30 Mart 2011

Zeytinburnu Tıbbi Bitkiler Bahçesi(ZTBB)

ZTBB'ne ilk gidişim çooook soğuk bir Aralık(2009) gününe denk geliyor. Bizim Uğur Böcüğü'nün doğumgününden önce, hazırlık için malzeme almaya Eminönü'ne gitmiştik. Dönüşte beraber gittiğim arkadaşım iş yerine uğradı ve gelmişken, yakınındayken ikimizin de merak ettiği bahçeyi görelim dedik. Ama bitkilerin kış uykusunda olduğunu düşünemedik. O kadar soğuktu ki, seraya kadar bile yürüyemedik. Ne zaman gelsek en güzel zaman dedik çalışanlara, siz Mayıs'ta gelin en çok çiçek o zaman var, aradığınız çiçekse eğer dediler. Peki dedik ayrıldık. Ama baktık ki, gezilebilecek, İstanbul'da nefes alınabilecek güzel mekanlardan birisi burası. Hele benim gibi çiçekleri, ağaçları, doğayı seviyorsanız!
İkinci gidişimiz Uğur Böcüğü ve babasıyla maaile Eylül 2010'da oldu. Mayıs'ta olduğu kadar güzel miydi bilmiyorum ama biz çok sevdik. Bol çiçek, bol böcek, kaplumbağalar, kümes hayvanları, sera, binbir çeşit bilmediğimiz güzellik bizi karşıladı. Itırlara doyamadım. Mis gibi kokularını içime çektim. Yapraklara da rahatça dokunabildim, çünkü ilaçlama yapılmıyormuş bahçede. Itır yazımın fotoğrafları buradan...
Küçümen de coştu, bol bol koştu, en sevdiği şeyi yaptı yani çiçek kokladı, elledi, ellememesi gereken gül gibi dikenli bitkileri öğrendi. Hayvanlarla tanıştı. Bu sırada annesini fotoğraf çekmek için kafesin yanına fazla yaklaştığı için oraların sabıkalısı horoz kovaladı! Bu annesinin de hayatında bir ilk idi. Şehir çocuğu anneyi bu yaşa kadar nereden bulduğu horoz kovalayacaktı? Annenin kaz kovalamışlığı vardı da, horoz ilkti işte. Allah'tan korkup işi iyice sarpa sardırmadı. Böcük de bu işe şaşkın babasının kucağından bakakaldı. Dolayısıyla gezenlere uyarı. Oraların ağası var, izinsiz girmeyin ona göre!
Bir sonraki gezi Panos Manikis ile tohum topu yapan ekipten Pınar'ı görmek içindi. Herşey bu yazılarında keçi olarak görev yapmaya talip olmamla başladı. Pınar da sağolsun bizi unutmamış ve Böcüğe keçiboynuzu tozu getirmiş. Biz de Pınar'ı görmek, keçiboynuzu tozunu almak amacıyla ZTBB'ye gittik ve şansımıza ucundan da olsa tohum topları çalışmasını ucundan görmek,iki cümlecik de olsa konuşmak kısmet oldu. Ama en güzel tohum topu, Pınar'ın eşinin yazısından anladık ki, her zamanki gibi doğal olan! Sonradan sorduğumuzda öğrendik ki, tohum topu çalışmasındaki toplar ne yazık ki, verimli olmamış ve tutmamış. Sebebini Panos'a danışmalı. Ama bizim gezimiz bir blog dostunu daha tanımak adına çok verimli geçti. Seninle tanışmak çok güzeldi Pınar.
Ve en son bu haftasonu ZTBB'de idik. Bu sefer Permablitz grubumuz ile... Merve hanım eşliğinde bahçeyi gezdik. Böylece bitkileri daha yakından tanıma, nerede kullanıldıklarını öğrenme şansımız oldu. Bahçe içinde bilmediğimiz mekanları görme şansımız oldu. Hem geziyi düzenleyenlere hem de bizi gezdiren Merve hanıma teşekkürler. Sayelerinde çok şey öğrendik. Bir kez daha Mayıs ayında mutlaka gitmek gerek diyerek oradan ayrıldık.
Bahçe hakkındaki detaylı bilgi ve verilen eğitimlere dair başlıklar, bulunan bitkilerin isimleri burada var. Bizlerden bir de dilekleri var yetkililerin. Bildiğimiz, türünün tükenmesini istemediğimiz, atalarımızdan kalan ya da bulduğumuz tohumların kendilerine iletilmesini istiyorlar. Çoğaltılıp iyi yerlerde kullanılacağını bildiğimiz, hatta bize yeniden taze tohumlarını geri döndürebilecek bir ele rahatça teslim etmek istemez misiniz? Ben elimdekileri derleyip toplayıp kendilerine ileteceğim. Sizler de Merve Zengin adına ZTTB'ye gönderebilirsiniz.
Cumartesi günü çiğdemleri gördük İstanbul'da...



