizim böcüğe toplatmıyorum çiçek dalında güzel diyerek. Bir de kedimiz pek çok oturduğumuz yerde, başka yerlerden de yavrulayanları bırakıyorlar bizim buralara. Kedilerin çok olması hem iyi hem de kötü. İyi olan, böcük onlara Hayabaaa(bizimkinin dilinde merhaba) kediii diye diye geziyor, daha şimdiden tanışıyor, ne yapması gerektiğini öğreniyor. Kötü, kediden geçen pek çok hastalık var. Toksoplazmayla korkutmuşlardı beni hamile iken, apartman toplantısında da kedinin bağırsaklarında oluşan bir tür bakterinin dışkı ile atılmasıyla insanda kist oluştuğunu, bu sebeple bir arkadaşlarının çocuğundan bilmem kaç kiloluk kist alındığını ve kendi çocuklarını yere bile bastırmadıklarını söyledi bazı komşularımız! Biz o kadar pirpirlilik edip yere bastırmayacak kadar abartmıyoruz olayı ama yerden birşey alıp verdiğinde de huylanıyoruz. Neticede daha küçük ve ağzı kaşınsa elini sürebiliyor... Benim çocukluğumda da kesin o bakteriler vardı ama insan bile bile de çekiniyor işte, var mı bu konuda birşeyler yaşayan, önerisi olan?

Adını bilmediğim bitki 3 bu sarı çiçekliler de...


Karınca yuvalarımız... Onlarsız yapamayız... Belediyemizin harika ötesi yollarının taşlarının altına koydukları kumunu yeryüzüne çıkartmaya bayılır bu çalışkan böcükler, sonra da o yollar bir güzel çöker. Belediye de bir daha gelip bakmaz bile ama daire başına o yollar için 125 milyon istemeyi görev sayar. Aldıkları onca vergiye rağmen nedense kendi yolumuzu kendimizin yaptırması revâ görülmüştür bize. Üstelik seçme hakkımız da yoktur, birileri bu lale taşlı yolları yaparak zengin olur ve biz de kanı emilen durumuna düşeriz, ne gam!

Karıncaların evlerimizi ziyaretinde onlardan kaçma yolları ile ilgili doğal çözümleri Buğday'ın web sitesinde okumuştum ama yazıyı yazarken ulaşamadım. Bulunca ekleyeceğim...
Adını bilmediğim bitki 4. Bunları da çocukken birbirimize ok gibi atardık. Saçlarımıza takılırdı, sonra uzun uzun temizlerdik saçlarımızdan onları... Ne kadar eğlenceli bir çocukluk yaşamışız ve ne kadar güzel arkadaşlarımız varmış. Aileleri ne kadar bilgili, görgülü imiş günümüz aileleri ile kıyaslandığında. Bu satırları yazarken bir bir gözlerimin önünden geçiyor hepsi... Nur içinde yatsın büyük bir bölümü, babaanneciğim, dedeciğim, bizlerin peşinde ne çok koştunuz, salıncaklarla, yerlere serilen kilimlerle bizlerle oynadınız, ne çok şey öğrettiniz bizlere. Neş'e içinde geçsin günleri sağ olan büyüklerimizin...
Adını bilmediğim bitki 5. Çoban çantası olduğunu düşünüyorum.Güncelleme: Evren'den ve Tijen'den de aynı yorum geldiğine göre artık çoban çantası diyebiliriz ona!
Bu tür irislere de süsen denir bizim buralarda. Eskiden karakolumuz vardı mahallemizde. Sonra nedense kaldırıldı. Polis amcalar ekmişti karakolun bahçesine onlardan bol bol. Annem de eskiden mezarlıklara ekilirdi bunlardan der, oraları hatırlattığı için de pek sevmez süsenleri... Benim için çiçek olsun, ne olursa olsun...
Bu kalanchoe de komşumuzun bahçesinden... En son bize böcüğün doğumunda hediye gelmişti onlardan bir tane. Çok da severim ama bol bol çiçek açtıktan sonra yeşermeye veriyor kendisini. Sonrasında dallarından yeni bir tane ekmedikçe de çiçek vermiyor. Bu çiçekle ilgili önerisi olan var mı?

