23 Haziran 2010

Bebek


İngiltere'den çok sevdiğim bir arkadaşımın kızı olmuştu. Bizim Pon Pon hanımdan yaklaşık 6 ay önce. Ben Türkiye'de olduğumdan hiç görme şansım olmadı onu. Ancak fotoğraflarından tanıyabildim. Ama hatırnaz arkadaşım bizim kız doğar doğmaz ona hemen cici bir elbise, body, çoraptan oluşan takım ile benim istediğim müzik CD'lerinden gönderdi. Ben mahçup oldum. Diğer yandan da çok sevindim.


Türkiye'ye özel bir hediye göndermek istedim bir türlü gönlüme göresini bulamadım. Redwork'ten nevresim takımı işlemek istedim. Ölçüleri sorduğumda(genelde İngiltere ölçüleri pek diğer ülkelerle tutmaz çünkü) çok fazla nevresim takımı var. Ama yapabilirsen oyuncak isteriz dedi arkadaşım. Dedi demesine de benim bu konuda hiiiiiç tecrübem yok! Hayatımda hiç oyuncak yapmışlığım da yok. Pon Pon hanıma kumaştan küpler yapmak istedim, daha dikerken aldı elimden, küpe dönüşemeden öyle oyuncaklar arasına hapsoldu kaldı. Nereden kalıp bulsam, ne yapsam, ne etsem diye düşünürken, sağolsun Evren çok yardımcı oldu. Bulduğu ne kadar bebekle, oyuncakla ilgili kaynak varsa bana iletti. Ama bu sefer de bilgisayarın yazıcısının bozulacağı tuttu! Gene ben derin düşüncelere dalmışken, bizim kızın elinde getirdiği, daha önceden bebek kolleksiyonuma aldığım bez bebek imdadıma yetişti.

Hemen üzerinden kalıp çıkarttım. Elimin döndüğünce elde diktim. Yüzünü nakış olarak işledim. Ördüğüm şaldan kalan siyah yün ve takı yapmak için aldığım kurdela yardımı ile de saçlarını oluşturdum. İçini pamukla doldurdum ve işte bizim oyuncak bez bebek bu şekle dönüştü.

Başı da özel, oradan istediğiniz bir yere asabiliyorsunuz.

Aslında ona etek ve ayakkabı da yapmalı diye düşünüyordum. Hatta bir iki denemem de oldu ama yakışmayacağına karar verdim. Bir de parçaların çok küçük olması sebebiyle ağzına alabilme ihtimalinden korktum.

Eh İngiltere soğuk ülke, bir de atkı ile bere örmek lazımdı(onları daha sonraki bir yazıda ekleyeceğim) minik prensese. Pon Pon hanımdan gider de bere pon ponsuz kalır mıydı? Kocaman da bir pon ponu oldu. Paketlendi ve İngiltere'ye doğru yola çıktı.

Ellerine ulaştığı haberini aldığımda, küçümenin ağabeyinin bizim bebeğe verdiği ismi de öğrendim. ''Super Doll'' Annesi bir süre sebebini çözememiş. Sonradan öğrenmiş. Bebek çok güzel uçuyormuş!
Biz de uçsak yanınıza gelip sizi bir güzel öpüp sevsek ya da siz uçsanız Super Doll'un kollarında buralara gelseniz... Ne dersiniz? Çok özlendiniz.

Sevgiyle...

05 Haziran 2010

Nothing Hill - Portobello Road

Bugüne kadar yazdığım en çok fotoğraflı yazı bu olacağa benziyor...

Nothing Hill'in bendeki hikayesi uzun ve hoş. Yıl 1999, o sıralar ev tekstili üreten bir firmanın üretim müdürlüğü görevim. 180 kişiden sorumluyum ve işler o kadar yoğun ki, nefes almaya bile zaman yok. Gene de aynı şirkette çalışan bir arkadaşımla arada derede fırsat yaratıp, sinemaya kaçabiliyoruz iş çıkışlarında. O sıralarda da bir film gösterime giriyor ve tanıtımı şu şekilde: İçinde Türkiye reklamı yapılan film! Hatta içinde Türkiye'nin adı geçsin diye birileri sponsor olmuş ve esas kız, esas oğlanın kitapçı dükkanına gittiğinde Türkiye gezi kitabı soruyor! Arkadaşımla diyoruz ki, bu filme gidelim...

