28 Mayıs 2007

Rapeseed, Kanola, Kolza...

Bu aylarda yolunuz İngiltere'ye düşerse, yol boyunca sarı sarı tarlalara denk gelirsiniz. Uçak alçaldığı dakika, size göz kırpmaya başlarlar. Genelde, uçsuz bucaksız yeşillikler içinde, bölge bölge sarı tarlalar. Muhteşem bir görünümdür, doğayı sevenler için.

Arkadaşlarımızdan biri Cambridge'e çok yakın köylerden birinde oturuyordu. Bizi çaya çağırmışlardı. Türk usulü(İngiliz usulu bir iki kırıntı bisküvi ve eğer ev sahibinin eşref saatine denk geldi ise güzel bir kekten ibaret olur ikram, Türk usulünde ise bildiğiniz üzere yok yoktur!) bir güzel yiyip içtikten sonra, eritmek lazım şimdi bu yediklerimizi deyip çıktık dolaşmaya...

Arkadaşlar, bize sürpriz yapıp o sarı tarlaların içine götürdüler. Bir anda o muhteşem görünümün içinde bulmak kendinizi... İnanılmaz güzel bir duygu!
Tinker Bell gibi oradan oraya koşmak istiyor insan.

O dönem, bizim video kameranın fotoğraf makinasından başka, dijital fotoğraf çekebileceğimiz birşey yoktu elimizde. Karı koca fotoğraf çekmeye meraklı olan biz, bir de tek makinaya mahkum olunca çok kötü oluyordu. Oyuncağını paylaşamayan çocuklar gibi ver ver şunu çekeceğim, yok olmaz ben çekeceğim diyerek, yürüye yürüye komşu köye geçip, geri döndük. O günden beri de, tekrar gidebilsek, dedik durduk ama bir türlü denk gelmedi. Gidemedik. Tatile rağmen hiç durmadan yağan yağmuru düşünürsek, bu sene de gidemeyeceğiz herhalde. Uzaktan, taşıtların içinden gördüğümüz kadarıyla yetineceğiz...


Bu sarı tarlalar kimmiş, neymiş derseniz, karşılaştığımız bilgiler şöyle...
Kendilerinin İngilizce adı
''Rapeseed'' , Türkçe'si ''Kolza Tohumu'' imiş. Kalite göstergesi olarak özel bir gruba da ''Canola'' deniyormuş. Kanolanın asitlik oranı daha düşükmüş. Kullanım alanları ise çok çeşitli. Sofranıza yağ olarak gelmesinden tutun, bioyakıt olarak kullanımına kadar ne isterseniz var. Tarlalarda sarı sarı çiçekleri ile gözlerinize hitap ederken, bir bakıyorsunuz, geceleri ışık(elektrik enerjisine dönüştürülüyor) olmuş sizi aydınlatıyor...

Yağ üretiminde dünyada üçüncü sırayı aldığı gibi iki numaralı da protein kaynağıymış. Hayvan besini olarak kullanılıyormuş.
Erucic asit içermekteymiş ki, bunun yüksek miktarları insanlarda zehir etkisi yapabilirmiş. Çiftçiler verimliliği arttırmak için bu bitkiyi kullanıyormuş. Bir nevi tarlaları dinlendirme etkisi yaparak, toprağı güçlendiriyormuş. Rapeseed'den hazırlanan özel bir karışım, bonsailer için, besin olarak kullanılmaktaymış. Bal arıları için ballarının renk kaynağı imiş, ama fazlası balın tadının değişmesine, bozulmasına sebep olmaktaymış. O nedenle hemen işlenmeliymiş ya da fırın/pastane ürünleri için tercih edilmeliymiş. Bazen toprak sahipleri tozlaşma için arı sahipleri ile anlaşma yaparak, arılardan yardım alırlarmış.

Yağı omega-6 ve omega-3 yağ asitlerini içerirmiş. Bu sebepten kalbin dostuymuş ve kolesterol seviyesini düşürmekteymiş. Soğuk sıkma yöntemi ile elde edilen yağı, zeytinyağı gibi kullanılabilmekteymiş.

Gelelim en ilginç kısma... Yani
enerji olarak kullanımına...
Taşıtlarda bioyakıt olarak, evlerde elektrik enerjisine dönüşmüş olarak kullanılmaya başlanmış. Hatta bu sebeple kurulan şirketler var. Gün geçtikçe kullanımı artmakta.