Adını bilemediğim bitki 6.
6'nın yakından çekilmiş fotoğrafı.
Adını bilmediğim bitki 7. Çok tanıdık geliyor ama çözemedim...
Elmalar daha açmadı tam olarak. Erikler ve vişneler çiçekte idi. Vişneler geçmişti hatta. O sebeple bu ağaç da adını bilmediklerimden ve 9 numaralı...
Gene erguvan... Doyamıyorum onlara...
Ah işte bu haseki küpelerini çok severim. Bu yazıda benim andığım, bu yazıda da Hakkı amcanın anlattığı biricik Gülçin teyzemden yadigâr onlar. Evlerini alanlar bahçeyi ve çiçekleri yok ettiler. Bol bol çim ektiler, bahçeyi Şam şebeğine benzettiler. Oysa ne güzel bir Cottage Garden idi, hatta ne güzel bir Permakültür Bahçesi örneği idi. Görgüsüzgiller ailesi satın alıp evi, çime verdiler kendilerini, kaybettik bütün çiçekleri...Ortancaları, haseki küpelerini, lavantaları, daha pek çok adını ilk Gülçin teyzemin bahçesinde öğrendiğim çiçeği. En çok da Hakkı amcanın babasının elleri ile ektiği pembe mis kokulu sümbüllere yanarım... Neyse ki, yan komşusunun bahçesinde, O Bahçe'den komşu alış verişi ile gelen tohumlardan çıkanlar ve haseki küpeleri yaşamaya devam ediyorlar... Bir dönem İngiltere'deki bahçemde de beni yalnız bırakmadılar. Çıtır çıtır çiçekleri ile onları çok ama çok severim, Gülçin teyzemi sevdiğim ve asla unutamadığım gibi.

Beyaz ballıbabaları da ligustrumların(bizim buralarda lükstürün diyorlar ona da) altından fışkırmış halde buldum...

Malta erikleri de yavaş yavaş olgunlaşmaya başladılar... Hatta pazarlarda tezgahlarda yer almaya başladılar bile! Çok severim onları. Vefalıdırlar, sorun çıkartmadan hemen ektiğiniz yerden çıkar, çekirdekleri de bereketlidir, biraz yemesi meşakkatlidir ama tadı buna değer...
Bu bitki, hatta ağaçcığın tam adını da bilemiyorum, numarası 10 olsun. Çok fazla benzeri var. Turuncu yemişlisi, kırmızı yemişlisi... Kuşlar, özellikle de karatavuklar çok seviyor onları bunu biliyorum. Biraz didiklesem adını da bulacağım sanki ama...Güncelleme: Evren'den gelen bilgi akdiken olabileceği yönünde. Yaprakları ile ilgili bir çekincem var, biraz daha araştırmak gerek!
Bu da 11 olsun. Harika idi tüm ağaç çiçeklerden yıkılırken... Meyveleri çıktığında çözeriz, elbet dallarını kıra kıra toplayan çocuklardan bize kalırsa!
Ah işte bu çiçek çok ama çok güzel. Adını merak edip epeeeyce aradım. Sinek Sekiz sayesinde, daha doğrusu ona gelen bir yorum sayesinde de buldum! Allium Neapolitanum imiş isimleri. Bir bahçe her nasıl olmuşsa bu çiçeklerle dolu geçirdi neredeyse 1 aylık süreyi. En son yağan yağmurlarda boyunlarını bükmüşler... Daha detaylı bir yazıyı hak ediyorlar.
Kala çiçeği en sevdiklerimden, onu da bir bahçenin kenarında buldum. Rengi dolayısı ile fotoğrafını çekmekte zorlandım. Ama o kadar duru ve güzel ki! Belki de bu yüzden gelin çiçeği yapmışlar onu uzunca bir süre gelinlere...
Bu çiçeklerin adını biliyorum, hem de çok iyi. Ama size sormak istiyorum başka bilen var mı? Onu daha çok meyvelerinden tanıyorsunuz, bakalım kimler bilecek?(İlk bilen Evren, yok mu başka bilen?)
Bilinmeyen bitki 12. Onu İngiltere'de de çok gördüm süs bitkisi olarak bahçelerde. Burada da bir bahçede karşılaştık top top çiçekleriyle...
Bilinmeyen bitki 13. Bu ağaçcıktan bizim alt bahçede de var. Haziran ortalarına doğru harika kokulu çiçekler açıyor. Mumdan yapılmış gibi çiçekleri, açık sarı ve beyaz, o kadar güzel ki! Açtığı zaman yeniden fotoğraflamak boynumun borcu olsun. Lâkin adını bulamadım henüz. Çocukken onun çiçeklerinden parfüm yapma hayalimiz bile vardı Sanem ile. Bilmem şimdi hatırlar mı? Güncelleme: Evren adına Pittosporum tobira der, hatta onun sitesinde buralarda (1, 2, 3,) bu güzel bitkiye dair çok hoş notlar var. Ben de çok benzettim ama bizdekinde meyveler yok! O sebeple bir çekincem var, çiçekleri açınca yeniden inceleyeceğim.