Zerenleri...


Kardelenleri de... Bu tam kardelen değil ama sanıyorum, akrabası...
(Güncelleme: 14.Nisan.2011 - İngilizce adı snowflakes imiş, Latincesi Leucojum vernum  Türkçe adı da Göl Soğanı imiş. Verdiğim ilk bağlantıda da kardelenlere benzer ama onlardan daha sonra, Nisan'da açar diyor. Yazın açan türleri de varmış. Türkçe ismi ile bulduğum Vikipedi bağlantısında da Alzheimer ve çocuk felci gibi sinir sistemini etkileyen hastalıkların tedavisinde kullanıldığı yazıyor. Eh gezdiğimiz yer de Tıbbi Bitkiler Bahçesi değil mi zaten?)

Bu bitkiyi aslında mutfaklarınızdaki kullanımı ile çok iyi biliyor olmalısınız. Bakalım çiçekli halini tanıyabilecek misiniz?
Bizim gezi ekibimiz ve Merve hanım.
Eylül ayında tanıştığımız kaplumbağacık.
İşte benim sabıkalı horozum. Çok komikti halimiz. Allah'tan gagalamıyor, ayaklarıma dolaştı durdu.
Burada da kümes ahalisi ile... Çok şanslılar, evleri hırsıza karşı iyi korunuyor!
Ördek ailesi de mutlu mesut oralarda...
Tavşan ailesi ise ayrı güzel. Hele minikler, acayip tatlılar!
Tavuskuşu ise İsmet hanım'ı(esas geziyi organize edip bize bu nimeti sunan) kırmadı. ''Haydi bize güzelliğini göster'' sözünün ardından tüm ihtişamı ile güzelliğini gösterdi.
Baba Hindi korktu bizden sanırım. Epey kalabalıktık onların sakin yaşam tarzına göre. O sebeple öyle bir kabardı ki! Arada da Tırlardan çıkan hava sesini andıran TIS TIS bir ses çıkarttı bizi korkutmak için ama bir türlü korkutamadı garibim.
Bu dünya güzelinin adı da CAN imiş. Can dost olmasına istinaden herhalde. Kimseye sesi çıkmıyor. Tek derdi sevilmek. Bekçiliği Horoz ile Hindi'ye bırakmış anlaşılan. Orada çalışanlardan birisinin kızı ile kanka olma yolunda idi.
Panos ile tohum topu çalışması yapan grup.
Dizi dizi toplar...

Bu tabloyu çok sevdim. Bitkilerin her hali birbirinden güzel. Burada da tohum olarak varlar. İçlerinde çok ilgiç olanlar vardı.
Mesela ben bunu görsem, kesin bir barbunya sever olarak, barbunya diye haşlardım, yerdim! Sonra başıma ne gelirdi bilmem.
Burası tohumların kurutulduğu kısım.
Burada da bitkiler var, yapraklı, çiçekli halleri ile kurulup, çalışmalar için saklanan.
Tohumlar zarflara yerleştirilmiş.
Aman nefeslerimizi tutalım diye takıldım bunları görünce! Puf demek bile katliam olurdu!
Tohumların saklandığı dolaplar. Bu dolaplar dışında ısıya hassas olanlar ayrı bir yerde tutuluyormuş. Uzun vadeli saklanacak olanlar da donduruluyormuş.

Bir başka önemli saklama yöntemi de Merve hanımın elinde. Özellikle bitkileri tanıma adına, çalışma yapacakların, çok ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Tüm bu çalışmaları Kew Garden'da görmüştüm. Bizim neden yok diye hayıflanıyordum ki, ZTBB'de karşılaşmak çok güzel oldu. Ama hala hayıflanıyorum, bu sefer de neden bir Botanik Bahçemiz yok diye. Bir gün onun da olması dileği ile...