Hep yararlarını saydık ama saman nezlesi ve astımı olanların baş düşmanı olduğunu söylemeden de geçmeyelim.

Rapeseed hakkında bir radyo programı dinlemek isterseniz
BBC Radio 4, Türkiye'deki tarımı ile ilgili bilgi almak isterseniz de Samsun Tarım İl Müdürlüğünün web sitesi üzerlerine tıkladığınızda size yardımcı olacaktır.

Güzelliklerin de sırları olabiliyor demek ki!

28 Aralık 2009 notu:
Güzelliklerin de sırları olabiliyor demek ki! diyerek noktalamıştık 28 Mayıs 2007 tarihli yazımızı. O zamanlar bilmiyorduk ki, sırlardan birisi de bu bitkinin GDO içerme ihtimalinin yüksekliği idi.

Ancak bugünlerde gittikçe artan GDO - Genleri Değiştirilmiş Organizmalar - hakkında yapılan tartışmalarda çıkan sonuç:
Bu güzel görünümlü bitkiden ve nimetlerinden uzak durmamız yönünde!
Zira artık nimetleri, nimet olmaktan çıkmış durumda. Wikipedia'daki veriler Kanada'daki rakamları göstermekle birlikte derin olarak araştırılınca hemen hemen bütün dünya üzerinde durumun benzerlikler gösterdiği ortaya çıkıyor. Ben size Wikipedia'daki rakamları açıklayacağım ve isterseniz, oradaki tartışmayı da okumanızı önereceğim. 1995 yılından beri Kanada'da üretimine başlanan GDO içeren kanola, diğer kanola bitkilerini de tozlaşmak suretiyle etkilemiş ve şu anda Kanada'da üretilen kanolanın %80'inin genleri ile oynanmış organizmaya dönüştüğü belirlenmiş.

Bununla kalmayıp, çiftçiler patentli olan genetiği değiştirilmiş tohumları üretmekle suçlanıp, kendilerinden patent ücreti ödenmesi istenmiş. Tarlasının safsızlığının bozulduğu gerekçesi ile mahkemeye başvuran çiftçi de davayı kazanmış ama bu sadece bir şans olmuş kanımca. Zira GDO'lu tohum üreten firmalar tüm dünya üzerinde hem saf olanı bozup, hem de hak iddia ederek davalar açmaktalar! Bu sebeple kanola için olmasa bile tazminat ücretlerini ödeyemeyerek intihar eden çiftçiler mevcut dünya üzerinde.

Zararlı etkileri üzerinde, 90 günden fazla araştırma yapılması yasak olan tüm GDO'lu ürünlerin bizlere neye mal olacağını, 10-20-30 yıl sonrasında neler getireceğini bilemiyoruz. Ama çok basit bir mantıkla, madem zararlı değiller neden üzerlerinde deney yapılması yasak diye düşünüyor ve kullanmayı istemediğimiz için de öneride bulunamıyoruz, son karar elbetteki sizlerin!

23 Mayıs 2007

Aşk ve Gurur


Hani bir laf vardır, kafamın içinde kırk tilki dolaşıyor, kırkının da kuyruğu birbirine değmiyor diye... Türkiye'de iken, çalıştığım dönemlerde, o havaalanı senin, bu liman benim, ülke ülke, fabrika fabrika gezerken aynen benim kafamın içi de böyle idi. Raporlar, insanların kaprisleri, kurallar, kanunlar... Yorgunluk...

Uçakta saatlerce uçarken en iyi ne yapılır? Ya işle ilgili dökümanlar, raporlar incelenir ya da kitap okunur. Kitap dediysek de bu tantana, karmaşanın içinde, sabahın 3'ünde Orhan Pamuk okunmaz elbet! Benim kurtarıcım Harry Potter idi ama o da her yeni bölümünde elde taşınamayacak kadar ağırlaştı. Sonra
Ursula Le Guin keşfedildi. Pek sevildi... Anlamı derin, okuması kolay, taşıması kolay... Bu yazara ait bütün kitaplar alınıp tek tek okundu. Bu kadar gezince, kusur kalmayayım denilerek, Gizem Altın'ın ''Bir bilet al'' kitabı da okundu. Hatta sonrasında Interrail'e merak sarıldı. Ama karakterle uyuşmadığına, öyle çadırda falan tek başına kalınamayacağına karar verildi. Hatta, İspanyol Estrella treni duyulunca, tamamen vazgeçildi! Mc Donald's ile ilgili kuruluş hikayesini anlatan kitaba başlandı ama dikkat gerektirdiği için tümü ile bitirilemedi o dönemde... Onun gibi pek çok kitap alındı, çok okunmak istendi ama beynin başka yerlere koşuşturması gerekliliğinden kenarda, sonra okunmak üzere olan kısımda, yerini aldı. Bridget Jones'un günlüğü pek sevildi, kahkaha atılarak okundu!