Bu da 14 olsun... Kayısı olabileceğini düşünüyorum çiçeklerinden dolayı ama emin değilim! Güncelleme: Ayva çıktı benim kayısı zannettiklerim.(Teşekkürler Hatice teyze)
Ah bu vişne işte, komşumuzun bahçesi olduğu için biliyorum ve çiçekleri dökülüp meyveye doğru gitmeye başlamış bile!

Ben bu minik gezilerimi böcüğümle birlikte yapmayı daha çok seviyorum. Pek çoğunun adını söylemeye başladı bile. Hatırlatayım daha 2 yaşında! Adını bilmese bile cın(yani iğne yapraklı ya da gül gibi dikenli), bu kaşındırır, bu batar dikeni var diye biliyor her birini. Kedilere, köpeklere hayabaaaa diyor. Kargayı, serçeyi, muhabbet kuşunu tanıyor. Haftasonu ne yazık ki evcil hayvan satan bir yerde kirpi ile de tanıştı. Kirpi ile Kestane kitabını almıştım ona en son. Böylece gerçek hayatta da tanışmış olması aklında daha iyi kalmasına sebep oldu. Dilerim hep böyle doğa ile içiçe, tüm canlıları severek yaşama şansı bulur. 

Ben de en kısa sürede bu geziyi böcükle tekrarlayacağım. Bu bitkiler olmayacak belki ama yenilerini bulup sizlere anlatacağız kısmet olursa... 

24 Mayıs 2011

Sansüre HAYIR


80'li yıllarda babam gazeteci ve haber merkezi müdürü idi. O dönemde ne olur, ne biter bizim evde de bilinirdi. İkinci haber merkezi sanki bizim evdi. Acil birşey olduğunda koşa koşa işe gider, elinde telsiz gezerdi. O dönem cep telefonlarının hayali bile zordu çünkü, ancak telefon ve telsiz ile haberleşilebilirdi. Fax cihazı, telex denilen yazılı şerit okuyucuları görmek bile çok ama çok büyük nimet idi. Ben görebildiğim için kendimi ayrıcalıklı sayardım.

O dönemin medya patronları da, bugünkülerle kıyaslayınca dürüst, doğru insanlardı. Pek kolay kolay herkese de pabuç bırakmazlardı. Neyse savundukları, sonuna dek arkasındaydılar. Canları pahasına olsa bile. Belki bunu çalışanlarının doğru, dürüst, kendilerine bağlı insanlar olmasına borçluydular, belki de helal süt emmişliklerine bilemiyorum. Yalnız şunu biliyorum, bugün o çok eleştirilen Sıkı Yönetim'in, Sıkı Yönetim olduğu dönemlerde bile daha özgür, daha bilinçli, daha dürüst yayımcılık anlayışı vardı.

Sonra bir Özal furyası çıktı, onunla birlikte, desteklediği ismi lazım değil bir gazete başka bir ilden İstanbul'a taşındı. Onunla birlikte Basın sektöründe hiç duyulmamış, hiç görülmemiş iğrençlikler dönemi de başladı. Onunla birlikte karalamalar, kampanyalar, asilikler, sınır tanımazlıkları öğrendi ülkem. Bu bahsettiğim gazete, ilk kurşunu kendi meslek kuruluşuna, cemiyetine attı. Emekli gazetecilerin, maaşları ile bellerini doğrultamayan gazetecilerin umut kaynağı olan, bağlı bulundukları ilin Gazeteciler Cemiyeti tarafından bastırılıp, Bayram'da çalışan gazetecilere ek ücret verdiği, Bayram Gazetesini, varolan yasal haklara rağmen yok etti. Bize ne, bizim de gazetemiz var, kurala uymayız ve basacağız dediler. Alkışlayanlar da oldu, üzülenler de, ah edenler de. Ama sonra ah alanlar yok olmaya mahkum kaldılar. O yöneticiler bir bir basın sektöründen gittiler. Pislikleri, yaptıkları geriye sonradan mantar gibi türeyen benzerlerine misal ve miras kaldı. Zamanında en özverili çalışan gazeteciler de mesleklerine, bu tarz çalışan işverenlere küsüp teker teker köşelerine çekilmeye başladılar. Nezih Demirkent gibi, duayenler tek tek o küsen gazetecileri saklandıkları köşelerinden çıkartıp mücadele ettiler ama onlara da çok yaşam hakkı tanınmadı. Onlardan geriye sadece onları hatırlayanlar ve güzel hatıralar kaldı.