O sıralar nereden bileceğim ki, evleneceğim, Cambridge'e yerleşeceğim ve birkaç sene sonrasında filmin çekildiği bu sokaklarda gezeceğim, hatta filmin çekildiği yerlerin(bahsi geçen kitapçı dükkanı yukarıdaki fotoğrafta mesela ama fikir babası olmuş, filmde burası stüdyoda canlandırılmış) fotoğraflarını çekeceğim.

Meşhur teras sahneleri bu evin terasında çekilmiş olacak... Pazarın içindeki ayrı bir ev de esas oğlanın evi olacak. Ben de onları bulacağım...

Peh! Hayalini bile aklımdan geçirmemiştim. Gidip seyretmiş, hoş anılarla eve dönmüştük.

Sonrasında da işe kaptırıp gitmiştik kendimizi. Yıllar sonra, eşim doğumgününde kendisine izin hediye etmiş, haydi dedi, bir yer bul Londra'da gezilecek. Bugün kendime tatil ve gezme hediye ettim. Benim ağzımdan hemen Nothing Hill çıktı. Cambridge'de yaşayan bir arkadaşımdan cumartesi günleri kurulan antika pazarını duymuştum ve gitmeyi çok istiyordum ama gideceğimiz gün perşembeye denk gelmesin mi?

Eh dedik gideriz, keşfederiz, beğenirsek bir de cumartesi gideriz tekrar. İyi ki de böyle demişiz. Hafta içi gezmemiz iyi oldu sakin kafaya. Kimseler yokken, biz keşiflerimizi yaptık. Meşhur kitapçı dükkanının karşısındaki yemek kitapları satan, aynı zamanda da içinde minik bir kafeterya barındıran yukarıda görülen bu dükkanı çok sevmiştim. Tijen'im ben İngiltere'deyken gelse, onu oraya mutlaka götürecektim.

Renk renk boyalı, Victoria dönemi evlerine bayılmıştım.

Terrace House diyorlar bu evlere. Biz de Cambridge'de böyle bir evde yaşadık.

Filmin unutulmazlarından olan şarkısı She'yi Mr. TD günlüğünde yazmıştı, hah demiştim ben de hikayesi de benden olsun, o zamanlardan fotoğrafları hazırlamaya başlamıştım ama aradan 4 yıl geçmiş, ben yazamamışım. Üzerine eşim 2, ben 1 defa daha ziyaret ettik bu sokakları.

Londra'ya yolu düşen bu sokaklardan geçmeden dönmesin. İster haftaiçi, ister haftasonu. Her ikisinde de ayrı güzel. Bol bol fotoğraf çekmek için haftaiçi, değişik pek çok şeyi aynı anda görmek için de cumartesi gününü öneririm.

Demiştim ya, anısı çok diye... Nothing Hill bana bir de çok güzel, özel bir dost kazandırdı. Ben taaa 2006'daki o yazıyı hazırlarken web'den yardım alayım demiştim ve o sırada Defne'nin günlüğüne denk gelmiştim. Arkadaşının ısrarı ile gitmiş o da. En çok da arkadaşının filmdeki bankı bulma talebine verdiği yanıta gülmüştüm. Demiş ki:
''Bankı bulmak zaten imkansız gibi birşey, çünkü Londra’daki parkların hepsinde aynı banklardan var. ''

O kadar haklı ki! Gelen bilir, hakikaten her yerde o banklar. Ancak Londra'da film turları meşhur, birileri de Nothing Hill turu yaparsa ve film şirketi ile anlaşırsa, belki ''o bank'' bulunur!

Sonrasında Defne'nin de Londra'da yaşadığını farkedip, Türk pikniği bahanesi ile St James's Park'ta buluşmuş, bol bol fotoğraf çekmiştik. Ortak yön çok olunca, bu buluşmalar artmıştı ve dost olmuştuk. İyi ki, o gün, o yazıyı görmüşüm...

