17 Aralık 2008

Meraklı Gözlere...

Bu iki fotoğrafın ne olduğunu bilin bakalım?
Evin meraklı böcükleri için miiiii? Büyük böcükleri için mi hazırlanmış acep?
Kimse bilemedi galiba, hiç ses seda yok!



Artık açıklama zamanı geldi sanırım!

Burası Natural History Museum. Eğer yolunuz Londra'ya düşerse, hele bir de yanınızda çocuğunuz varsa, mutlaka ama mutlaka gidilmesi gereken yerler arasında. Bırakın herkesten duyduğunuz mağazaları, alış-veriş merkezlerini gezmeyi, zaman ayırıp bu müzeye uğrayın! Yok yolum henüz düşmedi diyorsanız çocuklarınız buradan bir iki değişik şeyi eğlenerek öğrenebilir, görebilir.

İçinde neler yok ki? En önemli özelliklerinden biri Darwin koleksiyonunun orada saklanması. Kocaman bir binası var. İçinde doğa ve doğa olayları ile ilgili hemen hemen herşeye yer verilmiş. Depremler, yanardağ patlamaları, doğal taşlar, seller... Diğer kısımda dinozorlar hem de öyle üç beş maket halinde değil, neredeyse canlı deyip kaçacağınız boyutta, dinozor iskeletleri, dondurulmuş pek öyle kolay kolay karşınıza çıkamayacak hayvanlar, bitkiler, bunlardan kesitler. Canlıların beslenme metodları, üreme, göz aldanmaları, algı, algıda seçicilik... Ayrıca tüm bunlar sadece sergilenmiyor, isterseniz kurcalayıp karıştırabileceğiniz oyuncaklı şeyler de var yanlarında. Amaç kimisinde sadece çocuklara hitap etmek ama bazen sadece büyükler için de var...

İşte yukarıda fotoğraflarını gördüğünüz ilginç bölüm de sadece büyüklere... Oradan oraya koşturup ne güzel şeyler öğrendim, gördüm diye düşünürken kendinizi aniden o alanın içinde buluyorsunuz. O garip şekillerin üzerinde de elleyebileceğiniz yazıyor. Merakla herşeyi kurcalıyorsunuz. Merak etmemek için imkan ve ihtimal de yok! Renkleri, cazibeleri, içinizdeki sese karıştır mutlaka dedirtiyor. Kiminden sesler çıkıyor, kimisinde minik filmler var, kimi sizi taklit edermiş gibi... Tünele benzer bu kısmın sonuna geldiğinizde neydi şimdi bunlar ve biz niye kurcaladık diye düşünürken karşınıza şu yazı çıkıyor:

''Yepyeni bir ortama girdiniz, herşeyi merak ettiniz. Keşfetmek, hissetmek istediniz. Yeni doğmuş çocuğunuz da aynı sizin gibi ve onun için bu dünya keşfedilmeyi bekliyor. ''

İki tarafa koşturup, ortalığı birbirine katan, kıran, döken, hele hele annesi, aferin çocuğum iyi ki yaptın şeklinde bakan bacaksızlarla oldum olası hiç geçinememişimdir. Politika da yapmayı beceremediğimden, gıcık oluşumu anlatan bir iki laf mutlaka söylemişimdir. Natural History Museum'da aynı hale düşmüş olmak, orayı burayı kurcalayıp, bu yazı ile karşılaşmış olmak sizi de şok etmez miydi? O günden sonra daha ılımlı olmaya çalıştım çalışmasına da kırıp dökme konusunda hala gıcık olma hallerim devam etmekte. Zira çocuklar ya ilgi çekmek için ya da büyükleri sinir etmek için yapıyorlar bunu çoğu zaman. Siz ne dersiniz?

27 Kasım 2008

İngiliz Posta Kutusu Nakış Olursa...


Robert Sayle, Cambridge'deki el işi malzemesi satan mağazalardan biri. İndirimler sırasında gezinirken, bir baktım genelde uçuk kaçık fiyata olan nakış setlerinden birkaç tanesi, yarı yarıya inmiş fiyatıyla rafta öyle asılı durup duruyor. Victoria İngiltere'si teması ile hazırlanmış bu seriden sevdiğim kırmızı posta kutusunu seçtim. Güle oynaya eve geldim. Bir süre kıyamadım, açmaya, başlamaya...

Sonra canımın sıkılıp, iş aradığım bir gün başladım işlemeye. Başladım başlamasına da bir türlü bitmek bilmedi. Çok basit diye düşündüğüm nakış(ki setin üzerinde de öyle yazıyor), etamindeki karelerin küçüklüğü yüzünden beni epey bir oyaladı. Ama nihayet bitti ve işte karşınızda!(Işığın yetersizliği yüzünden her ne kadar fotoğraflarını çok beğenmesem de...)

Sanem ile konuşurken bu nakıştan bahsetmiştim. Arka yüzünü de görmek isterim nakışının diye takılmıştı. Haklı da. Zira, etamin işini bilen ustaların işledikleri nakışın, arka yüzü de ön yüzü gibi olmalı. İki yüzü birbirinden ayırt edilememeli. Ayrıca çarpı şekli verilirken işlenen yarım çarpılar ( / / / /) hep aynı yöne bakmalı. Üstte kalan ip, bir bu şekilde ( / ) , bir bu şekilde ( \ ) bakmamalı. Özetle ipliğinizin doğrultusu hep aynı olmalı. Bu son kısım benimkinde tutuyor. Ama benim işlediğimde ne yazık ki, ön yüz ile arka yüz aynı değil. İplikleri tasarruflu kullanmak adına, neresi bir sonraki adımda aynı renk ise ben ona koştum ve arkasına dikkat etmedim. Bir de kocaman düğümler attım.(El işi öğretmenimiz benimkini görmesin!) Sonuçta da bu iş çıktı...

Şimdi düşünüyorum nerede kullansam acaba diye. Çerçevelettirip duvara mı asmalı, yastık mı yapmalı, Başka bir işin orta kısmına mı konulmalı? Var mı fikri olan?

24 Kasım 2008

Greenwich

Londra'nın güney doğusunda, ilk gidişimden beri çok sevdiğim, yaşlı bir teyzenin verdiği fıstığı elimden yiyen sincapları sevmeye çalıştığım, ilk Guiness'imi taddığım, doğasına ve publarına hayran kaldığım, tatil kasabası hissine kapıldığım, iyi ki gitmek için kuzenlerimi zorlamışım dediğim, ansiklopedilerde, bize okutulan derslerde sıfır meridyen noktası ile ünlü yer...

15.yy'da
Palace of Placentia sarayının bulunduğu yer olarak ünlenmiş. Saray binası daha sonraları bisküvit fabrikası, Greenwich Kraliyet Denizcilerinin Hastanesi, Kraliyet Deniz Harp Okulu olarak kullanılmış. Günümüzde Greenwich Üniversitesi ve Trinity College'in Müzik okulu olarak kullanılmakta. Kanımca oldukça hoş bir bina. İçini görmek lazım ama sanırım pek kısmet olmayacak! Bir de National Maritime Museum var gezilmesi gereken ama kısmet olmayan yerlerden...


Eğer Greenwich'e nehir kıyısından, benim ilk gidişimdeki gibi 1902 yapımı
Thames Nehri'nin altındaki tünelden yaya olarak ya da nehir gemileri ile giderseniz sizi iki güzellik karşılıyordu. Birisi Gypsy Moth IV, diğeri de Cutty Shark (isimlerinin üzerine tıklarsanız ilginç hikayelerini okuyabilirsiniz). Karşılıyordu diyorum artık ne yazık ki karşılayamıyorlar. Şimdilerde birisi satıldı ve oradan alındı. Diğeri de ne yazık ki, sebebi bilinmeyen bir şekilde 2007 yılında yandı. Özellikle Cutty Shark muhteşem görünüşlü idi. İsterseniz de içini müze olarak gezebiliyordunuz. Ödenecek ücretten dolayı kiminle gitsem, aman ne gerek var dediğinden içini gezemedim. Biraz turist tuzağı şeklinde idi çünkü.

Daha sonra yukarıya doğru giderken sizi
Greenwich Market karşılayacak. Mutlaka uğrayın derim. Özellikle Christmas zamanı oldukça hoş şeyler bulacağınıza eminim. Ama zamanınızı dikkatli kullanmanız gerektiğini de unutmayın! Daha yukarıda yapılacak çooook şey var. Hatta yukarıya doğru çıkarken uğramak isteyebileceğiniz şirin eşyalar satan dükkanlar var. Yalnız yanınıza tuzsuz yer fıstığı almayı sakın ama sakın unutmayın... Yukarı doğru ilerledikçe, sol tarafta karşınıza parkın kapısı çıkacak.

Göz alabildiğine yeşillik içinden yavaş yavaş ilerledikçe güneydoğu Londra'ya, Thames nehrine yukarılardan gözatmaya başlayacaksınız. Tamamen bir başarısızlık örneği diye tanımlanan Millenium Dome'u, Canary Wharf ve Canada Tower'i göreceksiniz. Elbette bir de insan canlısı sincapları.

Azar azar elinizdeki fıstıkları onlarla paylaşabilirsiniz. Elinizden almaya yanınıza kadar geleceklerdir. Aman fıstıkların hepsini bir anda bitirmeyin, daha çok karşılaşacaksınız sincaplarla...


Nefes nefes kaldığınız noktada da başınızı bir kaldırın ve
Kraliyet Gözlemevi 'ne merhaba deyin.