Bu arada bizler de uzunca bir süre, farklı gazeteleri, farklı televizyon kanallarını okuyup, haberin doğrusunu yakalayabildik. Üç farklı ya da iki farklı görüşte olandan oku, haberin doğrusunu bul formülüyle de bugüne geldik. Geldik gelmesine de, takıldık kaldık. Artık öyle bir tek yönlülük, öyle bir dokunulmazlık, dokunulursa caydırıcı önlemler var ki, Padişah dönemi bile günümüz döneminin yanında hiç kalır. Ben bile bu satırları yazarken, acaba tutuklanır mıyım, olmadık bir damgayı boşu boşuna yer miyim, olmadık kasetlerim montaj yoluyla ortalıkta dolaşır mı, evimde bana ait olmayan yasa dışı birşey çıkar mı ya da çantama olmadık birileri tarafından olmadık birşey konulur mu endişesi bile taşımaya başladım. Ah telefonları da unutmayalım elbet, tık dese hat, hımm acaba mı diye şakalaşır olduk, her şakada bir gerçek payı vardır diye düşünerek... Erken öten horozu keserler deyimi kulaklarımda çınlar oldu.

Televizyon seyretmez, gazete okumaz oldum. Yeni medya kaynağım arkadaşlarım ve onların süzgecinden geçenler olmaya başladı. İki ya da üç gazete oku, ona göre karar ver formülüm, iki ya da üç arkadaşım ne tepki vermiş, ona bak ve daha az sinirlen şekline dönüştü. Habere ve haber merkezlerinin eline doğmuş ben, haberden nefret eder oldum.

Ancak evde televizyon seyreden birisi var, Annem! Eski alışkanlıklarından vazgeçirmek zor 70'li yıllarını yaşayanları...

Geçenlerde, kanal değiştirirken, bir kanalda ne oluyor diye durdurdum onu. Evin böcüğü de uyuyordu o sırada ama saat onun uyku saati değildi, sadece yorgunluktan o günlük uykuya yenik düşmüştü. Yani yanımızda olması gayet olası bir saat! Neyse durduğumuz kanalda, böyle bir görüntünün var olacağını hiç ummadığım bir kanalda, dansöz! Ama nasıl bir dansöz... Kıyafeti, dansı... Karşısındaki beyi oyuna getirmeye çalışıyormuş anladığım kadarıyla... Dizi, yabancı kaynaklı. Ağzım bir karış açık, şaşkın seyrederken, mazbut bir aile çıktı ardından gelen sahnede. O ailenin oğlunun önünde dans ediyormuş dansöz herhalde! Aile kapalı, kendi halinde, kendi içerisinde mutlu... Ailenin de bir kızı var... Misafir gelen küçük kızla aralarında geçen konuşma:

- Haydi gel dışarı çıkalım.
- Olmaz!
- Neden?
- Biliyorsun ben başımı örtmeden dışarı çıkmama izin vermiyorlar.
- Sen de örtüver, ne olacak ki!
- Ölsem de örtmem.
- Ne var yani, ben şimdiden sabırsızlanıyorum ve bana çok güzel örtüler hediye ediliyor, hele içlerinde altın sırmalı bir tane var ki, ona bayılıyorum ve takmak için ölüyorum. Şimdiden ayna karşısında deniyorum. Çok güzel çok...
- Tamam da ben istemiyorum...
........

Konuşma böyle sürüp giderken böcük uyandı, ben bu ne pehriz bu ne lahana turşusu diyerek televizyonun karşısından kalktım.

Şimdi hani bizim böcüklerimizi koruyacaklar ya, internette nereye girip çıktığımızın çetelesi tutulup da girilmesini ''kendilerinin istemediği'' sitelere girişler engellenecek ya...

