18 Nisan 2011

Bu Bir Kitap



E-kitapların hayatımızın bir parçası olduğu, Ipad'lerin, Kindle'ların satışlarının arttığı bir dönemde, bu minik film içimi açtı.

Hayvan karakterleri de özellikle seçilmiş sanki.

Hakkında daha fazla bilgi için buraya bir tık. Zira bu bir kitap tanıtımı. Kitabı bilemiyorum ama ben bu filmciğe bayıldım.

12 Nisan 2011

The Botany Of Desire


Watch the full episode. See more Botany of Desire.
Filmin tümünü seyredebilmek için lütfen yukarıda Full Episode yazan yere tıklayın.
Michael Pollan'a hayranlığım günden güne artıyor. Okuduğum kitapları, seyrettiğim belgesel niteliğindeki programları, GDO'ya neden karşı durmamız gerektiğini güzelce ortaya koyma şekli, pek çok şey öğreniyorum onun yapıtlarından. GDO ile ilgili yazılarımda sözetmiştim daha önce de kendisinden.

The Botany Of Desire'ı ilk olarak çok alakasız bir yerden, Linked In'deki CSR gruplarından birisinden duymuştum. Bir önceki yazıdaki siteyi karıştırırken de bu film ile karşıma çıktı.

İçinde seyretmenizi dileyeceğim pek çok konu var. İlginç konular üstelik. Elmanın, lalenin, cannabis'in(Türkçesi kenevir sanırım) ve patatesin bu kadar ilginç bitkiler olacağını, hiç düşünmezdim. Bitkileri tanırken, kültürlerle, kültürlerin altyapıları ile, tarihle ve daha pek çok şeyle tanışıyorsunuz.

Filmde görüş bildiren, Frank Browning'in Elmalar adındaki kitabının değerinin 139 dolara yakın olacağı hiç aklıma gelmezdi. Tamam, dünyada pahallı kitaplar var, ama yeni yazılan bir kitap bu kadar pahallı ise bir sebebi olmalı!

Sevginin, nefretle birlikte yaşadığının en güzel örneğinin lâlelerle yaşandığından da habersizdim. Önce Osmanlı İmparatorluğu'nda, sonra da Hollanda'da çılgın bir hüküm süren lâle tutkusunun ardından, lâle nefretinin yayıldığını bu film ile öğrendim. Hoş o nefret edenler bugün hâlâ lâle üzerinden yaşamlarını devam ettirmekteler, o da ayrı mesele.

Ya cannabis'e ne demeli? Bir dönem insanlara aspirin verilir gibi verilmiş, eczanelerde tentürleri satılmış. Hala nörolojik bilimlerde üzerinde çalışmalar devam etmekteymiş. Meksika ordusunun şarkısı ile en komik olanı olsa gerek! Nihayetinde ona olan tutku, doğada yetişmesinin yerine kapalı alanlara, kilit altında yaşamaya mahkum etmiş onu. Öyle ki, yetiştiricisi karısının sesini duymazlarsa, onu görmezlerse üzüldüklerine inanıyor!

Monokültür tarımın yapılmaması gerektiğini, farklı cins ve farklı bitkilerle tarım yapıldığında, bir kez daha kazananın insanoğlu olduğuna kanaat getirdim. Genetik başarı sanılanın da başarısızlıktan öteye geçmeyen bir aldatmaca olduğuna bir kez daha kuvvetlice inandım.

Aslında söylenecek söz çok, ama bu noktada fazla söze hacet yok, sizin de kendi gözlerinizle izleyip kendi fikirlerinizi oluşturma zamanı. Mümkün olursa da lütfen bu fikirleri paylaşın. Hayatın sırrı doğada, onlara zarar vermek demek, kendimize zarar vermek demek. Onlara tutkunluk da zararın bir başka boyutu. Anahtar ise ellerimizde...

Ne demişler? Azı karar, çoğu zarar!