(Yukarıdaki fotoğrafta sıfır meridyen noktasını görüyorsunuz)


İçini mutlaka gezin derim. Zaten sıfır meridyen noktasını görmek için başka şansınız da yok!

Çıkışta şöyle bir tepenin zevkini çıkartın.

İsterseniz Yelpaze Müzesini gezin(ben hala gezemedim, benim yerime de gezin lütfen!)Sonra da arka bahçeye giden yola sapın. Eğer ilkbaharda gitmişseniz, manolyalar ve çiçekler açmışsa, harika bir koku sizi karşılayacak... İçinize doğru o güzel kokuyu çekin. Meraklı bakışlı sincaplar da karşılama törenine katılacaklardır, onları da fıstıkla taçlandırmayı ihmal etmeyin.

Gene parkın yoluna geçeceksiniz buradan. Kuzenimin kayınvalidesi ile gittiğimizde sol taraftan ilerleyip ilçenin diğer köşelerini, ilginç yapıdaki çatıları, klasik dondurma arabasını ve şatoyu andıran evleri görmüştük. Hatta o yakınlardaki başka bir parka geçip geyiklere merhaba demiştik. Ama sonraki gidişlerimin hiçbirinde orayı bulamadım. Aslında biraz uğraşsam bulurdum ama yanımdakiler, ''yetti gayrı yorulduk'' dediklerinden belki de, hep sağa giden yola sapıp, yavaş yavaş yokuş aşağı indik.

Publardan birinde(özellikle nehir kenarında olanlardan birinde) bir mola verip fish and chips yemeği ihmal etmeyin, nehir gemisi ile Londra merkeze geri dönmek de en zevklisi olacaktır.

Rotanızı seçmek, gideceğiniz yerleri belirlemek elbette sizin elinizde. Bu konuda söyleyebileceğim tek şey, sabah erken başlayın Greenwich gezinize, hava güzelse yanınızda piknik halınızı ve yiyeceklerinizi götürerek şehre tepeden bakıp keyif de yapabilirsiniz...

Zevk ve program sizin. Ben şimdiye dek denediklerimi, önerebileceklerimi anlatmaya çalıştım. Ama derim ki, mutlaka mutlaka Greenwich'i görmeden Londra'dan dönmeyin!

10 Kasım 2008

Atam'a...


Öyle bir seneye girdik ki, ne diyeceğimi bilemiyorum Atam.

Kimi senin adını kullanıyor, seni çok sevdiğini söylüyor, senin adına birşeyler yaptığını, bizlerin birşeyler yapmadan durduğunu söylüyor.

Ama o yapılanlar senin adını yüceltmek için mi? Karalamak için mi bilmiyorum...

Hani demiştin ya ''...Dahili ve harici bedhahların olacaktır...'' göz göre göre oluyor Atam. Ne kadar ve nereye kadar bilmiyorum. Nasıl durduracağız bilmiyorum. Aslında biliyorum da, dile getiremiyorum. Ama Falih Rıfkı Atay senin için yazdığı Çankaya isimli kitabının önsözünde yıllar önce şu satırları yazmış. Ona hak veriyorum :

''1946, hele 1950'den beri Atatürk devri, onun içinde şöyle böyle bulunmuş olanların ve ya kendilerini okuduklarından başka türlü sandırmak hevesine kapılanların elinde sömürülüp durmuştur. Yayımlanan hatıraların çoğunda ölüler tanık, bir ağızla iki kulak arasında, hiç kimsenin duymadığı fısıldaşmalar belge diye kullanılmaktadır. Tarihçi ise, gazete okuyucuları kadar kolay avlanmaz. Tarihçi, bu hatıraların doğruları ile sahteleri ve zorlanmışları arasında yanılmaktan kendisini kurtarmasını bilir.

Gariptir ki, görev ve sorum başında bulunanlardan belli başlı hiç kimse de hatıralarını yazmamıştır. Elimizde yalnız Atatürk'ün ''NUTUK'' u var.

Atatürk de kızıp darılır, barışıp gene bozuşur, bazen huysuzluğu, bazen keyfi tutar, bir müddet herhangi bir dedikodunun etkisi altında haksızlığa kadar gider, sonra pişmanlık duyar, üstelik alayı, şakayı, sever, faniliği size bana benzer tabii bir insandı. Şahıslar için bir ''değişmez'' bir de ''geçici'' övgü ve yermeleri vardır. Hemen her akşam ve her yerde meclisi ömür sürdüğü için, yanında bir iki defa bulunanlar, çok defa, şahıslar ve olaylar üzerine bu ''geçici'' övgü ve ya yermeleri duymuşlardır. Herkes duyduğunu tarih belgesi olarak vermeğe kalkarsa, sanatını bilmeyen bir tarihçi bu aykırılaşmaların altında şüphesiz pek güçlük çeker. Atatürk ile devamlı birlikte bulunanlar da sevdikleri bir kimse için onun ''geçici'' övgüsünü, sevmedikleri için ''geçici'' yermesini öne sürmektedirler.

Belli başlı adlar sözkonusu olduğu zaman, bu şahsiyetleri nasıl görevlendirdiğine bakınız. Gerçek hükümlerini ancak böyle kavrayabilirsiniz. Çünkü devlet ve halk işlerinde hiç laubaliği yoktu..... ''

Ben seni hep ''İNSAN'' bildim ve her zaman farklı gösterilmeye çalışılan o ''İNSAN'' kimliğinle çok ama çok seveceğim. Ömrüm yettiğince izinde olmaya çalışacağım. Sen bize yoktan var edilmiş bir ulus bıraktın, bir vatan bıraktın. Bunların ikincisi yok. Ulus kavramını insanların öğrenebilmesi için elimden geleni yapacağım. Kardeşi kardeşe kırdırmak isteyenlerin üstesinden gelebilmek için de öğütlerini tutacağım. Nur içinde yat...

29 Ekim 2008

Cumhuriyet Bayramimiz Kutlu Olsun...



Yarınlarımızın bugünlerimizi aratmayacağı, özgürlüklerin kısıtlanmayacağı, Atatürk'ün çizdiği yoldan ilerleyen devlet yöneticilerimizin başta olduğu nice Cumhuriyet Bayramlarına...

Bayram coşkusunu çocuk sevinci ile birleştiren Defne'ye bu güzel fotoğraf için teşekkürler...

17 Ekim 2008

DLR - Docklands Light Railway



Hani eskiler tevellüt(TDK'ya göre insanın doğduğu zaman) sene 19.. diye başlarlar ya lafa, benim İngiltere'yi ilk görüşüm de turist olarak 1996'ya dayanıyor. O zamanlar bir Kurban Bayramı tatilinde kuzenimin kayınvalidesini ziyarete gitmiştik. Benim ilk yurtdışı gezimdi. Korkunç keyif almıştım.

Benim için, isteğime göre özel rotalar çizilmişti. İlginç yerler görmüştüm. Yeşillikler arasında dolaşan geyiklere, her su başında biten yeşil başlı (gövel) ördeklere ve kuğulara daha adını bilmediğim bir sürü kuş türüne, Romalılar'dan kalan üç beş eserin koca bir müzeye dönüştürülüşüne hayretler içinde kalmıştım.

İki nahoş anım da vardı. Biri Londra'da China Town'da insanları rahatsız etmemek için çok dikkat ettiğim halde, nedendir bilinmez adamın tekinin ''bam'' diye şemsiyeme vurması, diğeri de arabamız kırmızı ışıkta beklerken, ne tatlı diye baktığım zenci bebeğin annesinin araba camına ne bakıyorsun gibilerinden vuruşu! Kaba da olsa annenin endişesini anlayabiliyorum da, hala o adam niye şemsiyeme vurdu çözemiyorum. Aslında İngiltere'de her şehirde ama özellikle Londra'da çok oluyor böyle şeyler. Şehrin yoğunluğuyla, hoşgörüsüzlük içine işleyen insanlardan mı, yapılmaması gerekenleri böylelikle öğrettiklerini sanmalarından mı, kendilerini savunmaya bu kadar alışmalarından mı, yoksa karşılarındakileri horgörmekten mi bilmem. Aslında genelde İstanbul insanımızdan daha hoşgörülüler ama saçmaladılar mı da kuvvetli saçmalıyorlar böyle!

Geçen sene bize misafir gelen eşimin arkadaşı da Tube'de (bilenler bilir ama ben gene de hatırlatayım, Londra Metrosu'na Tube diyorlar oralılar) vagonun içinde ayağının bir kısmını koridorda bırakmış; herhalde yorgunluktan farkında olmadan. Baktım karşıdan hızla bir adam geliyor ve kasıtlı olarak vurup geçecek, kız da zaten hap kadar, adamın vurmasıyla uçacak, düşecek son dakikada bacağını içe çekiverdim. Kızcağız anlamadı ne olduğunu ama adam hin hin bakarak hışımla geçti yanımızdan... Buket Uzuner'in kitabında okuduğum New York metrosu cinayetleri ile kıyaslanırsa bunlar çok masum şeyler elbet!

Neyse esas anlatacaklarım bunlar değil elbet. Gözünüz sakın korkmasın. Baştan uyarmak istedim, böyle şeyler sokaklarda ama özellikle de Tube ve DLR'da yaşanabiliyor. Dikkati ve soğukkanlılığı elden bırakmayın. Dilerim hep iyi insanlarla karşılaşın. Dünyanın neresinde olursanız olun...

Nereden nereye götürdü hatıralarım beni. Ben aslında size
DLR'ı anlatmak istiyordum, bütün neş'emle. DLR'ın açılımı ''Docklands Light Railway'' yani Thames nehri kenarındaki eskiden minik limancıkların bulunduğu bölgeye ulaşım yolu.