Peki diğerleri ne olacak? Haydi oldu diyelim(Allah korusun!) hep tek tip görüş ne olacak? Sosyalistlik mi bu(hani hep kendi dediklerini sunarlar ya), faşitlik mi? Hem bu sansür neden bu sadece internet için?

Ben, ne o dansözü birisinin duyguları ile oynarken olmadık vaziyette açık saçık karşımda görmek istiyorum, ne de kızımın dini seçimlerini televizyondan öğrenmesini, yapmasını! Seçimlerini, kendi aile ilkelerimiz doğrultusunda yapmasını istiyorum. Başörtüsünü televizyon kanalındaki kız söylemez, söyleyemez ona. Söylememeli. Allah'a giden yolu ilk bizden duymalı. Hayata dair temel bilgileri bizden almalı, dünyadaki tüm dinleri tanımalı ve kararlar kendi kararı olmalı, beyni yıkanmamalı.

Biz temellerimizi ne kadar sağlam atarsak, o kadar doğru insan olacağına inanıyoruz ve ister internette, ister hayatta ona ne öğreteceğimizi de başkalarının bize öğretmesini, o sınırları çizmesini istemiyoruz.

Çağımızın teknolojik varlıklarını da kullanmayı biliyoruz. Çok şükür cahil de, salak da değiliz.

Bilgisayara girdiği zaman, kendisine ait bir hesabı var böcüğümüzün. Orada yapabileceği şeyler belli, biz onu korumayı biliyoruz yani, başkasına ihtiyacımız yok! Daha iki yaşında ama benden iyi biliyor hangi dosyayı açacağını, hangisinde kendisi ile ilgili şeyler olduğunu. Oturup fotoğraflarına bakabiliyor ya da filmler seyredebiliyor. Bu kadar bilgisayarın içinde olmasını da istemiyoruz zaten, koşmalı, oynamalı, kuş sesini dinlemeli, çiçekleri tanımalı, hayvanları sevmeli, bunu her yaşta yapmalı üstelik. Bilgisayardan uzak tutmak için de çözümlerimiz var kendi içimizde, ona da gelip bakacaklar mı? Çocuğum kaç saat neyin başında, kaç kedi kovaladı, kaç sokak köpeğini uygunsuz halde gördü, onu belirleyip,  ölçecekler mi? Kızıma ait kaç e-posta adresi, web sitesi, sosyal medya hesabı var soracaklar mı? Böyle mi gidecek, sürecek bu işler?

Başka ülkelerde de denetimler var, ama böyle sadece bireye sınırlama getirilerek mi yapılıyor? Sansür mü konuyor? Sorunu çözme odaklı olacağı yerde, bireye mi yükleniyorlar? Kanunları, varolana göre koyuyorlar, hayali olarak varolacağını düşündüklerine göre değil!

Ben duvarlarla, tellerle, korkularla, tehditlerle çevrili bir hayat istemiyorum ne kendimiz için, ne de çocuğum için. Hani daha önce de demiştim ya, çocuğumu kendi kendime yetiştirme hakkım var benim!

Adında ''Cumhuriyet'' geçen ülkenin ''Cumhur'' 'unun her bir ferdinin sözünün dinlendiği, sen de kimsin denmediği, halkını Atatürk gibi en gencinden, en yaşlısına fark gözetmeden, din, dil, ırk ayrımı gözetmeden dinleyen yöneticilerin varolduğu bir ülkede yaşamak istiyorum. Dinimi yorumlayanın değil, onu bana gönderenin kitabından öğrenmek istiyorum. Öyle ki, ben yadellerde hergün bu ülkenin varlığını haykırdım ve döndüm ülkeme. Çocuğumun yarın bana neden anne, niye bunu yaptın anne demesi yerine, iyi ki buradayız ve ben çok mutluyum demesini istiyorum.

Ben özgürce yaşama hakkımı kullanmak istiyorum ve SANSÜR İSTEMİYORUM!

Lütfen duyun benim ve milyonların sesini...