09 Nisan 2011

Dikey Bahçeler, Yaşayan Duvarlar



Geçenlerde Alis bloguna yazdığında ve Evren de haber ettiğinde, ben görmüştüm, ben görmüştüm diyordum. Bugün web sitelerini karıştırırken bu yazı ile nerede gördüğümü hatırladım. Çok cümle kurmayacağım. Lütfen seyredin ve bu güzelliği görün diyeceğim.

Dileğim, bu yazıda dilimin döndüğünce anlatmaya çalıştığım Yeşil Çatılar gibi, Yaşayan Duvarlar'ın da ülkemizde, şehrimizde artması. Nefes alacak alanlar daraltılıyor malum, bulunan her boş yere, hatta orman arazilerine bina dikilerek. Mani olamıyoruz, durduramıyoruz, hiç olmazsa böyle binalar olsun gökdelenler yerine...

04 Nisan 2011

Blogum Artık Karbon Nötral Olacak

local shopping offers and coupons with kaufDA.de
Karbon Ayakizi ya da İngilizce Carbon Footprint terimini duyanlar parmak kaldırsın!

Karbon Ayakizi'nin tam olarak ne demek olduğunu öğrenmek isterseniz, bu siteye bakabilirsiniz.

Bugünden itibaren Berceste'nin sağ sütununda yukarıdaki logoyu göreceksiniz. ''My Blog Is Carbon Neutral'' yazıyor olacak. Tıkladığınızda da sizi buraya götürecek. Gittiğiniz yer Alman kaynaklı imiş. Logoyu ekleyip, bu konuda bir yazı yazdığınızda blog adına bir ağaç dikilecekmiş. Dahası da var...

Aslında blogunuz da ne yazık ki karbon salınımında bulunmuş oluyor, siz bilmeden, farketmeden.

Harvard Üniversitesi'nden Alexander Wissner-Gross'un yaptığı araştırmaya göre, blogunuza her tıklanışta, 0.02g karbondioksid salınımı yapıyor. Ayda 15 000 defa tıklandı diyelim, yılda 3.6kg karbon emisyonuna sebep oluyor. Nasıl sebep oluyor, kullandığınız bilgisayar, yayımlandığı server, bunların soğutma sistemleri vb...

Bir ağaç ne kadar karbondioksid kullanıyor? Bu sorunun ne yazık ki, kesin cevabı bilinmemekteymiş ve ağacın türü, ışık alma durumu, toprağı, su dengesi, bulunduğu yer gibi pek çok şeye bağlı imiş. Afaki bir hesap yapıldığında da çıkan rakam, 1 yıl için 10kg ile 30kg arasında değişmekteymiş. İlk dikildiği yıllarda bu rakama bile ulaşamama durumu olabilirmiş. Büyüdükçe, yaşlandıkça da bu rakam artarmış. Ağaç 18 yaşına geldikten sonra da rakam düşermiş.

Birleşmiş Milletlerin konu ile ilgili kuruluşu (UNFCCC) bir ağacın yıllık karbondioksid kullanımını 10kg olarak belirlemiş. Bizim bu logo ile kampanyasına katıldığımız, Make It Green çevre programı da aynı rakamı 5kg olarak kabul etmiş. Dolayısı ile bir ağacın dikilmesi, bir bir blogun, bir yıllık karbon salınımını örtmüş, nötralize etmiş oluyor. Bir ağacın ortalama olarak 50 yıl yaşaması sağlanırsa da, sizin blog yayımlayarak verdiğiniz zarar karşılanmış oluyor.

Bu hesaba göre, ben de bugünden itibaren bu sisteme dahil olmak istiyorum ve bu amaçla da bu yazıyı yazıp logoyu da sayfama yerleştirdim.