Hani önümüzde 29 Ekim tatili var. Bayram tatilinde anlatamadım, belki bu tatili Londra'da değerlendirmek isteyenlere faydası olabilir. Mutlaka denensin diyebileceğim bir ulaşım aracı bu minik trencik. Hem de Londra'nın en yüksek binasına yani Canada Tower'a, Canary Wharf'a, Millenium Dome'a, Thames Barriers'ın bulunduğu alana, Greenwich'e gidilebilecek en iyi ulaşım aracı bence. Kuzenimin kayınvalidesi Greenwich'e gitmek istediğim için beni bu tren yolu ile tanıştırdı. Biz Tube ile Tower Hill'e gidip, oradan biraz yürüyerek DLR'a geçtik. Karanlık Tube dehlizlerinden çıkıp, gün yüzünde gideceğimiz bir tren olarak düşündüm onu. Evet gerçekten de öyle idi ama bana başka büyük bir sürprizi de oldu. Bu trenin makinisti ve onun bulunduğu bölüm yok bu trencikte!
Uzaktan kumanda ile yönetiliyor ve en öne rahatça kurulup oturabiliyorsunuz. Treni siz kullanıyormuşçasına rahat üstelik. En önde, heryeri göre göre, keyifle gidiyorsunuz. Elbet korkmayanlar için. Biz 5 koca çocuk, yaş ortalaması kuzenimin kayınvalidesi ve kayınpederi ile 50'lere çekilmiş halde, diğer çocuklarla yarıştık binerken ve en önü kaptık desem inanır mısınız? Canary Wharf'da trenden indik ve herkesin bilmediği, Thames'in altından yayalara açık olan tek tünelden, yürüyerek Greenwich'e geçtik. Kesinlikle bu rotayı, gitmek isteyenlere tavsiye ederim.
DLR'ın tarihçesine gelince, 1987 yılında açılmış. İlk olarak 11 tren ve 15 istasyon ile çalışmaya başlamış. Modern, hızlı ve güvenilir olarak tanımlanıyor. Günümüzde uzunluğu 31km'ye ulaşmış. İstasyon sayısı 38'e, tren sayısı da 94'e çıkmış. Yılda 64 milyon insanı taşımaktaymış ve rakamın 2009 yılı için 80 milyonu bulacağı tahmin ediliyormuş. Bu tren yolunun yıl yıl tarihçesini merak ediyorsanız
buradan, Tube ile birlikte DLR haritasını buradan bulabilirsiniz. Hatta bu web sitelerini biraz karıştırırsanız, bulunduğunuz yerden, gitmek istediğiniz yere en kısa geçişi planlayabilir, Tube hakkında da daha fazla bilgi edinebilirsiniz. Eğer turist olarak gelmişseniz, kesinlikle günlük yolculuk kartlarını(Day Travel Card) öneririm. Tek tek gideceğiniz yere bilet almaktan çok daha ucuza gelir. Gün içinde Tube ve otobüslere sonsuz sayıda binip, inebilirsiniz. Yok eğer yaşamaya gelmişseniz Oyster card almanız gerekir. Bununla, kaldığınız sürede gideceğiniz yere en uygun gelecek planı yapmak size kalmış. Haftalık, aylık, günlük ödemeler, tek tek bilet almaktan çok daha ucuza gelecektir. İyi araştırın ki öğrenme maliyetiniz(bu da öğrenene kadar ödediğimiz ücretler için eşimin bulduğu tabir) düşsün!

Londra'ya gelip DLR'ı deneyenlere keyifli yolculuklar dilerken, İstanbul'a Metrobüs gibi bol yakıt gideri olan, havayı kirleten, küresel ısınmayı arttıran bir çözüm bulan İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nden de birilerinin bu çözümü bizzat yerinde görmelerini diliyorum!

02 Ekim 2008

Türk Atı - The Byerley Turk


İnternette birşeyler ararken tesadüfen Amazon'da karşılaştım The Byerley Turk ile. Almayı kafama koyup not ettiğim bir köşede B5 görüvermiş. O da almak istemiş ve Türkiye'de de basıldığını öğrenmiş. Beni durumdan haberdar edince, Türkçe okumak daha kolayıma geldi ve alıverdim hemen... Teşekkürler tatlı arkadaşım.

Kitap Osmanlı topraklarında doğan, üstün nitelikleri olan bir at ve onu çok iyi yetiştiren, dinleyen, her istediğini yapan, bakıp, kollayan seyisin yaşamı üzerine kurulu. At ve Seyisi Viyana kuşatmasına katılır, Buda'da esir düşerek İngiltere'ye götürülür. Seyis orada yok olur. At yeni sahibi ile uyumunun mükemmeliği sebebi ile gene üstün başarılara imza atar. Sonuçta yarış atlarının atası olur. Seyis de İstanbul'a dönerek baş imrahorluğa kadar yükselir. Birkaç cümle ile kitabın özeti bu ama atları ve tarihi seviyorsanız, mutlaka okumanızı tavsiye ederim.

Kitaptan sizler için öğrenilmesi gereken gerçekler adına birkaç alıntı yaptım:

1791 yılında I.James Weatherby'nin yeğeni James Weatherby, Londra'da Star ve Garter Kahvehanesi'nde ilk Jokey Kulübü'nü kurdu ve aynı yıl ilk ''damızlık'' kitabını yayımladı. Kitabında tüm cins yarış atları soyunun üç esas erkek cinse dayandığı ilkesini açıkladı: Byerley Turk (1686), Darley Arab (1706) ve Godolphin Barb (1729).

TÜRK ATI

İngiltere'ye getirilen Türk atları, genellikle Arap atı olarak yanlış tanımlanmıştır. Aşağıda bir listesi verilmiş olan at cinsleri, Türkiye'deki at cinslerinin sadece bir kısmını kapsar; bu cinslerin halen - azalarak da olsa - alt sınıfları varlığını sürdürmektedir. Osmanlılar olağanüstü atlar üretmiştir; aynı zamanda da, çok çeşitli cinslerde üretilen bu atlardan ancak bir kısmını Arap atları oluşturur. Osmanlı Türkleri'nin askeri amaçla kullandığı atların çoğu ise, tamamen Türk asıllıdır. Bu atların Arap atlarından farklı olduğu, 17. yy'da Newcastle Dükü tarafından Methode et Invention Nouvelle et Dresser Les Chevaux adlı kitabında, özellikle şu tanımla ortaya konmuştur: ''.... vücut yapıları farklı olsa da, hepsi boylu, son derece güzel, hareketli, çok güçlüdür... Bu atlar Arap atlarından belirgin şekilde farklıdır.'' Miles ise, Byerley Turk adlı atın bir Türkmen atı olduğunu belirtmiştir.

Osmanlı ''Gazi'' sınıfı, Doğu Türkiye kökenli savaşçılar olup sadece steplerde yetiştirilmiş kendi atlarına binerlerdi. Tüm İmparatorluk'ta etkin, nüfuz sahibi bu savaşçılar için diğer tüm at cinsleri ikincil nitelikte görülürdü.

OSMANLI İMPARATORLUĞU'NDA YETİŞTİRİLEN AT CİNSLERİ

Anadolu
Ayvacık Midilli
Canik
Çukurova
Gemlik
Germiyan
Karaman
Karacabey
Kapadokya
Kastamonu
Kürt
Malakan
Rumeli
Uzunyayla

Prof A.Azzaroli'nin An Early History of Horsemanship, 1985 adlı kitabından alıntılara göre:

Araplar'ın at yetiştirmeye başlamaları sonraki dönemlere dayanır; hatta Hz Muhammed döneminde henüz çok az at cinsine sahip oldukları bilinmektedir. Arap atı, elbette ki, doğu kökenli sıcak kanlı gruba aittir; ancak, anayurdu Arabistan değil, Türkistan'dır. Bu cinsin bugünkü niteliklerine kavuşması ise, Mısır'da, Orta Asya'dan gelen halklar tarafından yetiştirilerek gerçekleştirilmiştir. Bu atların Türk kökeni, adından da anlaşılmaktadır. Arapça'da herhangi bir at için ''faras'' ya da ''husan'' sözcüğü kullanılır; ama soylu bir kan taşıyan atlar için, Türkçe kökenli ''atik'' sözcüğü kullanılır.

Yolu İngiltere'den geçenler için de birkaç not aldım:

Byerley Turk'un tablolarından biri İrlanda'da Straffan'da Kildare Otel ve Country Club'daki Byerley Turk Restoranı'nda asılı bulunmaktadır.

Robert Byerley'in İngiltere Durham'da Middridge Grange'da ailesinden kalma malikanesinin kalıntıları bulunmaktadır.

Dilerim sizler de bu kitabı okur ve seversiniz...

04 Eylül 2008

Bombay(Mumbai) Çamaşırhanesi - Dhobi Ghat

Bu aralar reklamlarda bir otelin çamaşır sorununu nasıl çözdüklerini gösterip duruyor. Elbet reklamı yapılan, ismi lazım değil, bir deterjan ama o deterjanı profesyonel çamaşırhaneler bile kullanıyor, eh hanımlar da mutlaka kullanmalı...

O reklamı seyrettikçe de benim aklım Bombay'de gördüğümüz çamaşırhanelere gidiyor.

Yıl 2001, bizi SA8000 (Social Accountability 8000. ISO 9000 benzeri, ancak denetlenen kalite değil, sosyal içerik, bir sertifika sistemi) eğitimi için Hindistan'a gönderdiler.