Ek 1: Buyrun bu yazıyı okuyun. Üstelik daha şimdiden bunlar olurken, kanun yürürlüğe girdikten sonrasını düşünmek bile istemiyorum! Ben, belki bak bu çok kötü evladım, hatta iğrenç, uyuşturucu insanı bu hale getiriyor demek için o siteden birşey göstereceğim ve bir daha asla girip bakmayacağım, kime ne? Tuvalet kağıdında mantar yetiştirmeye dair bir yazım vardı, sadece bir canlı yetiştirme adına, bilim adına ne yapılabiliri göstermek için yayımladığım. Bol bol sihirli mantar arayanlar okuyordu, eşim de takılıyordu, başına bela olacak bu yazı diye, şimdi bela olamaz, nasılsa bu mantıkla sansürlenecek!

11 Mayıs 2011

Şekerli Vanilin

İngiltere'de yaşamaya başladığım ilk yıllarda tahin, bulgur, hatta Türk usulü yoğurt bile bulamazken üzerinde şekerli vanilin yazan paketçikleri bulmak müthiş bir hayaldi. Hayalden öte bir lükstü. Her Türkiye ziyareti sırasında kutu kutu onlardan yanımıza alıp taşırdık.

İngiliz televizyon kanallarında, bol miktarda halkı yemek yapmaya teşvik eden programlar vardı. Onları seyrederken bir formül keşfettim. Genelde bu programlarda vanilya ya da vanilya özütü yerine vanilya çubuğu kullanılıyordu. Mesela muhallebi yapacaksınız diyelim, süte vanilya çubuğunu ortadan ikiye ayırıp, içindeki tanecikleri sıyırarak, onlarla birlikte atıyorsunuz, katılaşma başlamadan da çubuğu çıkartıyorsunuz, böylece koku muhallebinize geçmiş oluyor. Dondurmalar, tatlılar, pek çok şeyi bu usulle yapıyorlardı.

Sonra gittiğim marketlerden birinde bizim usul ama minik paketlerde olmayan şekerli vaniline rastladım. İçinde tanecikleri görünce, üzerinde yazdığı gibi gerçek olduklarına da inandım ve onu kullanmaya başladım. O aldığım kutucuğun da bittiği bir gün minik, pratik buluşum gerçekleşti... Ben neden vanilya çubuğundan bunu kendim yapmıyorum sorusunu sordum kendime. Cevap çok basitti. Otur yap!

Gittim bir vanilya çubuğu aldım. Ortadan ikiye kestim. Robotun içine toz şekeri attım, güzelce bir çektim.(bu biraz iri oluyor tam pudra şekeri kıvamı istiyorsanız kahve makinesinde çekmenizi öneririm) Kocaman, vanilya çubuğunun boyunda uzuncana bir kavanoz buldum, içine ortadan ikiye kesik, tanecikleri sıyrılmış çubuğu koydum. Biraz çekilmiş şekerimden ekledim. Sıyrılan tanecikleri de içine atıp kapağı kapatıp çalkaladım. Böyle böyle azar azar ilave edip çalkalayarak ağzına kadar kavanozu doldurup 1 hafta kadar beklettikten sonra kullanmaya başladım. Artık hep evimde kendi yapımım, sentetik mi, zararlı mı, o mu, bu mu düşüncelerinden uzak, sağlıklı olduğuna inandığım, bir kavanoz vanilyalı şekerim ya da ticari adıyla şekerli vanilinim var. Üstelik paket paket aldıklarımdan kat kat ucuza mal oluyor. İçim rahat, kesem rahat! Tavsiye ederim.

O pasta, çöreklerde kullandığınız sıvı vanilya özütleri ile ilgili olarak da buraya, buraya , buraya ve hatta  buraya bakmanızı tavsiye ederim. Alkol sevmeyenler, hamileler, bebeğini emzirenler, vanilyada bile alkol olacağı aklınıza gelir miydi?

Aaa bu arada yazının ilham kaynağı Pınar. O kadar anlatmama rağmen gene de hazır olanı önermişsin ya Pınar, bu yazı yazılmalı dedim!

Güncelleme: Benim yaptığım şekilde vanilyalı şeker yapanlar arasında Papatya da varmış. Münevver hanım sağolsun bağlantıyı iletti(teşekkürler) Buradan bakabilirsiniz.

Bu yöntemle baharatlı şeker de yapabileceğimi öğrendim. Onunla ilgili yazıya da buradan ulaşabilirsiniz. Mutlaka denemem lâzım!

10 Mayıs 2011

Mor Salkım, Wisteria

(Annemin yokolan/yıkılan baba evi)

Mor salkım, annemin çiçeği, çocukluğumun çiçeği, ata dedelerin çiçeği...