Şimdi vakit bol ama kitaplar İstanbul'da... Kararlıyım, öyle ya da böyle bir köşesinden başlanacak!
Bir ara, kişilikle ilgili bir arkadaşımızın verdiği seminere katılıp, bu konuya da merak sarmışlığım vardı. Onun önerdiği Florence Littauer'in, ''Kişiliğinizi Tanıyın'' kitabındaki testi her tanıdığıma uygular hale gelmiştim.

Dün akşam da BBC'de ilginç bir programa denk geldim. Program ''Romantik Kitaplar'' üzerine idi. Aklıma bir dönem Türkiye'deki Beyaz Seriler, fotoromanlar geldi... Pek çok ünlüye şan, şöhret kazandıran fotoromanlar...

Konu, programda çok ilginç bir şekilde ele alınıyordu. Hazırlayan başlangıçta boş ve vakit harcayan, değersiz kitaplar diye düşünüyordu. Yayımcılarla konuştuğunda, hiç de böyle olmadığını, çok büyük bir sanayinin içine girdiğini anladı. İnsanların ruhsal açıklarını kapatıyormuş. Konuştuğu hanımlardan biri: ''Kitaplardaki hayatların gerçek olmadığını da, dünyada böyle ilişkilerin bulunmayacağını da biliyorum, tecrübeliyim, iki evlilik yaşadım ama bu kitapları okuduğum zaman kendimi iyi hissediyorum...'' dedi. Bir başkası: '' Kafamın içinde beni huzursuz eden pek çok şey dolaşacağına bu kitapları okuyorum. Uzun ve derin anlamları olan kitaplarda o beni rahatsız eden düşünceler ağır basıyor, gene başladığım yere dönüyorum.'' dedi.
Bunun üzerine programı hazırlayan hanım, bilimsel bir deney yapmaya karar verdi. Stresli olduğumuz zaman bedenimizdeki
CORTISOL adı verilen hormon düzeyi artmaktaymış. Bu hormonun artışı, kan basıncının(tansiyon) yükselmesine, kandaki şeker düzeyinin artışına, bağışıklık sisteminin direncini yitirmesine ve hanımlarda kısırlığa, sebep oluyormuş. Programı hazırlayan hanım da, Londra'da bir üniversitede bu hormon üzerine araştırmalar yapan birimle temasa geçti. Kendi üzerinde deney yapılmasını istedi. Çok stresli olduğu zaman gidip ''cortisol'' seviyesini ölçtürdü. Sonra başka bir gün, gene çok stresli iken 1-2 saat romantik içerikli kitap okuduktan sonra gidip gene ''cortisol'' seviyesini ölçtürdü. İkisi arasında epeyce büyük bir fark vardı. Buradan hareketle, bu tarz kitapların hem ruh sağlığına, hem de beden sağlığına iyi geldiğine kanaat getirdi. Romanların yayımevlerinden, çeşitli bilgiler aldı. Her ay, bu tarz kitaplara en az 100 pound ödeyen insanların olduğunu, çeşitli klüpler kurularak, bu kitapların oralarda okunduğunu, hanımların aralarında tartıştıklarını, kitap değişimi yaptıklarını öğrendi. Bu tarz kitapların en çok süpermarketlerde alıcı bulduğunu, üç çocuklu bir hanımın alış verişi sırasında, çocukları cıyak cıyak bağırırken, kitap reyonunun önünden geçtiği 10 saniye içesinde onu çarpacak özelliklerde bir kapak tasarımı yapılması gerektiğini ve kapak renginin asla pembe olmaması gerektiğini, İngiltere'de en çok satanlar arasında Jane Austen'in kitapları olduğunu öğrendi. Programın devamı haftaya... İzlemeye devam... Ben de sanıyorum bu tarz kitaplara bakış açımı değiştireceğim ve stresli olduğum dönemlerde böyle kitaplara başvuracağım... Hatta ilk denemeyi Punto amca'nın önerdiği, gazeteci Nurgün Erdinç'in kitapları ile yapmayı düşünüyorum. Ne dersiniz?