Uçuş, kalacağımız yer ve eğitim için süreler çok sınırlı. Sınırlı derken Hindistan'ı ya göreceğiz, ya göremeyeceğiz. Velhasıl kelam, sabahın 3'ünde iniyoruz Bombay'e. Otelden bizi almaya gelecek arabayı arıyoruz. Arıyoruz ama nasıl nem havada. Ben nezle olduğum halde, buram buram baharat kokusu duyuyorum. Burun deliklerim açık olsa o koku kim bilir nasıl kuvvetli! Bize bir otel bulmuş Bombay ofisindeki arkadaş. Fiyatından daha gözümüz tutmadı ama müdürümüz gidin bir bakın, beğenmezseniz başka yere geçersiniz izni verdi. Elimizde bavullar, bulduk arabayı, gittik otele. Sabahın köründe gelen bu üç hanım kim diye bakan fincan gözlü üç Hintli otel çalışanı eşliğinde odaları keşfe çıktık ki AMANIN! Birimizin yatağı salıncak şeklinde! Üç yatağın üçü de birbirinden acayip hallerde. Hemen temizlik kontrolüne giriştik çaktırmadan. Çarşaflar beyaz yerine gri. Yataklar berbat. Masalar tozlu. Üstüne bir de rutubet kokusu. Üçümüz biraraya geliyoruz. Ortak karar, hayatta burada kalamayız! Allah'tan arkadaşlardan birinin astımı var. Onu bahane edip oradan kaçıyoruz. Kaçıyoruz kaçmasına da rezervasyon yaptırmadan sabahın hortlağında nereden otel bulacağız?

Bir, iki turun ardından, sokaklarda evsiz halde yatan insanların arasından(yok böyle birşey. İnsanlar altlarında bir gazete kağıdı bile olmadan, koloni halinde asfaltta yatıyorlar, o derecede fakirler) halimize şükrederek 5 yıldızlı güzel bir otel buluyoruz. Üçümüz aynı odada kalmak şartıyla üstelik de ''Executive Floor'' 'da istediğimizden çok alasıyla bir oda buluyor ve anında uyuyoruz. Sabah kalktığımızda uçağımıza yarım gün var ve şehri bu sürede gördük gördük, yoksa havaalanı - otel - havaalanı şeklinde zaman geçecek. Sonra da Hindistan'ı ancak haritadaki şekliyle hatırlayacağız.

Ne yapalım diye düşünürken otelden bir tura yazılmaya karar veriyoruz. Bize özel... Çıkıyoruz yola. Bizi ilk götürdükleri yer Bombay Çamaşırhanesi. Dünyanın yolu, biraz uyku, sıcak derken biz kendimize gelmeye çalışırken gördüğümüz manzara karşısında şok geçirip, gözlerimiz ve ağzımız açık bakakalıyoruz. Bir de bizi gezdiren amca demez mi?:

''Bütün herkes çamaşırlarını buraya gönderiyor, hatta büyük oteller bile!''

O sırada, gayrı ihtiyari olarak üçümüz birden aynı anda: ''Bizim otel de miiiiiii?''

deyivermişiz.

Adam halimize şaşkın, biz olaya. Çünkü çamaşırhane dedikleri betondan küvetler, içinde su ve her tür kıyafet regarenk. Adamlar da küvetlerin içinde, ayakları ile çamaşır makinası merdanesi rolü yapıyorlar. Sonra da yıkananları elleri ile sıkıp, iplere asıyorlar. Burası da şehrin modern kuru temizleme dükkanı olmuş oluyor onlara göre. Hemen hemen saniyesinde kuruduğu için, adına kuru temizleme bile diyebilirler yani!

Biz ise ilk oteli beğenmeyip kaçmışız. Kendimizce temiz bulmamışız göya. Hatta tuhaf bile geldi bize göre. En alasına gitmişiz, o da mı buraya çamaşır yolluyor? O yattığımız bembeyaz, Mısır pamuğundan yumuşacık çarşaflar burada mı yıkanmıştı yani? Adamcağız yüzümüzdeki dehşet ifadesini görünce mi, yoksa gerçek olduğu için mi bilmem, '' Yok yok sizinkinin kendi çamaşırhanesi var.'' dedi.

Ama gerçeği asla öğrenemedik. Şimdi hangi otele gitsem, nevresim takımlarını görsem, aklıma bu anımız gelir. Acep nerede yıkanıyor bu meretler diye düşünür dururum!

Bir reklam beni nerelere götürmüş değil mi?

Dip Not: Dhobi yerel çamaşır toplayan, yıkayan, kurutup, ütüleyen, sonra da onları evlere geri getiren insanlara verilen isim; Ghat da çamaşırların yıkandığı yere verilen isim imiş. Dhobi Ghat'ta 200'ün üzerinde çalışan bulunmaktaymış. Eskiden Türkler'deki gibi meslek odaları bulunmaktaymış.Detaylı bilgi için buraya bakabilirsiniz.

Dhobi'nin Harry Potter'daki ev cini ile bir alakası var mıdır bilmem. Rowling'e sormamız lazım!

12 Ağustos 2008

Harry Potter


Yıllardan 1999 - 2000 civarları... İzmit'te deprem olmuş, ailemizin bazı fertleri şans eseri kurtulmuş, biz evde şiddetle sarsılmışız, şoku atlatamıyorum bir türlü...

İş yerim Avcılar civarında, hergün yıkılan binaların arasından, kurtarma çalışmalarını izleye izleye işe gidiyorum. Her artçı sallantıda bahçeye kaçıyoruz. Ben göya soğukkanlılığı ele vermiyorum ama dikimhanenin ustabaşısı olan hanım:
'İşçiler sözlerinizi dinlerken, uygularken panikten iyi ki yüzünüze bakmaya fırsat bulamıyorlar, çünkü yüzünüz bembeyaz diyor''...


Aylar sonrasında, ama daha deprem şokunu atlatamamışken, annem bir ameliyat geçiriyor, aynı gün anneannemin felç olduğu haberi geliyor, üzerinden çok geçmiyor, babamın felç geçirdiği gün, patronum bütün sinirlerimi tepeme zıplatıyor ve ben asla patron şirketinde çalışmayacağım diye girdiğim ama gene aynı ortama çattığım, işi ve işçilerini çok sevdiğim içim sabrettiğim şirketimden ayrılıyorum. Gene çok geçmiyor babamın en yakın arkadaşının, öyle yakın ki gerçek amcam kadar çok sevdiğim arkadaşının, kendisi de gögüs cerrahı olduğu halde erken teşhis koyamadığı ve akciğer kanserine yakalanan arkadaşının, durumunun çok da iyiye gitmediğini öğreniyoruz.

İşten ayrıldığım bu süreçte hayattaki en önemli şeyin aile olduğuna, işin, kariyerin, okulun, öğrendiklerimin hiç birinin ailemden daha önemli olmadığına karar veriyorum.

İşte tam bu sıralarda bir arkadaşımız Ursula Le Guin'in ''Yerdeniz Üçlemesi'ni'' keşfedip okumaya başlıyor ve kitaplar bizi de sarıyor. Biri biter bitmez hemen sıradaki kitaba sarılıyoruz ve çok hoşumuza gidiyor. Olayın kahramanı, üst üste gelen tersliklerden yılmayıp, onlarla savaşıyor. Bu da o zamanlarki benim ruh halime pek güzel uyuyor. Seviyorum o kitapları.

Gene tam o sıralar Harry Potter çıkıyor piyasaya. İlk kitabı alıp okuduğumda bana biraz Yerdeniz Üçlemesi'ni hatırlatıyor ama ondan çok daha zevkli ve eğlenceli okuması. Eee ne de olsa ben kocaman büyümemiş bir çocuğum ya...

Le Guin'in sonradan aldığım kitaplarından ilk tadı alamıyorum. Zaten bir daha da o kitapları ellemiyorum, kütüphanede bir köşede duruyorlar... Sevdiğim diğer kitaplar gibi tekrar okunmuyorlar.

Bugün oturup da yazımı yazmadan önce, J.K Rowling'in hayatına şöyle bir göz gezdiriyorum ve anlıyorum ki, Harry Potter'i yazdığı dönem hayatı, yaşamaya mecbur oldukları pek de benim o yıllarda yaşadıklarımdan farklı değil. Hikayedeki kahramanlar kendi hayatının içinden çıkmış fertler. Benim hayatımdakilere hiç benzemiyor ama. Bana ilginç gelen de bu! İlk okuduğum kitaplarda olağanüstü hayal gücü olduğunu düşünüyorum Rowling'in. Okul, romanın içinde geçen yaratıklar, oynanan oyunlar, yaşanılan yerler, taşıtlar... Herbiri birbirinden renkli. Kafamdaki düşünceleri dağıtmamı ve eğlenmemi sağlıyorlar. Masal dünyasına çekiyorlar adeta beni.

Ama İngiltere'de yaşamaya başlayınca, o kadar sıradan geliyor ki romanın içindekiler bana...

İlk başta tren istasyonu. Yani King's Cross... Cambridge'den Londra'ya trenle gidilebilecek en kısa mesafe... Londra'dan iki istasyondan tren hizmeti var Cambridge'e. Biri Liverpool Street diğeri de King's Cross. Ben taşındığımdan, kısa bir dönem Londra'ya çalışmaya gittiğim sürece dek belki 1, belki 2 defa kullanmışımdır Liverpool Street istasyonunu. Ama King's Cross komşu kapısıdır. Haftasonu eğlencesidir... İlk gittiğim zamanlarda yoktu, ama sonra birgün telaş içinde trene bineceğimiz peronu ararken gözümüze aniden çarpıverdi dokuz üççeyrek peronu!