Gelelim bahçe ile ilgili birkaç şeye...
Bahçe bir ilk. Şu anda Türkiye'de bir benzeri yok. Bulunduğu semtten alıyor adını. Semtin seçilmesine ilham veren de mübarek bir zât. Merkez efendi hem bir ermiş hem de o dönemin doktoru, tıp alimi. Hastaları şifalı bitkilerle iyileştiriyor ve hatta sizlere daha da tanıdık gelmesi için bir başka şeyi hatırlatayım, Mesir Macunu'nun mucidi.

İstanbul'da güneşli bir haftasonu bitkilerle birlikte olmak için, içiniz rahat bir şekilde bu bahçeye gidebilirsiniz ama lütfen piknik yapmaya, oradaki meyveleri toplamaya kalkmayın. Bırakın hepimiz görelim ve paylaşalım bu güzelliği. Meyveleri toplayanlar yüzünden sera artık kilit altına alınmış. Çalışanlardan izinle açılıyormuş. Görmek isterseniz aklınızda bulunsun.

Birgün orada karşılaşmak dileği ile...

24 Mart 2011

Portakal Reçeli

Artık portakalın son demlerine yaklaşıyoruz. Baharla birlikte yeni meyveler hayatımıza adım atmaya başlıyor. Yazın özlersek diye birer kavanoz portakal reçelini yapıp bir kenara atmanın vakti!
Portakal reçeli bizim evde çocukluğumdan beri pişer, zaman zaman da pişiren babam olurdu. Daha doğrusu reçele hazırlık kısmı onun elinden çıkardı. Evin bol meyve yiyen kişisi olarak, portakal kabuklarına kıyamaz, buzlukta toplar. Çok birikince de annemin evde olmadığı bir tatil günü kaynatır, mutfağı dağıtır, anneme dönüşte şoku yaşatırdı. Kadıncağız yorgun argın mutfağa girip reçeli tamamlardı söylene söylene... Ben de mis gibi portakal kabuğu reçelimi yerdim kahvaltılarda kıs kıs gülüp, babamla göz kırpışarak.

Büyüyünce, iş başa düşünce, aaaah annem der oldum o ayrı.

Bu seneki beni portakal reçeline yönlendiren yazı Evren'den geldi. Her ne kadar fotoğrafını çekmemiş olsa da, sonunda öyle bir yazı ile canlandırma yapmış ki, reçelin kendisi gözümün önüne geldiği gibi, kokusu da burnumda tüter oldu. Evren'in haklı uyarısı ile portakal kabuğunun dışında kimyasal, mum falan olmasın diye, kendimi Ekolojik Pazar'da portakal alır buldum. Kabuktan reçele alışıktım da, bu sefer içi de olsun istiyordum. O sebeple denemelik 1kg aldım. Hatta fazlası varmış. Yok sen 1'e ayarla, tarifimi o şekilde buldum buçuklar, çeyrekler, yetmişbeşlerle uğraşamam ben dedim. Adamcağız tuhaf tuhaf baktı suratıma çattık deliye misali, sonra da tutuşturdu kesekağıdını elime.

Balkonda durdu bir süre portakallar, kesekağıdının içinde. Gene annem yokken(bizim evde püf noktası bu hep, usulü bozmamak gerek dedim) güzelce yıkadım portakalları, bu yazıda dış kabuğunun rendelendiğinden bahsediyordu. Ben hiç duymamıştım bizimkilerden bunu. Kokusu gitmesin mantığı ile azıcık rendeledim ve haşlamaya attım bizim portakalları.

Amma velakin bu rendeleme işi ve kıvamı pek önemli imiş. Fotoğrafta dikkat ederseniz, kenarlar azıcık kıvrık duruyor. Şekeri yediğinde kabuk sertleşirmiş meğerse. O yüzden dışından ince bir tabaka almak lazımmış. Ben bilemedim, fena olmamakla birlikte dış kabuğu sertleşti bende. Siz bu ayara dikkat edin.

4 su haşladım yani 4 defa ayrı suda portakalları kaynattım. Yazıdaki kıvama gelene dek, koyu bir renkli su çıkmayana dek. Suyundan azıcık tadına da baktım sonuncuda, çok acı gelmedi bana. Tamamdır dedim. Çıkarttım portakalları kevgire.

Gittim 3 adet sıkmalık portakalı balkondan aldım. Sıktım.