Bana çok güzel bir dost kazandıran bu sokaklara mı, web'e mi, Defne'nin git gez, fotoğraflarını çek diyen arkadaşına mı teşekkür etmeliyim, onu bilemedim ama.

İngiltere'de çok da sık rastlanmayan, minik bir yokuş üzerine kurulu, bu sokaklarda irili ufaklı pek çok antikacı dükkanı var.

O güzelim binalarla, meşhur iki katlı, kırmızı otobüs birleşince bu görüntüyü yakalamamak olmazdı...

Ve yorulunca durup dinlenebileceğiniz bir durak noktası...

Gene renkli sokaklar...



Duke of Wellington Pub'i, pub'a ismini verenin ise apayrı bir hikayesi var... Hikaye başka zamana...

Nothing Hill ile ilgili detaylı bilgi, her zaman olduğu gibi gene Wikipedia'da var. Mutlaka okumanızı öneririm. Uzun uzun çeviri yapmama evin küçümeni izin vermiyor ne yazık ki.

Bir gün, bir ev yaptırmaya karar verirsem, bu kapılardan da yaptıracağım mutlaka...

Bu yukarıdaki çıkmaz sokağın sonunu da ekleyecektim, çok fazla fotoğraf olunca çıkarttım ama Wikipedia'da birileri eklemiş. Demek ki, bir tek ben sevmemişim orayı, başkalarının da dikkatini çekmiş. O kadar şirin ki!

Genelde publarda bu kadar çok çiçek olur ama bir eve de böyle bir dış cephe hazırlayabiliyorlarmış demekki.

Cumartesi günleri kurulan pazardan bu görüntüler de. Beni havaalanına bıraktıktan sonra eşim gitmiş oralara ve görüntülemiş.

İngiltere'de çoğu ekmeğin içinin çiğ olup, tost makinasında kızartmadan yenilip yutulamaz olduğunu düşünürsek, neden bu kadar çok ekmeğin olduğunu da anlarız.

Heykel insanlar burada da karşımızda. Heryerde onlar var!

Ve mutlaka gidilmesi gereken, o sokakta gördüğüm en büyük, en ilginç antikacı dükkanı.

Kapısı bile orjinal. Genelde içindeki eşyaları pub açanlar, dekorasyon malzemesi olarak alıyorlarmış.

Bu oturakları da pub'a koyup koymadıklarını bilmiyorum ama içine çiçek ekip bahçesine koyanları gördüm. Eski değil bir de bunlar. Eskiden var olanların taklidi. Düşündükçe midem kalkıyor ama. Tuvaletler yokmuş eskiden İngiltere'de ve her yatağın altında bunlardan varmış. Üstelik eğer gece tuvaleti gelen olursa, içi dolu halde sabaha kadar yatağın altında bunlar beklermiş! Çok eski bir ev gezmiştik de, sanki o koku yıllarca o odaya sinmiş gibi gelmişti bana. Belki de psikolojik olarak, belki de gerçekten. Çünkü arkadaşım da aynı şeyi hissetmişti benimle gezen, benden habersiz.


Bir gün kızıma da almak istediğim bebek evi... O kadar şirin oluyorlar ki! Minik minik tüm eşyalardan da oluyor içinde. Minik pirinç avizeler, şamdanlar, koltuk takımları, perdeler, ne isterseniz. Eskiden soylu aileler kız çocuklarını hem bu evlerle oynatırlar, hem de bir ev nasıl idare ediliri anlatırlarmış. Oğlanlar da babalarının yanında kitap okur, müzik aleti çalmayı, ata binmeyi, avlanmayı öğrenirmiş. Sofralar bu evlerin olmazsa olmazlarındanmış. Kızlar masa düzenini, gelen misafirlerin nasıl oturtulacağını mutlaka bu evlerin içindeki minik sofralarda öğrenirlermiş.


Bizim küçümene bu attan da almayı isterdim ama kendisi masa üstlerinde gezmeyi, elektrik kabloları arasında slalom yaparak, komando gibi sürünmeyi daha çok sevdiğinden ata tenezzül etmezdi gibi geliyor bana.