Eve dönünce filmi, daha doğrusu filmdeki ilgili sahneyi bulup izledim ve farkettim ki, aynı değiller. Turistler gidip de önünde fotoğraf çektirsin diye hazırlanmış bir yer bizim gördüğümüz. Aslı diğer peronların arasındaki kavisli bölgelerden biri...

Sonra daha dikkatle izledim filmleri... Hepsi İngiltere'de çekiliyor nasılsa. Neden? Kitabın ana vatanı, yazarın ana vatanı. Ama diğer yandan, turistlerin de çok ilgisini çekiyor. Özel turlar var. Londra içinde filmin çekildiği yerlerde ya da İngiltere içinde filmin çekildiği yerlerde... Öyle az buz para da ödemiyorsunuz. Kocaman rakamlar. Kimi sahne için İskoçya'ya gitmeniz gerekiyor, kimisi için Oxford'a... Geliyorlar, sizi otelinizden alıyorlar, gezdirip bırakıyorlar...

Yok onlarla gitmem derseniz çok zamanınız var demektir... İnceleyin bir etrafı... Bir pub'da oturun, bira çeşitlerine bakın, kaymak birası var mı mesela?... Akşamları ağaçların dalları arasından size cam gibi gözlerle bakan baykuşları yakalayın. Başka kaleleri, şatoları keşfedin. İlla Hogwards olması gerekmez ki! Başka başka şehirlere gittiğinizde turizm bürolarından ne yapabileceğinize dair broşürler alın. Her şehrin bir hayalet turu olduğunu gördüğünüzde çok şaşıracaksınız. O zaman Neredeyse Kesik Başlı Nick'i anarsınız belki...

Başka çocuk hikayelerine bakın İngilizlerin... İngiliz çocukları nelerle büyümüş, büyütülmüş diye inceleyin. O zaman çoğunun evinde bir hayvan beslediğini farkedeceksiniz. Çoğu çocuğun Beatrix Potter kitaplarını okuduğunu ve hayatından o kitapların kahramalarından izlerle doldurduğunu farkedeceksiniz. Kim bilir, belki Harry bile soyadını ondan almıştır!!!

Dağlarda, bayırlarda dolaşırken(İngilizler tatil zamanı yağmura rağmen, bu tarz yerlerde yürüyüş yapmayı pek severler) gözünüze çarpan bir kartal ya da parkta otururken yanınızdan geçen devasa bir kuçu, müzelerdeki yapay dinozor yumurtası belki de Hagrid'in dostlarından birini hatırlatıverir size.

Hemen hemen her evin merdiven altı dolabı vardır. Hani şu Harry'nin odası oluveren... Bizimkinde ıvır zıvırlar durur, ama çoğu ev sahibi burayı alt katın tuvaleti olarak değiştirmiştir bile.

Çok uzaklara gitmenize gerek yok. Kaldığınız otel odasındaki minicik bir detaya dahi dikkatli bakarsanız, Harry'nin bir dostu ya da düşmanı ile karşılaşıverirsiniz. Görmek size kalmış.

Bir dönem İngiltere Kraliçesi'nden dahi daha zengin olduğu iddia edilen J.K. Rowling, hayatındaki küçücük detayları değerlendirmiş ve kocaman bir fırsat yakalamış. Devlet yardımı ile geçimini sağlamaya çalışırken, en zenginler listesindeki yerini almış. Ne diyelim, gözlemci gücünü kaybetmesin...

Biz ne yapalım? Türkiye'ye geldiğimizde tarihimizi güzelce öğrenip, gözümüzün önünde keşfedilmeyi bekleyen güzellikleri görmeye çalışalım. Belli mi olur? Belki de minicik bir detay hayatımızı değiştirir.

06 Ağustos 2008

Büyükada

Nihayet halloldu sorun! Umarım demek belki de daha doğru. Zira belli olmaz sağı solu bu nesnelerin...

Oldukça geç kalmış,bir yazı ile dönmek istedim. Taaa Nisan ayında yazılması gerekirdi bu yazının...

Sevgili Arzu ile yaptığımız ada gezisinden, özlemlerden, Büyükada'nın güzelliklerinden oluşan bir yazı; daha doğrusu bol bol fotoğraf var sizlere. Ama bu fotoğraflar klasik Büyükada fotoğraflarının dışında, benim çocukluğumdan beri gözüme çarpmamış olanlardan oluşacak daha çok. Her seferinde yeni buluşlar yapılır, yeni şeylere rastlanır ya, bu seferki gidişimize özel bu fotoğraflar da. Kimisi özlemleri anlatacak, kimisi daha önceden ben buradayım diyemeyenler olacak. Bu sefer açılışını yakalayamamış olsak da, her gidene Büyükada Evi'nde duraklaması, Çelik Gülersoy'u anması önerilecek.

Yıllardır özlediğim midye tava ile, hem de çıtır çıtır fırından yeni çıkmış ekmeğin arasındaki, midye tava ile yaptık açılışı.

Mimozaların arasında yürümeyi hayal ederken, mor salkımlı güzel yollar, bahçe kapıları bulduk. Anlamış oldum ki, bu sene mimozaları kaçırmışım...

Tırmandığımız tepe yolundan balıkçı motorlarını izledik. Bize zordur oradan çıkmak dediler ama yılmadık, güle oynaya, kedileri severek, kuşları fotoğraf makinalarımızla kovalayarak tırmandık da tırmandık.

Daha önceden çatısını tepelerden görüp de yanına gidemediğim Rum Yetimhanesi'ne vardık. Bina bana büyüleyici geldi. Çünkü Avrupa'nın en büyük, Dünya'nın da ikinci büyük ahşap binasıymış. Otel olarak inşaa edilmiş, Kuleli Askeri Lisesi'ne ev sahipliği yapmış. Daha sonra da yetimhane olarak kullanılmış ama 1960 yılından beri boş ve yıkılmaya bırakılmış haldeymiş. Değerine paha biçilemiyor ama gün be gün de yokoluyor. Olup bitenlerden çok, bu güzelim binanın mimari değeri beni ilgilendiriyor ve üzüyor.

Her çıkışın, bir de inişi vardır deyip, bisiklete binerken yokuş aşağı kendilerini bırakan çılgınların arasından, yavaş yavaş Lunapark diye adlandırılan, yıllardır varolan bölgeye geldik.

Lunapark'ta bizi bu güzel gözlüler ile sayısız fayton karşıladı.

Faytonlara at lazım. Öyle olunca sahipleri de salıvermiş atları, çoğalsınlar, yeni kaynakları olsun diye... Mini mini taylar çok şirindi. Bir de Adalar Belediyesi dışkı kokularına çare bulabilse!

Köşklerden birinin çatı katındaki penceresi. Manzarasının harika olduğuna eminim ama ben zerafetine hayran oldum. O oda, benim olsa, diye geçirdim içimden. Ev, sahibinde kalsın, ama o odadan ben dışarı bakayım, olmaz mı?

Bu bina, ahşap olmadığı için genel yapıyı bozsa da, bahçesi ile renk katmış. Sadeliği hoş geldi gözüme.

Balkonda oturan teyzenin elinde, bir iş vardı. Uzaktan nedir göremedim ama Arzu'ya benim el işlerini alıp teyze ile kahve eşliğinde muhabbet etmek geldi içimden diyebildim.

Bu binanın balkonu da, kahve içimine pek uygun değil mi sizce?

Biz motorla geçmiştik, Büyükada'ya Bostancı'dan. Ama dönüşte, Marmara'nın vefakar dostları ile döndük.

Dönmeden önce de Türkiye Turing Kurumu'nun İskele Cafe'sinde soluklanıp, sayıkladığım kahveyi içebildik. Var mı bundan daha güzel bir keyif?

Marmara'nın vefakar dostlarından sözedilir de, onların satıcılarından sözedilmez mi? Vapur tutmasın diye nane satanlar... Bilumum mutfak malzemesini ucuz fiyatla sattığını iddia edenler... Ekmeğini çıkartmaya çalışan seyyar satıcılar...

Yaşattığın bu güzel gün için tekrar teşekkürler Arzumcuğum...

25 Temmuz 2008

Necefli Maşrapa Zamanı

Bilgisayarımızın Windows'u göçerek bir daha açılmama kararı aldı.

O düzelene dek elimde olmayan nedenlerle necefli maşrapayı yayıma koymak zorundayım! Keşke bir de fotoğrafı olsaymış elimde!

Geçici rahatsızlıktan dolayı özür dilerim.

23 Haziran 2008

Neler Oluyor?

Arkadaşlar neler oluyor?


Az önce beğendiğim, Berceste'de yer verdiğim bağlantıları bir dolaşayım dedim, baktım ki, herkes yok olmuş! Ya uzun süredir yazmıyor ya da çoktan hoşçakalın demiş bile. Çok üzüldüm, çok!


Tamam ben de uzun süredir, eskisi kadar yazamıyorum. Kendimce sebeplerim var. Ama gene de yazmadan duramıyorum, okumadan duramıyorum. Bazen okuyorum, yorum bırakamıyorum ama kalbim hep sizlerle.


Önce yaz tatili sebebiyledir dedim. Sonra işleri, güçleri artmıştır dedim, ama baktım ki bu aralar ciddi ciddi büyük kayıplar var.


Neler oldu bizlere?