Bu arada neden başlık ''Aşk ve Gurur'' diyenler olabilir, Jane Austen'in en çok satan kitaplarından birinin adı da o yüzden. Filmi de çekildi. Merak edip de seyredemediklerim arasında... Kitabı okumak isterseniz, ücretsiz olarak
Classic Literature Library'den ulaşabilirsiniz.

19 Mayıs 2007

19 Mayıs




Doğum günün kutlu olsun Ata'm!


Londra'da, St James Park'ta, seni andık, bayramımızı kutladık...


18 Mayıs 2007

Flapjack

Bu ayki yemek etkinliğinin konusunun ''Kurabiye'' olduğunu öğrenince hem sevindim, hem de üzüldüm. Sevindim çünkü yemesini pek severim. Üzüldüm çünkü yapmasını çok sevemedim gitti. İçindeki katı yağlar, hamurla vıcık vıcık, içli dışlı olma, pek benlik durumlar değil. Üzerine bir de yarışma girince işin içine ''AMAN!'' dedim.

Yemek etkinliğine katılma sebebim, kendimi değişik birşeyler bulmaya zorluyor olmam ve buraya özgü, Türkiye'de pek bilinmeyen, yemekleri de aktarmaya çalışmam idi. Ama işin içine yarışma girince bir durdum... Onun heyecanı sararsa diye korktum kendimce. Ayrıca yıllarca okulda yarışıp durmaktan, sınav sınav üzerine yaşamaktan bıkan ben bir ''oh'' deyip, zevk için bir site açtıktan sonra, yarışmalara katılmak falan, yok yok, benlik durumlar değil bunlar. Affola
Hülya, fikir hoş ama izninle ben bu kısımdan feragat edeyim. Senin yaptığın güzelim kurabiyeleri doya doya buradan seyredeyim, bir gün olup belki bana da bir yapan olur deyip bekleyeyim. Ev sahipliğin için de çok teşekkür edeyim. Sonra da benim kurabiyemin hikayesine geçeyim...

Buraya özgü kurabiye nedir diye düşündüm durdum. Eh bir de benim yapabiliyor olmam lazım elbet! Zor iş, vesselam! Un kurabiyesinin kuzeni ''Shortbread'' geldi aklıma, kendisi İskoçya dolaylarındandır. Ama tadı, aynı un kurabiyesi olduğundan, pek cazip de bir görünümü de olmadığından vazgeçtim. Daha değişik ne olabilir diye düşündüm durdum...

Geçici bir dönem için burada bulunan bir arkadaşımız; ''Annemin bozuk oldu bu! diyerek, çöpe attığı ne kadar kurabiye varsa, bu adamlar bayıla bayıla onu yemekteler...'' deyişi aklıma geldi ve kulaklarını çınlattım! Alış veriş için dışarı çıktıkça bakındım durdum. En sonunda
Flapjack'te karar kıldım.

Flapjack'in Türkçesini bilemedim. Pek eşdeğeri yok sanıyorum Türkiye'de. Biraz susamlı şekerlere benziyor ama daha faklı... İçindekiler de tümüyle farklı elbet. Kendisi burada tanıştığım bir tad. İskoçların bol bol kahvaltılarda tükettiği ''Porridge'' 'den yola çıkılarak mı geliştirilmiş bilmem. İçi istediğiniz kadar ceviz, fıstık, badem dolu, tereyağlı yulaf kurabiyesi şeklinde tarif edebiliriz sanıyorum. İngiltere'de istemediğiniz kadar çok çeşidi var ama yağı bana ağır geldiğinden, kiloların da başını alıp gitme durumu var olduğundan pek tercih edemiyorum. Gene de denenmesi gereken tadlar arasında bence. Özellikle de yulafın sindirim açısından önemli bir besin olduğu gözönüne alınırsa, bir kez daha denenmeli derim! Sonrasında kaç kilometre yürürsünüz ona da siz karar verin...

Kimliğini biraz karıştırınca, Amerika'da pancake eşdeğeri olduğunu, aynı aileden geldiğini öğrendim. Ama İngiliz usulü flapjack tamamiyle Amerikalı adaşlarından farklı.