Türkiye'den de bir güzel haber aldım. Nükleer enerji yerine Güneş Enerjisi ve Rüzgar Enerjisi santrallerinin artmasını diledim.
Bostancık ve Meyvelitepe bu konuda şanslı, bahçelerine pek çok ağaç diktiler, Meyvelitepe'de görüyorum ki, Sekoya bile var!

Blog yazan arkadaşlarım, şimdi sıra sizde, ya siz de en az bir ağaç dikin ya da bu kampanyaya katılın!

Bir de kullandığınız teknolojiler nelere sebep oluyor diye şuraya bir bakın!

01 Nisan 2011

Bahar Güzellikleri

İnsan hayatına farkında olmadan şekil veriyoruz, küçümeninkine, Uğur Böcüğümünkine... Bazen ne yaptığımızı gayet iyi biliyoruz, bazense farkında olmadan hayatında kalıcı değişimlere sebep oluyoruz. Anlıyoruz ki, o da bizim sevdiklerimizi sevmeyi öğreniyor, yaptıklarımızı yapmayı öğreniyor. O sebeple doğruları, doğru olduğuna inandıklarımızı ona öğretmemiz bizim için çok önemli.
Geçtiğimiz Pazartesi günü, havanın güzel olmasını fırsat bilerek, böcükle, çevremizi tanıyalım, doğayı keşfedelim turuna çıktık. Şanslıyız ki, İstanbul'da doğa ile içiçe yaşabileceğimiz bir yerde oturuyoruz. Ağaçlar, kuşlar, bitkiler... Çoğu İstanbul çocuğunun yakından göremeyeceği şeyleri bizim böcük her sokağa çıkışta görüyor. Kediler çok yakına gelmedikleri sürece yakın dostumuz mesela. Geziye onlara el sallamakla başlıyoruz. Pisi pisi dersek, 30 tanesi başımıza toplanacak biliyoruz. Kedi nüfusu oldukça kabarık bizim sitede. Hatta öyle ki, teyzenin birisi birinci katlardan birini sadece kedileri için tutmuş. Kediler için camlar açık yaz, kış... Teyze nerede yaşar, nasıl yaşar onların arasında bilinmez. Eşya yok görünürde ama orada yaşıyorlar birlikte, yaşlı, hasta ama kedilere hizmette sınır tanımıyor. Nasıl bir hayattır bu çözemedim. Ben de çok severim ama bu kadarı aşırı, hatta psikolojik düzeyde incelemeyi gerektirecek kadar aşırı. Onun yüzünden kediler bizim balkonu da mesken tuttu. Soğusun diye yemek falan koyamaz olduk. Kedi idrarı var mı diye korkarak balkona çıkar olduk. Bahçeden buram buram koku geliyor çünkü... Ne kendisi ne de ev sahibi laftan anlamıyor. Bakalım ne olacak durum. Hal böyle iken balkona gelen kedileri haber vermek de bizim küçümen böcüğün işi. O yüzden iyi tanıyoruz Maaaavları. İşte onlara el sallayarak çıktık yola. İlk karşımıza çıkanlar bu güzelliklerdi. Çiğdem ailesinden geldiğini düşünüyorum ama tam adını bilemiyorum. Benim çocukluğumun çiçeklerinden değil, nasıl olmuşsa sonradan bizim buralara düşmüş yolu!
İşte bu tam benim çocukluğumdan, bizdeki adı ile Mine çiçeği, nâm-ı diğer Veronica Persica. ZTBB'de de bol miktarda vardı. Hatta yapraklarından ne olduğunu çözememiştim, bu fotoğraftan sonra çözdüm. Bu bitki tanıma işi de zorlu ama zevkli imiş.