Geçenlerde National Geographic'de yemekle ilgili bir bölüm izledim. Dünya mutfaklarını anlatıyordu. David Lebovitz kendi adını taşıyan günlüğüne hergün en az 8000 ziyaretçinin geldiğinden sözediyordu. Biz her birimiz David Lebovitz mi olmak istedik?

O hedefe ulaşamamak mı yıldırdı bizleri?

Çalınan tarifler, yazılar, fotoğraflar mı?
Özel hayatımızı çok fazla insanla paylaşıyor olmamız mı?
Yazılarımızla acımasız eleştiriler yapıp, birbirimizi kırmamız mı?
Aynı şeyleri, aynı anda yapıp birbirimizin rakibi olmamız mı?
Artan yarışma karakterindeki etkinlikler mi?
Artık paylaşmak istemememiz mi?
Yoksa ücretsiz web alanı hizmeti veren yerlerin artmasıyla, çığ gibi büyüyen günlüklerin yazar kalitesinin düşmesi mi?(Farkı olan, iyi olan yeni ya da eski her zaman farkediliyor demek istiyorum bu soruya da! O yüzden sebep bu olmamalı.)

Zamansızlık demeyin lütfen, çünkü zaman ayırıyorduk eskiden, iki elimiz kanda olsa misali hem de!

Bizler oturup saatlerce html kodlarını öğrenmeye çalışmadık mı?
Birbirimizle bilgileri paylaşmadık mı?
Dostluklar, arkadaşlıklar kurmadık mı?
En güzel fotoğrafı çekmek, en güzel bilgileri elde etmek için kitaplar okumadık mı? Web sitelerini gezmedik mi?

Birbirimizden bilmediğimiz pek çok şeyi öğrenmedik mi? Gerek gittiğimiz yerlerle ilgili, gerek bilmediğimiz yiyeceklerle, içeceklerle ilgili...
Beraber gülüp, beraber ağlamadık mı?
İmdat dediğimizde birbirimize koşmadık mı? Arada mesafeler olsa bile...
Farklılar yaratmadık mı, birbirimizin hayatında?
Başka bir bakış açısı yaratmadık mı?

Peki neden bu gidiş? Gitme eğilimi?
Tartışıp, konuşalım mı?
Kaybettiklerimizi geri kazanmaya çalışalım mı?

Benim cevaplarım ilk yazdığım yazıda, Berceste'nin anlamında gizli. En güzelleri paylaşmak için başlamıştım ben bu işe. Yaşadığım yerde, gözüme çarpan güzellikleri, hoşuma giden uygulamaları aktarabilmek için. Biraz farklılıkları yaşayabilmek, yaşatabilmek için.
Yavaş da olsa, arada bir de olsa ben buralardayım, buralarda olmaya çalışacağım...

Sevgiyle...

26 Mayıs 2008

Dumansiz Hayat Oh Ne Rahat!


Babaannem gençliğinde alışmış nasıl alışmışsa sigaraya. O zamanların filitresiz en keskin sigarası Birinci'yi içerdi. İçmek denirse... Sigara tepsisi vardı, yakar, onun üzerine koyar, dumanı tüter de tüterdi. Söner sönmez yenisi yakılırdı. Hiç ara verilmezdi. Bir dönem sigara bulunamadı. Yurtdışından getirtti sigaraları, filitrelerini kesti, öyle içti. Şişe şişe öksürük şuruplarını bitirirdi. Sigaradan der, ama gene içmekten alıkoymazdı kendisini. Beni çok sevdiği, gözünden sakındığı halde her nedense o dumandan sakınmazdı, mutlaka o duman altında kalırdık. Ölmeden bir gece önce bile sigaranın kavgasını etmiştik. Ölüm aniden çaldı kapıyı ve ilk kalp krizinde kaybettik sevgili babaannemi. Baş sebep sigara! Yıllardır yarenlik ettiği, sabah kahvaltısında kuru ekmek, acı kahveye eşlik eden, herşeyden vazgeçerim ama ondan asla dediği sigara!


Anneannem dayımın vefatından sonra başlamış sigaraya, onun da başka bir içiş tarzı vardı. El ayak çekilip herkes yatınca, anneannem yakardı sigarayı. Bir de odada yalnız uyuyamaz, illa beni yanına ister, tam uyuyacağım sırada sigara içince bütün cinlerimi tepeme toplardı. Uyusana anneanne, nereden çıktı şimdi bu diye!

İnsan kendisini bile bile neden zehirler? Zehirlerken de nasıl bir zevk alır? Ben bu soruların yanıtını bulamadım gitti, bulmak da istemiyorum. Açık açık sigaradan nefret ediyorum!

Babam ortaokula giderken, en yakın arkadaşı yanında sigara içiyor bir halde yakalanınca babaannem demiş o öyle içilmez, gel ana oğul bir sigara içelim seninle. Ama öyle üstten üstten içmekle olmaz, derin derin çekeceksin ciğerlerine... Uygulayan babam da ''Ölüm bu demek dedim o gün!'' diye tarif ederdi yaşadıklarını. Gözünden yaş gelmiş, boğulmuş ve bir daha sigarayı eline bile almamış. Düşünmemiş bile. Belki de her anne baba böyle bir tecrübe yaşatmalı çocuğuna ki sonradan kendilerini zehirlemesinler.

Sonra çalıştığımız ortamlar... Babam yıllar yılı gazetede duman içinde kaldı. Çalıştığı bölümde hemen hemen herkes içerdi, öyle ki önceleri daktilolar, sonraları bilgisayar klavyeleri külle dolar taşardı. Eve geldiğinde üzerindekileri balkona asardık, yüzünü gözünü yıkamadan gelmezdi yanımıza.

Ben müdürlerimle tartışırdım, ne olur burnuma burnuma üflemeyin diye. Kahkahalar atıp dalga geçerlerdi ve dumanları inadına yüzüme üflerlerdi. Sevmiyorum diye.

Üniversiteye hazırlık kursunda arkadaşlarım... Hepsi birleşip suratıma püf! Kendilerini ayrıcalıklı, yaşça üstün sayarlardı nedense sigara içtikleri için. Büyük bir marifetmiş gibi.

Üst kat komşumuzun ağabeyi sırf babamı illet etmek için evimizin kapısını çalar, içeri duman üfler kaçardı. Gene aynı kişi yolda kalbi sıkışınca yıllar yılı içtiği, asla bırakmam dediği sigarayı bir günde bıraktı!

Hatta daha yakınlarda Arzu'cuğum ile Büyükada'ya gittik dönüyoruz. Oh mis gibi ada havası, mis gibi deniz havası diye vapurun açık kısmına oturmuşuz. Havayı zehirledi bir hanım sigara dumanı ile yanıbaşımızda... Yüksek sesle aramızda rahatsız olduğumuzu belirtince, saygılıymış, sağolsun, söndürdü sigarasını, sonra da yanımızdan uzaklaştı. Minnettar kaldık. Ama daha büyük bir saygısız geldi, yaktı sigarasını püfür püfür zehirledi bizi. Gözlerimiz mi yaşardı, burnumuz mu tıkandı, alerjimiz mi var, orada oturanların içinde kalp hastası, astım hastası olan mı var, küçük bebek mi var hiç umru olmadan!

Üç sene önce, mekan Bakırköy Belediyesi... Form dolduruyorum, güvenliğin bulunduğu yerdeyim. Birisi sigara içiyor ve duman burnuma burnuma geliyor. Kafamı kaldırdım. Burada sigara içilmez, içmenin cezası .... TL levhası. Güvenliğe dedim lütfen uyarır mısınız? Bizim görevimiz değil dediler. Bizzat kendim burada sigara içemezsiniz, bakın ne yazıyor dedim. O parayı ödetecek adamı bul, çatır çatır öder, sigaramı da içerim buyurdu bay saygısız! Belediyenin altının üstüne getirdim. Cezayı yürütecek merci bulamadım. Kaymakamlığa gidip şikayet etmem, oradan birisinin gelmesi, içen kişiyi uyarması, bu davranışını bilmem kaç defa tekrarlarsa da mahkemeye suç duyurusunda bulunması lazımmış. Kanun var, var olmasına da Allah hak getire uygulama kısmında! Avukat arkadaşlarıma danıştım, dediler boşa kürek çekme bu kanun çalışmıyor.


1 Haziran 2007'de İngiltere'de toplu yerlerde sigara içilmemesi ile ilgili kanun yürürlüğe girdi. Bütün toplu yerlerde tütün ve sigara içimi yasaklandı. Öyle ki, eğer bir lokanta ya da kafeteryada bahçe kısmında bile oturuyorsanız, içemiyorsunuz. Mutlaka dışına çıkmanız gerekiyor. Büyük marketlerde, eczanelerde sigarayı bırakmaya yönelik sakızlar, bantlar ücretsiz dağıtılmaya, halkı sigara bırakma konusunda teşvik edici kampanyalar düzenlenmeye başlandı. Hatta öyle ki, sağlık kurumu NHS, sigara içen hastalara ilaç vermeyi ve kalp ameliyatlarını ücretsiz yapma hakkını iptal ettiğini açıkladı! Kendisini öldürmek isteyenleri biz neden masraf ederek kurtaralım mantığı ile.
Düşünebiliyor musunuz? Ama diğer yandan da sigarayı bırakma konusunda ücretsiz bütün desteği de veriyor. Zaten kanunun çıkış sebebi, kalp ve damar hastalıkları ile kanserden ölümlerin çok artması ve bunun devlete olan yükünün büyük rakamları bulması. NHS ve devlet tüketicilerin sigara ya da tütünü bırakmalarına yardımcı olabilmek amacıyla özel web sayfaları hazırladılar. Konuyla ilgili tam destek veriyorlar.