O sırada annem geldi, ne oluyor burada diyerek... Gayet yüzsüz ''portakal reçeliiii'' dedim. ''Hah babasının kızı,gene ben evde yokken değil mi?'' deyince annem göğsüm kabardı doğrusu. Tontonumu anmak hayatımıza kattığı bir güzellikle... Ama onu nasıl özlediğimi hissetmek de burnumun direğini sızlattı.

Uykudan uyanan evin bücürü de etrafımda dönmeye başladığında kadro tamam olmuştu. Hatıralar, annem, böcük, reçel...

Haşlanmış portakalları daire şeklinde dilimledim. Sonra daireyi sekize böldüm. Doğru tencereye...

3 portakalın suyunu(bu 3 portakal 1kg aldığım organik portakaldan başka, ayrıca ilave olarak), 3 bardak suya tamamladım. Yarım da limon suyu kattım. Onlar da tencereye...

1kg portakal almıştım, o sebeple 1kg(çok tatlı sevmiyorsanız miktar biraz azaltılabilir) da şeker gene tencereye...

Hepsi başladılar kaynamaya... Bu süreçte annem el attı olaya. Kaynama ve kıvamdan sorumlu bakan olarak, o denetledi. Oluşan köpükleri topladı attı, karıştırdı... Annemin tamamdır reçel demesine yakın da bir ceviz büyüklüğünde kök zencefili uzun uzun doğrayıp içine attım reçelin. Sonra da altını kapatıp karıştırdım.

Annem kıvamı, kaşıkla alıp da tabağa damlattığında donacak, donmaya yakın olacak şekilde diye tarif etti. İşin uzmanları benden iyi biliyordur eminim. Benim gibi acemilere sözüm...

Saklama ve kavanozu hazır etme teknikleri açısından kesinlikle Evren'in tavsiyelerine uyun. Bizim evde çabuk tüketildiği için ben o yolu izlemedim. Düşündüğüm gibi de oldu. Mis kokulu portakal reçelini tüketmemiz 1 ay sürmedi bile. Şimdilerde yenisini yapma zamanı, portakal bitmeden, suyu çekilmeden... Onları yaza saklamalı ve Evren'in yazdıklarına uymalı. Aynı yazıda Meyvelitepe'nin yorumunu mutlaka okumalı. Ben şimdi bağlantıyı verirken gördüm ve annemin elinin değmesi boşuna değilmiş deyip gülümsedim. Hani der ya reklam müziğinde, '' Annem yanımda olsun, bana birşey olmaz!'' gerçekmiş!

Olur da bir de turunçgillere denk gelirseniz, sizden şanslısı yok, sakın kaçırmayın onların reçelini yaptım dediğiniz dakika yanınızdayım.

Papatyam, kulakların çınlasın emi!

08 Mart 2011

Kadın Ve Eğitim


Bloglar gitti, yazışamıyoruz, ah vah derken şimdi de fotoğrafları yüklediğimiz ortam gitti biryerlere galiba. Fotoğraf yüklendi. HTML kod kısmında görüyorum ama kendisini göremiyorum. Görenler, göremeyenler haber ederlerse ne olduğunu anlarız belki...

Neyse, gelelim bilgisayar başına geçiş sebebime...
Cambridge'de yaşarken her Darwin College civarından geçişte bu tabelayı görüp, bizde durum neydi, daha önceden kadınlar okullardan mezun olmamışlar mıydı der dururdum. Üniversite ile içli dışlı olan bir arkadaşım da, koskoca kraliçelerin kurduğu Queen's College'den kurucularının bile mezun olma hakkına sahip olmadığını söylerdi. Okurlar, derslere girebilirler ama mezun olamazlarmış!

Bu sebeple Kadınlar Günü deyip, bir bakayım bu durum neymiş diye düşündüm.

Cambridge'deki ilk kadın koleji 1869 yılında Emily Davies tarafından kurulan Girton College imiş. Bilahare bunu diğerleri izlemiş. (Tabelanın ait olduğu kolejin tarihçesi de burada.)Ancak kadınlar 1921 yılına kadar mezuniyet hakkı elde edememişler! 1972 yılına kadar da erkeklerin okuduğu kolejlere kabul edilmemişler. Buna misilleme olarak da Girton College 1979 yılına kadar erkek öğrenci almamış! Oxford'daki St Hilda's College'in inadı da 2008 yılına kadar sürmüş!