Mine çiçeklerini, çocukken topladığım zaman uzunca dayanacak zannederdim. Minik sepetimle eve taşıdığımda bir bakardım ki, çiçekleri yok oluvermiş. O kadar dayanıksızlar ki, hiç vazoda görmek kısmet olmadı ve taaaa o zamanlardan anladım, öğrendim ki, bazı şeyleri hiç ellememek lazım, onlar doğada güzel. Şimdi de böcüğe çiçekleri kopartmamayı, yapraklarını okşamayı ve koklamayı öğretiyoruz.
Zaten herşey eve aldığımız sümbül ile başlamıştı. Bizimki yaklaşık 1 yaşlarında idi. O kadar yoktu bile hatta. Ellemesin diye yüksek bir yere koyduğumuz sümbülü merak ediyordu. Aldık, koklattık. Çok hoşuna gitti. Hem de koklamayı öğrendi. Ellemek istedi, dedik ellenmez, kopar, yazık, uzaktan sevmek ve koklamak lazım. Bu oldu! O günden sonra bizimki çiçek delisi oldu başımıza. Bulduğu her çiçeği de koklar oldu. O zaman da her çiçek kokmaz, sen dene ama güzel kokanları biz de sana söyleriz dedik. Şimdi ne zaman sokakta çiçek görse, yanına gidip kokluyor. Burada gördüklerinizin hepsi bu koklama faslından nasibini aldı. Biz de çok seviniyoruz. Talan eden, üzerinde zıplayan değil, onları seven, koruyan, koklayan bir böcüğümüz var diye.
Hemen aklınıza seviyor, sevmiyor diye taç yapraklarını kopartmak geliyor değil mi? Gelmesin... Size bu öğretilmiş. Düşünün öğretilmeseydi dener miydiniz böyle birşeyi? Kıyar mıydınız bu güzelliğe?
Böylece senenin ilk lalesiyle de tanıştık. Böcük buldu. Anne bak diyerek! Kokladı, sonra döndü, lale di mi dedi. Artık çiçeklerin adlarını da biliyor yani. Tanıyor kitaplardan. 2 yaşında ama bir ömür boyu laleye gerçek değerini veremeyen, onu tanımayanlardan daha çok seviyor laleyi.
İlk göz ağrımız sümbülümüz. Onu koklarken hele nasıl keyiflendi...
Bunun yanında yol boyunca korktuklarımız da vardı. Peşimize takılan kediyi hiç sevmedi mesela, ondan çok rahatsız oldu. Onun boyuna indiğimde, korkulacak birşey yok demek için, anladım sebebini. Bizim için aslan, kaplan hangi boyda ise, kedi de onun için aynı boyda idi. Geçen seneden yavru bir kedinin üzerine atladığını da hala hatırlıyor ve elbet başımın püsküllüsü Calliou'nun da bunda katkısı var. Son seyrettiği bölümde evin kedisi yatağın altına saklanıyor ve uyumak üzere olan Calliou'yu korkutuyordu!

Haydi kediyi anladım... Köpek dışkısından korkmak niye acep! Üzerinde uçan sinek mi korkuttu seni dedim. Eh biraz ondan ürkmüşlüğü de vardı... Ama esas sebep bu değil anladığım. Birkaç tane daha görelim anlarız altında yatanı.

Üzerinde minik minik kırmızı meyvecikler olan bir ağacı gördüğünde kiraz diye tutturdu. Yok kiraz değil, bu mamalar insanlar için değil, kuşlar için desem de bir süre direndi. Sonra civarda kuşları görüp seslerini duyunca ikna oldu. Yol boyu, o kiraz değil, kuşların maması diye tekrarladı. Kayıtlara bu yöntemle geçiriyor demek ki...

Sonra da arkadaşına oynamaya gittik. Ama çok yorulmuş, uyuyakaldı. Arkadaşı da uyuyakaldı. Böylece annelere dinlenmek için fırsat çıkmış oldu.

Ne kadar minik, saf, tatlı bir dünyası var bu çocuk milletinin. Biz de bir zamanlar öyle idik, sonra ne oldu?
Eski şirket danışmanımız ''Hayat, yediğin kazıkların bileşkesidir!'' derdi. Çok ama çok haklı. Kulaklarınız çınlasın Mehmet bey!