Dileğim sigara ve tütün tüketicilerinin kendilerine verdikleri zararın bilincine varmaları, eğer varmak istemiyorlarsa da etraflarında zarar verdikleri insanların olduğunu düşünüp daha düşünceli davranmaları. Her hakkın bittiği yerde, yenisinin başladığını, bir başkasının hakkına tecavüz ettiklerini öğrenmeleri. Çünkü sigara içerken etraflarında o dumandan etkilenen hastalar olabilir, çocuklar olabilir, hamileler olabilir ve onların doğmamış çocuklarına zarar veriyor olabilirler. Verdikleri zarar ne kadar büyüktür, hiç düşünebiliyorlar mı?

Ülkemizde yeni çıkan ve öncekindeki sorunları yaşamayacağımızı dilediğim kanuna Hukuki Net'ten , Sigarayla Savaşanlar Vakfı'na, Türkiye Yeşilay Cemiyeti'ne, Havanı Koru Kampanyasına kendi web sitelerinden ulaşabilirsiniz.

Dumansız hayat oh ne rahat!

19 Mayıs 2008

Doğum Günün Kutlu Olsun ATAM


Bir ulusun, cumhuriyete giden yolunun adımını attığın ilk günü, aynı zamanda kendi doğum günün seçtin. Doğum günün kutlu olsun ATAM.

Atatürk'ün kızlarından Hanife, sizleri Doğru yazalım,Doğru konuşalım, Dilimizi Koruyalım etkinliğimiz için Bağlaçlar konusu ile günlüğüne bekliyor.

16 Mayıs 2008

Çocuk İstismarı


Sevgi söz sende demişti ''Çocuk İstismarı'' na dikkat çekmek için. Ancak yazmaya fırsat bulabildim.

70'li yaşlarında hiç çocuk sahibi olmayan bir tanıdığımız, anneler günü için aradığımızda her kadın bir annedir demişti. Annelik iç güdüsü her kadının içinde var. Belki de bu nedenle bu konu hepimizin içinde daha derin yaralar açıyor.

Lisede psikoloji dersinde fareler üzerinde yapılan bir deney hep anlatılırdı. Deney ortamında elektrikli telle fareler bazı nesnelerden ayrılır. Birincisinde su, ikincisinde yemek, üçüncüsünde eşi, dördüncüsünde de çocuğu vardır. Elektrikli telde de öldürmeyecek ama canını yakacak kadar elektrik. İlk teli aşıp geçen fare anne faredir. İkinci susayan fare, üçüncü aç kalan fare, dördüncü de eşinden ayrılan fare. Buradan da iç güdülerin şiddeti ölçülmüş olur.

Ağlarsa anam ağlar, gerisi yalan ağlar sözü de boşuna değildir.

Tüm bunların ardından, çocuklarını bilerek ve isteyerek istismar eden annelere, şaşırıp kalıyorum ne yazık ki, çok üzülerek...

İngiltere'ye yerleşmeden önce sosyal denetçi olarak bir İngiliz firmasında çalışıyordum. Bu sırada özellikle bir ilimize gittiğim denetimlerde gördüm ki, çocuklar köylerinden yakınları tarafından toplanıyor, minibüsle fabrikalara taşınıyor, orada özellikle paketleme bölümünde çalıştırılıyorlar. Hem de sabahlara kadar! Küçücük gözleri dayanamıyor, sabaha karşı kapanmaya başlıyor. Başlarındakiler bağrış, çığrış onları uyandırıp çalıştırıyor.

Üretim müdürü olarak çalıştığım bir fabrikada, başka bir bölümden biri etrafımda eleman ihtiyacınız var mı diye dolaşıp duruyor... Sonradan öğreniyorum. Dayı, yeğenlerini köyünden şehre getiriyor, çalıştırıyor, bir göz odada yatırıyor, sonra sizi yatırdım, yedirdim, içirdim deyip maaşlarını ellerinden alıyor!

Bu örnekler gene nispeten daha insaflı olanları. Çalıştıkları ortam daha medeni, çalışma amaçları da okul ya da çeyiz masraflarına destek. Ama bir de küçücük bedenlerine işkence yapılanları var, pazarda satılanları var. Güzelim gözlerinin bebekleri umutla pırıldarken, feri söndürülenleri var! Küçücükken yük olarak görülüp evlendirilenleri, sakat olduğu için bir odada hayatlarının sonuna kadar mahkum edilenleri var.

Dilerim ki, minik yürekleri koruyan pek çok insan olsun, onları sevelim, böyle durumlarla karşılaştığımızda Uluslararası Çalışma Örgütü(ILO) olmak üzere yetkili mercilere haber verelim.Yarınların büyüklerinin sevgi ile kucaklandığı, bu şartlarda çalışmaya, zulme mecbur kalmadığı, büyüdüklerinde ülkelerine, dünyaya faydalı bireyler oldukları bir dünyada yaşayalım...

03 Mayıs 2008

Feshane'de Anadolu Kültür Turizm Fuarı

26 Nisan'da elime ulaşan bir e-posta ile öğrendim Feshane'deki Anadolu Kültür ve Turizm fuarını, keşke gidebilsem demiştim ve kısmet oldu gittim. Eğer el işlerine sizler de benim kadar meraklı ve İstanbul'da iseniz, kaçırmayın derim.

Özellikle de Kahramanmaraş'a ait bölümü ve Nakkaş'ın el işlerini sakın ola kaçırmayın diye altını bir kez daha çizerim. Nasıl bir kültürün evlatlarıyız, hanımlarımız ne kadar marifetli bir kez daha gözlerinizle görüp, dünyalar tatlısı Sıdıka hanım ile tanışabilir, onun tatlı dilinden çalışmalarını dinleyebilirsiniz.

İpek üzerine yapılan işlemelere bakmaya bile kıyamayacağınızı garanti ederim.

Fuara pek çok ilimizden katılım var. Edirnenin aynalı süpürgeleri ile meyve sabunları, Kastamonu'nun sarımsağı, el bağlamalı çarşafları, örtüleri, Yozgat'ın yazmaları... Neler var, neler...

Detayları daha sonra anlatacağım. Ama gözleri ile görmek isteyenlere önceden haber vermek istedim.

Kaçırmayın!

22 Nisan 2008

Büyük ve Küçük Sesli Uyumu

Bir akşam vakti, Ahmet Paşa beni çamurlu bir patikadan bata çıka bir köye getirdi.Derin bir vadiye kurulmuş, bir pus tabakası içinde gizlenmiş, yolu izi olmayan bir köy. Ahşap, minik evleri vardı. Kendimi bir başka dünyada kaybolmuş, terk edilmiş hissettim. Köyün kahvesinde atımdan indim. Her köyün bir kahvehanesi bulunurdu, yolu olmasa da.

İki yaşlı adam sessizce beni süzdüler. Köyün muhtarı bana geceyi geçirmem için yer yatağı yapılmış bir oda verdi. Bir ahıra konan Ahmet Paşa'nın da karnını doyurup suyunu verdiler.

Odama yerleşmeden muhtarı görmeye gittim. İki yaşlı adam loş bir köşede aralarında mırıldanarak bir şeyler konuşuyorlardı.

"İyi akşamlar" dediler. Müthiş bir ses ahengi olan melodik bir dilleri vardı. "At çok güzel."

O anda çok gururlandım. "Evet" dedim. "Çok güçlü ve kendi sezgileri var."

Bana iyi geceler dileyip ayrılırken, biri dönüp, "Bu bir Türk atı" dedi.

"Evet" dedim. "Çal'dan aldım."



Jeremy James, İngiliz yarış atlarının atası, Türk Atı Beverly'i anlattığı romanında Türkçe'den böyle(yukarıdaki alıntı yazıda kırmızı renkli olan kısım) bahsetmiş.

Cambridge'de arkadaşlarımla bir topluluk içerisinde Türkçe konuşuyorsam, İngiliz ya da başka ülke kökenli arkadaşlarımdan da aynı tepkiyi aldım ve ortak bir benzetme yaptı büyük çoğunluğu. Şarkı söyler gibi konuşuyorsunuz diyorlar. Neden? Çünkü genellikle şarkılar, sevilen bir şiire melodi eklenmesi ile ortaya çıkmıştır ve şiir yazmanın kuralı gereği son satırlar uyum içerisindedir. Aynı uyum bizim güzel dilimizin kendi içinde vardır. Kelimelerdeki harf dizilişlerinde.


Dilimizde kullandığımız sesli harfler sekiz tanedir. Çıkış özelliklerine ve dilin durumuna göre "a, ı, o, u" harflerine kalın, "e, i, ö, ü" harflerine ince sesliler deriz.

Büyük Sesli Uyumu

1- Kelimelerin kök ve gövdelerindeki uyumdur.

Yani, kelimenin ilk hecesi kalınsa, sonraki heceler kalın, kelimenin ilk hecesi ince ise sonraki heceler ince olur.

Aslında esas söylenişi kardaş, alma, ana olan ama sonradan kardeş, elma, anne olarak değişen istisna birkaç kelime bulunmaktadır. (Burada hemen atalarımızın “istisnalar kaideyi bozmaz." sözünü hatırlayalım.)

2- Büyük ses uyumu aynı zamanda kelimelerle ekler arasındaki uyumdur.

Yani, son hece ince ise ekler ince olur, son hece kalın ise ekler kalın olur.

Yüzlerce ek arasından sadece beş tanesi bu kurala uymaz.