Kapalı olduğundan içinde ne olduğunu keşfedemediğim ama levhasına bayıldığım dükkan!

İlk gördüğümde güllü dallı hallerini hiç beğenmediğim, sonradan da çok meşhur olduklarını öğrendiğim yemek takımı. O kadar pahallı ki, ikinci eli bile el yakıyor!

Bu mavi süsler de İngiltere'nin meşhurlarından. Epey kovalamıştım indirimlerde kendilerini ama bir türlü yakalayamamıştım. Kesin dönüş yaparken alırım deyip de dönmeden mahsur kalınca, alamadıklarımdan...

Bu süslü hanımlar da birer kupa! Gene antika pazarından.

Minik ilaç kutucukları...

Benim gibi kolleksiyonunu yapanlar için bol miktarda porselen yüksükler...

Amca yasak çekme diyene kadar çektiğim tiyatro kostümleri...

Bilmem kaç odalı mahlikanelerin odalarının mı, dolaplarının mı bilinmeyen anahtarları, kim bunun kolleksiyonunu yaparsa artık...

Daha çok yaşlıların oynadıkları tahta ''Boule'' topları.

Araba parçaları...



Kurşun askere alternatif tahta askerler. Eh malum İngiltere'nin ağacı, odunu bol.


FSD'nin etiket hafiyeleri için bol bol mercek! Yiyeceklerin içindekileri okumak için keşke ben de bir tane edinseymişim bunlardan. Başta E ile başlayan katkı maddeleri olmak üzere o kadar çok zararlı şey var ki yenmemesi gereken, bizi hasta eden!

Benim bebek kolleksiyonuma güzel bebekler...

Bu bebeklerin olduğu dükkandaki çalışan kız Türk idi ve o sokakta pek çok Türkçe konuşan vardı.

İtalya'ya gitmeyi gerektirmeyen masklar...

Kim bilir kimlerin kapısını süslemiş Father Christmas!

İsteyene Elvis, isteyene koltuk, isteyene takılar...

Saat onaran amcanın tanıtım biblosu.

Hintli amcanın süslü arabası.

Grafittiler...

Yok yok bu sokaklarda.

Dövme yaptırmak isteyenlere dükkanlar.

Helal et arayanlara kasaplar.

En güzeli de iki tekerlekli araçların özel park yerleri.

Çeşit çeşit askıdaki çiçekler...

Hatta çiçek topları...

Bizde balkona asılan halılar yerine banyo paspası var burada ama olsun, bu kadar çiçeğin güzelliğini kim bozar?

Benim çok sevdiğim minik çaycı dükkanları...

Publar...

Apartmanlar...
Evler...

Anı plakası taşıyan evler...



Minik otelcikler...

Posh hanımlara kıyafet satan dükkanlar. Aralarında özellikle renkleri ve desenleri benim çok hoşuma giden Cath Kidston da var. Yok yok buralarda.

Karayiplerden gelip, bu civara yerleşen insanlar da ayrı bir ün katmışlar. Yukarıdaki fotoğraf yerin lüks semtinden, pek Karayipliler yok buralarda ama sokağın sonunda onların olduğu alan hem biraz dikkatli gezmeyi gerektiriyor, hem de çok renkli. İki ayrı uç işte... Hem gelir düzeyi açısından, hem görüşler açısından ama sonuçta eski İngiltere'ye inat zıt, ters yönlerde ama aynı yerde!

Ben burada otursam dedirten ev...

Bende yemek ye diyen dükkan...

Dedim ya yolunuz düşerse mutlaka uğrayın buralara. Hele Ağustos'ta yolunuz düşerse de
Karnaval'ı kaçırmayın. Özellikle Karnaval'ın fotoğraflarını çekmek için, o dönemde Londra'ya gidenler var. Biz Luton'da karnavala denk geldik. İnsan hayatında bir defa görmeli dedik...

Son fotoğraf da dönüş yolundan, iki katlı, kırmızı otobüsün üst kat penceresinden. Bol çiçekli, klasik bir İngiliz Pub'ı ve müdavimleri...

Kim bilir belki bir gün, o sokaklarda sizinle de karşılaşırız?