Dönelim Türklere...
Kadının erkek ile eşitliği Orhun Kitabelerine kadar dayanmakta ve kitabelerde ''Devleti idare eden Han'' tanımının yanında ''Devleti idare eden Hatun'' tanımı da yer almaktaymış. Sadece ''Han emreder'' şeklinde bir kararname geçersiz sayılarak ''Han ve Hatun emreder'' şeklinde başlayanlar geçerli olurmuş.

Osmanlı döneminde 1843 ylında Tıbbiye bünyesinde ebelik okulu kurularak, kız çocuklarının buradan mezun olmaları sağlanmış. 1869 yılında çıkan kanunla kız ve erkek çocuklara birlikte ilköğretim zorunlu kılınmış. Tanzimat döneminde 9 Fransız kız okulu açılmış, 1876'da Amerikan Kız Koleji kurulmuş.

Cumhuriyet döneminde Atatürk'ün manevi evlatları ise ilklere imza atmıştır.
Dün batıdan ileride bulunan Türk kadını, bugün aile baskısına, aşağılanmaya, hor görülmeye maruz kalmaktadır. Nedir peki bugüne gelirken yapılan yanlış ve günümüz Türkiye'si ve yöneticileri ile artan suç oranı? Bunu en iyi anlatan yazının da bu olduğuna inanıyorum.

Çözümü de dinde, ilimde, dünyada cehaletle savaşmakta görüyorum!


07 Mart 2011

Gözleri Olan Ağaç ve Saçma Sapan İnşaatlara Dair


Bizi trenden indiren, kendine çeken bina ile tanıştırayım öncelikle sizi. Epey ilginç değil mi? Artık ağaç sevgisinden mi? Yoksa ruhsat almanın bir yolunu bulmak için mi bilmem, ama içinde oturalamayacak bir binayı inşaa etmek hangi aklıevvelin işidir çok merak ettim. Bizim üst kat komşularına ithaf oluna! Binanın yeri nefis. Balkonlar deniz manzaralı. Semt gecekondu semti. Her daim İstanbul'da yaşanan gibi, lüks villalara komşu, ama işin ilginç tarafı aynı zamanda Büyükşehir Belediye Başkanı ve Vali'ye de komşu! Senelerdir orada öylece dururmuş. Semt sakinleri, ilk defa görenlere, fotoğrafını çekenlere epeyce alışık. Yanındaki sarmaşıklı ağaç kuşlara ev olmuş.

Ve Evren'in bu ve bu yazılarında okudukça her daim yeniden aşık olduğum kayın ağacı da meğer başrolde imiş! Geçen hafta başka bir yerde görür görmez Evren'e sevinçle müjdelediğim, yakınına kadar gidip bambaşka sebeple fotoğrafını çektiğim güzelim ağaç! Baştan kayın zannetmiştim ama Evren acil haber uçurdu, bu kayın değil, başka bir ağaç dedi. Kim olduğunu arıyoruz şimdi...

Bahsettiğim yazılara yorumumda ''Gözünü seveyim!'' sözü acaba bu ağaç için mi yazılmış demiştim. Evren her kırılan, kaybolan dalın olduğu yerde bir göz beliriyor dediğinde, bu ağacın fotoğraftaki gözlerine bakıp, okşamış, Allahım sen neler yaratıyorsun demiştim!

Ama garibanı bu halde görünce, Allah'ım verdiğin aklı neden böyle kullananlar var diye düşünmekten geri kalamıyorum şimdilerde. Çok mu zekiler, çok mu aptallar, çok mu uyanıklar bilmem. Ama hem inşaat için harcanan paraya, hem de ağaca yanarım bu durumda. Hoş kuşlar mutlu idiler dallarında, ağaç da şimdilik bu ortakçıl yaşamdan mutlu görünüyor ama durup durup hangi akla hizmet diye hayıflanıyor benim iç sesim.

Ağacın gözleri de şahitlik yapıyor. Bir mahkeme olsa, onların şahitliği sayılsa, kim bilir bu bilge ağaç neler görmüş, neler duymuştur?


Sabra, sabırlı yaşama, huzura, ermişliğe dair ondan öğreneceğimiz kim bilir ne kadar çok şey vardır?

Gel Livaneli, seninle Karlı Kayın Ormanı'nda şarkısını söyleyerek bitirelim yazıyı... Ağaç kayın olsun ya da olmasın!