Kurala uymayan âsi eklerimiz hangileridir dersek:

a) -yor (şimdiki zaman) eki. Geliyor, biliyor kelimelerinde görüldüğü gibi...

b) -ken eki. bakarken, yazarken...

c) -ki iyelik eki. Sonraki, yarınki, akşamki, komşununki...

d) -leyin eki. Akşamleyin, sabahleyin

e) -(i)mtrak eki. Yeşilimtırak, beyazımtırak...

Banyo halısı üreten bir firmada çalışırken, yabancı öğrenci seçme sınavı ile Türkiye'ye gelmiş ve temelli ülkemizde kalmış Filistin'li bir arkadaşımız vardı. Ülkü isimli arkadaşımızı Ulku diye çağıran, öz yerine oz diyen bu arkadaşımıza müdürümüz devamlı takılırdı:

-"Oz büyücüsü mü o, oğlum öz diyeceksin öz!"...
-"Ağzına işaret parmağını sok, ses ver",
-"ooooooo"
-"Hah tamam, ona iki de nokta ilave et ki, incelsin."
-"ööööööö"
-"Bak oldu işte, şimdi öz deyiver."
-"Oz!"

Bu şakalaşma böyle sürer giderdi. Hatta bir ara ortaokul dilbilgisi kitabımı ona ödünç vermiştim ki, biraz çalışıp bilgi sahibi olsun diye. Bugünlerde dünyalar tatlısı eşinden bu ince detayları öğrenmiş olduğunu düşünüyorum. Ondan öğrenemedi ise bile, çocuk milleti bu konuda yeterince gaddar, kesin oğlu ile kızı öğretmiştir.

Bu konuşmaların aramızda geçmesine sebep olan sesli harfler sınıflara ayrıldığı için bizim de onları iyi tanımamız lazım ki, böyle hatalara düşmeyelim.

Alt çenenin durumuna göre sesliler geniş sesliler "a, e, o, ö", dar sesliler "ı, i, u, ü", dudakların durumuna göre ise düz sesliler "a, e, ı, i", yuvarlak sesliler "o, ö, u, ü" şeklinde sınıflandırılırlar.

Küçük Sesli Uyumu

Seslilerin düzlük, yuvarlaklık ve genişlik, darlık bakımından birbirine uymasıdır. Dilimizde düz seslilerden sonra düz sesliler, yuvarlak seslilerden sonra, ya geniş düz sesliler ya da dar yuvarlak sesliler gelir.

İstisnalar bu kural için de bulunmaktadır. A sesli harfinden sonraki hecede, u sesli harfi gelen pek çok kelimemiz buna örnektir. Kavun, avuç gibi … Şimdiki zaman kipinin "-yor" eki bu uyuma da aykırıdır. Türkçe’de o sesi ikinci hecede bulunmaz. O sesinin ikinci hecede olduğunu gördüğümüz bir kelimemiz daha vardır. "Horoz" Ancak, bu kelimenin de aslı Farsça'dır.

Aslında kural gereği ödevlerle durumu pekiştirmek gerekli. Ama buna ne sizin ne de benim zamanımızın olmadığının bilincindeyim. Zaten hiç birimiz bu etkinliğe öğretmenlik yapmak amacıyla da başlamadık. Diğer yandan bu tarz bilgiler okunuyor, sonrasında uçup gidiyor. Zaten gitmese, senelerce kafamıza nakış gibi işlenen dilbilgisi derslerimizden sonra gitmezdi. O yüzden size yabancı dil öğrenirken uygulanan bir sır vereceğim. Macar asıllı İngilizce öğretmenimiz(İngiltere'ye dil kursuna gitmek isteyenlerin her zaman saf kan bir İngiliz ile karşı karşıya gelemeyeceklerini, hatta Türk bir hoca ile dahi karşılaşabileceklerini de bu vesile ile hatırlatmış olayım) bize gazeteden hoşumuza giden bir yazı seçerek, onu kesip, düz beyaz bir kağıda yapıştırmamızı, bilinmeyen kelimelerin altını çizerek, o kağıdın yanına da anlamları ile yazmamızı birkaç defa tekrar ettikten sonra aklımızda kalacağını söylemişti. Sizler de denerseniz hem kendi dilimiz için, hem de yabancı bir dili öğrenirken, işe yarayacağını düşünüyorum. Ayrıca unutmayalım ki, kendi dilini iyi konuşamayan, yazamayan bir toplum, kültürünü de unutuyor, kaybediyor demektir.

Kaynak: Dilbilgisi - Tahir Nejat Gencan

09 Nisan 2008

Suffolk Puff - Yo Yo Patchwork

Tam olarak adını ve tarihçesini ben de bilmiyorum. İnternet üzerinden epey araştırdım ama sonuca ulaşamadım. Kırkyama kursuna gitmeye başladıktan sonra, yabancı el işi günlüklerinde gezinirken karşılaştım kendisi ile. Amerikalılar Yo Yo Patchwork diyorlar. Sevgili kurs öğretmenim Anne'e sorduğumda, ''İngilizler Suffolk Puff derler ona'' diye cevap verdi ve bir daha da asla Yo Yo adını kullanmadı, kullandırtmamaya gayret etti.


Yapılışı ile ilgili bütün detayları ''Whipup.net'' 'ten öğrenebilirsiniz. Anne, oluşmasını istediğimiz Suffolk puff'ların iki katı çapında daire şeklinde bir kalıp kesmemiz gerektiğini söyledi. Ben, onun bize hazırladığı kalıpları kullandım. Daha önce de söylediğim gibi, öğrendiğim her yeni kırkyama türüne, ülkeme özgü, kendimden birşeyler katmayı adet edindiğimden, genelde düğme dikilen boşluklara elimde bulunan nazar boncuklarından yerleştirdim ve oldukça ilgi çekti.

Çiçek şekli vererek kumaş üzerine aplike yaptım bu parçacıkları. Daha sonra çiçeği belirginleştirmek için kenarlarına üç sıra iğne ardı nakış işledim. Bu da gözüme çok düz görününce, cıvıl cıvıl bir çiçek olsun diye, mekik oyasının benzerini, mekik kullanmadan, sadece iğne iplik ile ilik yapar gibi işledim. Nakış ipi kalın olduğu için çok zor olmadı. Ama kenarlara yapacak kadar da cesaret vermedi bana. O yüzden hazır pamuklu bir danteli kenar süslemesi olarak tercih ettim.

Böylece anneme hediye edeceğim yastık kılıfı ortaya çıkmış oldu. İlk yastık kılıfında olduğu gibi hiç makina değmedi çalışmama. Tümüyle elde dikildi. Renklerin seçimi Türkiye'den, Cambridge'e kadar kumaşları taşımaya üşenmeyen sevgili arkadaşım Pınar'ın. Ona ne kadar teşekkür etsem azdır.
Eğer Suffolk Puff'ları sevdiyseniz, onlardan bir ejderha yapabilir, çanta dikebilir ya da bir örtü tasarlayabilirsiniz.
Annem yastık kılıfını beğendi ama zamanında o kadar çok el işi yapmış ki, yazık gözlerine dedi! Belki ileride bu günleri çok arayacağım ama şimdilik böyle el işleri ile zamanımı değerlendirmek çok hoşuma gidiyor. Hatta bir dakika boş kalsam, kendimi suçlu hisseder oldum. İstanbul'a doğru Stanstead'den yola çıktığımda, keşke uçakta da iğne kullanmama izin veriyor olsalar da boş durmasam diye geçti içimden.

Eskiden, koca tırların içine yüklediğimiz her bir koliyi, çocuğum gibi uğurlar, onların üretimine katkıda bulunurken mutlu olurdum. Şimdi kendi ellerimden çıkan bu ufak tefek işlerde mutluluk buldum.

İstanbul'da günlerim nasıl geçiyor derseniz, geldiğim ilk hafta Sencer Paşa'ya ''Hoşgeldin'' toplantısına yetiştim ve sevgili Yasemin'e konuk oldum. Sarı şekerlerin en tatlısı Ayşem, can dost olduğu için Can'ın annesi olan Pınar, dünyanın en tatlı Nane Limon'u Münevver hanım, doğum günü çocuğu Güliz, sevgili Esra, sevgili Fadime, sevgili Müge ve Müge, sevgili Neslihan, sevgili Selen, sevgili Suzan ile çok güzel zaman geçirdik. Bol bol bebek sevdik, yolda olan bebeklerin en kısa sürede, dertsiz tasasız, annelerini üzmeden aramıza katılmalarını diledik. En önemlisi de bizi biraraya getiren Sencer Paşa'ya sağlıklı, mutlu, analı babalı, uzun bir ömür diledik. Her birinize hazırladığınız güzel yiyecekler, dostluğunuz, sevginiz için çok ama çok teşekkürler...
İkinci haftam kırkyama ve el işleri için malzeme -benim sözlüğüme göre ganimet- bulmakla geçti. İngiltere'deki fiyatları ile kıyaslanınca neden ganimet dediğim anlaşılır.

Gene aynı hafta içinde değerli büyüğüm Punto amca ne yaptı etti, sevgili B5 ile bizi biraraya getirdi. Her zaman büyük sözü dinlemenin önemini bir kez daha hatırlatmış oldu. O olmasaydı, az kalsın sanal not defterlerimizin kurbanı olacaktık. Punto amcaya, çok değerli eşine, bizlere yaptıkları güzel jest, zarif zevkleri için, B5'e dostluğu, minik Beşiktaş turu ve Beyoğlu'nda midye tava keyfi için sonsuz teşekkürler.

Yavaş yavaş ve istemeye istemeye dönüş için geri sayıma başladık. Gelme uçuş günü gelme...