Mor salkım, annemin baba evinin mis kokulu, asil sarmaşığı.

Onunla ilk tanışmam anneanne, dede ziyaretleri sırasındadır... Anadolu'ya serdar atanan yeniçeri dedenin torunu, hac dönüşü evine mor salkım getirir. Bahçesine eker. Bilinmez fide olarak mı getirmiştir, yoksa tohum mu? Dededen torunlarına kalan anıdır, o çiçeğin, buram buram kokusu. "O ev" ve "o çiçek" hep birlikte anılır. Taaa ki, torunlar sayılarının çokluğundan, ne yapacaklarına karar verilememesinden, sahip çıkamamaktan, o güzelim tarihi evin yıkılmasına sebep olana, mor salkım da yıkıntı altında kalana dek yaşar... Mor salkım, o ev ile birlikte, kaç torun büyütmüş, kaç komşuyu yoldan karşılamıştır kim bilir? Yıllarca sokağına mis gibi kokular yayan, o mor güzel sarmaşık da yıllara yenik düşer ve sonunda küsüp gider. Bizlere de anılar, eskilerden birkaç fotoğraf ve hiç unutulmayacak o koku miras kalır. Hem de akıllarımız yitip gitmedikçe, bir hastalığa, bir kazaya yenik düşmedikçe, hiç kimsenin elimizden alamayacağı bir güzellikle... Nihayetinde anılarımız da parayla değildir ya, torunlar onun paylaşımında da sorun çıkartamayacaklardır ya!

Annem, İstanbul'daki evimize komşu bir bahçede, ulu bir ağaçla birlikte yaşayan mor salkımı gördükçe, hep ''o evi'' ve ''o sarmaşığı'' yad eder... O da taaa ki, görgüsüz biri, ağaçla bir sarılan sarmaşığın olduğu evi ve bahçeyi alıp, bahçedeki tüm bitkileri yok edip, çim ekene kadar!

(Sol yanda aşkımın,goncamın dede evi, karşımızda da baba evi)

Hayatımdaki ilk izleri böyledir mor salkımın. Ara ara kendisi ile yollarda, çeşitli şehirlerde kesişir yolumuz hayat boyunca... En güzel tesadüf, aşkımın dede evinin duvarında da tüm güzelliği ile salınıyor olmasındadır. En şanslı, yıllar sonra doğan evin böcüğüdür. Zira hem annesinin, hem de babasının mor salkımla ilgili ortak anıları vardır... Kim bilir, belki yıllar sonra onun evinin bir köşeciğine de bu güzellik yerleşecektir, belli mi olur?
(Çiçek tomurcuklarını barındıran kapsül)
(Çiçekler kapsülden çıkmaya başlarken)

Anne ile baba, daha o hayalde bile yokken yerleştikleri ülkede, her daim alış veriş yaptıkları marketin, çıkış kapısının baktığı kolej bahçesinde, gene bu çiçeği görürler, birbirlerine gülümseyip, gene o derler ve yağan yağmurla birlikte kokusunu içlerine çekerler.


(Kew Garden)

Gezmek için gittikleri Kew Garden'da, oturdukları çardakta çiçeklerin kokusu ile büyülenirler. Altından hiç kalkmak istemezler. Önlerine çıkıp, onları çıldırtacak duvardan habersizdirler o zaman. Akan suların arasında, kocaman mor salkımlarla kaplı duvarı bulduklarında, oradan hiç ayrılmak istemezler. Yaşadıkları şehirde, gezdikleri illerde, bahçelerde hep yanınızdayım ve sizi seviyorum mesajını verir mor salkım hep onlara. Onlar da mor salkıma...

(Kew Garden)
(Sydney Sussex College - Cambridge - İngiltere)

Anne farkeder ki, komik diye seyrettiği dizide yaşanan yerin adı, mor salkım yoludur. Hayatı boyunca da hep tesadüflerle mor salkım karşısına çıkar durur.

Peki kimdir bu mor salkım?

Wisteria derler ona. Ama esas Çin'de ona verilen isim ''Glycinia'' dır. İngilizler onu yeniden adlandırmışlardır. Glycinia Yunanca'daki ''glykys'' den gelmektedir ve ''tatlı'' anlamındadır. Bezelye ile aynı ailedendir. Güneşi, ışığı, kaliteli, gübrelendirilmiş ve beslenmiş gevşek, nemli toprağı çok sever. Yaprakları çıkmadan önce çiçek açar. İlkbahar sonu çiçekler görülmeye başlar, ikinci defa açan türleri de vardır. Onlar da hem ilkbahar sonu yapraklanmadan, hem de sonbaharda çiçek verirler. Tohumları zehirlidir. Pembe, beyaz, mor, leylak rengi çiçek açan türleri vardır. Kışa, zorluklara dayanıklıdır ve hızlı büyür. Bahçe ile uğraşanlar, onu köklerinde azot tutucu bir bakteriyi yaşatmasından dolayı pek severler. Bitki olgunlaşmadan çiçek açmaz, o yüzden yetiştirenler zorlayıcı önlemler alırlar; kökleri budanır ya da uzun süre sulanmaz...
(Sydney Sussex College - Cambridge - İngiltere)
(Yaprakları ile birlikte mor salkım çiçeği)

Onu evlerin duvarlarına sardırırken, yağmur oluklarına, yağmur borularına sıkı tutunarak zarar verebileceğini unutmamak ve ona göre şekillendirme yapmak gerekir. Çiçeklendiği dönemde çok ağırlaşacağını da unutmamak gerekir. Desteği olmayan ince duvarları yıkabilir!


(İstanbul'da ara sokaklarda sardırılmış Mor salkım ve çiçekleri)

Bazı türlerinin çiçekleri yenebildiği gibi, şarap yapımında da kullanılır. Bu noktada hangi tür olduğunun iyi bilinmesi gerekir ki, zehirlenme ile karşılaşılmasın!
 
Yılda iki defa yerini koruması, çok yayılmaması ve çiçek açabilmesi için budanmak ister. Yaz budaması sırasında, eve sardırılmışsa su boruları ve yağmur oluklarına gelen kısımlar alınır. Çiçek açacak kısımlar bırakılıp fazla gelişenler toplanır. Kış budamasında da şekil verilir. Bundan başka nasıl sardıracağınıza da yön vermeniz mümkündür. Unutulmamalıdır ki, mor salkım, doğal ortamda ağaçlara sarılmaktadır ve ışığa ulaşmaya çalışmaktadır. Yaklaşık 15m uzar ve 40m yayılabilir. Budama ve sardırma ile ilgili detaylı bilgiler burada ve burada mevcut.
Tohumdan mor salkım büyütmek istiyorsanız çiçeklerini görmek için en az 20 yıl beklemeniz gerekebilir. Yani epey geç çiçek açar. Çeliğini tercih etmeniz önerilir. Seçerken de goncaları olanından olmasına dikkat edin. Ekerken, geliştikten sonra çiçek açmadan önce bitkiyi yakmayacak şekilde gübrelemeniz önerilir. Bunun için de en uygunu kompost olacaktır.

Yerini değiştirmek pek mümkün değildir. Epey yayılmayı seven, sağlam bir kökü vardır. O sebeple kök için yere büyük bir kazı yapmanız gerekebilir ki, bu da tavsiye olunmaz.


Türleri ve isimlerine dair buradan bilgi edinebilirsiniz. Detaylı bilgi için buraya bakabilirsiniz
Bitkinin gövdesi kağıt yapımında kullanılabilir. Az önce çiçeklerinden çayı yapılır ve şarap yapımında kullanılır da demiştik, yeniden hatırlatalım. Gene çiçeklerinden Çince ''Teng Lo'' denilen bir tür yiyecek de yapılır. Bunun için, çiçekler tek tek kopartılarak şekere yatırılır, daha sonra unla karıştırılır ve minik parçalara ayrılarak kızartılır. Tohumlarının idrar sökücü olduğu ve kalp hastalıklarına iyi geldiğine dair de notlar var ancak zehirli olduğu söylenen tohumlardan bu tarz bir karışım nasıl hazırlanıyora dair net bir bilgi yok.

Eğer reçel yapmak isterseniz güzel bir tarif burada mevcut. Üstelik o güzelim rengi de aynen kalıyormuş.



Bir parçacık daha yakından tanımış olduk seni böylece güzeller güzeli mor salkım.

Sen hayatımızda her daim olacaksın. Yakınlarda böcük ile seni bulup, koklamak için minik bir tur yapma planımız var. Ama önce böcüğün ateşinin düşmesi lâzım...
 
(Chesterton Road üzerinde bir ev - Cambridge - İngiltere)