Tarif, Burwash Manor yazımdaki, minik patiklerin sahibinin, annesinin bana ödünç verdiği Elizabeth Wolf Cohen'in, ''The Complete Cook Book'' kitabından.(Teşekkürler adaşım)

Gelelim benim evde denediğime...

Malzemeler:
125 g tereyağı
1,5 yemek kaşığı akçaağaç şurubu (Mapple syrup)
1/3 büyük su bardağı esmer şeker
1,5 büyük su bardağı yulaf
1/2 büyük su bardağı ceviz (sizler istediğiniz başka kuruyemişlerden bir karışım oluşturabilirsiniz)
Bir tutam tuz
Yapılışı:
Tereyağ, bir kabın içinde, ocakta kısık ateşte eritilir. Erimeye başlayınca içine şeker katılır, ikisinin birbiri ile iyice karışması sağlanır. Yağ tamamen eriyince, ocağın altı kapatılır. İçine yulaf ve kuruyemiş karışımı ilave edilerek iyice karıştırılır.
Minik bir tepsiye iyice bastırılarak yayılır. 150 santigrat derecede, yaklaşık 20 dakika pişirilir.
Sevip, uygulayacağınız bir lezzet olması dileği ile...

10 Mayıs 2007

Bisiklet Denen Taşıt

Çocukken hepimiz yaz tatillerinin gelişini iple çekmişizdir. Bisikleti olanlar için ayrı bir keyiftir bu tatiller. Benim çocukluğum pek keyifli geçtiği için, bana katmerli keyif oldu hep. Şansım, aynı yaşta arkadaşlarımın olması idi. Aynı okula gittik, anne babalarımız da arkadaşlardı, hatta babalarımız aynı gazetelerde çalışırlardı. Bab-ı Alî döneminde, aynı otobüsle işe gidip gelirlerdi. Akraba ortamından farksızdı yani. Kardeş gibiydik hepimiz. Yaz aylarında da bisikletlerimize atlayıp gezerdik. Arabaların korkusuna, bizim çıkmaz sokaktan dışarı çıkmam yasaklanmıştı benim. Çete halinde kaldırımlarda, yollarda ama illa çıkmaz sokak civarında, cirit atardık. Kimimizin Hüdaverdi'si, kimimizin Polo'su, kimimizin de benim gibi Belde Pinokyo'su vardı. Maviydi benimki, gıcır gıcır, hiç çiziksiz! Yeşim'e kırmızısını almışlardı doğumgününde, biz babasıyla süslemiştik, arkadaşlarla özenip bezenmiştik, sürpriz diye. Gördüğü zaman gözlerindeki parıltı 30'lu yaşlarımızda bile hala gözümün önünde. Benimkini babam taaa Cağaloğlu'ndan taşımıştı trenle. Katlanıyordu da gerçi, neden arabayla gelmedi bilmem, ama tren ve babam getirdi benimkini. Önce kendi öğrendi binmeyi. Askerde tank bile sürdüm, bu iki tekerleğin üzerinde gidemeyecek miyim ben diye, homurdana homurdana. Dedim çocuklar iki yana kırıyorlar direksiyonu, aaa dedi, dengeyi ondan sonra buldu. Başladı kullanmaya. Daha o zamanlar, ben bisikletin yarı boyunda idim. Ancak ayakta kullanabilecek kadar bızdıktım. Bekledim ki, büyüyeyim. Kelebek tekerlekler yaramadı işime, tam vazgeçtiğim sırada farkettim ki ben gidiyorum... Harika bir duygu idi.

Tûba aniden fren yaptığı için, bir de ön frenleri sıktığı için, bisiklet şaha kalkıp üzerinden atmıştı onu. Bacakları çizik içinde kalmıştı. Ben de korktum, hiç freni ellemedim. Giderken ayaklarımı yere sürtüp yavaşlayıp, ''bam!'' diye atlayıp, yakalıyordum bisikleti. Kendime göre özel bir teknik geliştirmiştim yani! Yıllar yılı, fren kullanmaya da alıştım, dikkatli kullanmaya da... Ama hani o çıkmaz sokak yasağı vardı ya, onu aşamadım bir türlü. İnatçı mı inatçı çıktı bizimkiler. Kaçış da yok. Lastikleri indi mi, kim şişirecek? İkinci kattan aşağı kim indirecek? Kızdırmamak lazımdı ev ahalisini de. Çalışmaya başladığımda yeniledim bisikleti, eskisi yazlığa göç etti, sonra da annemin komplolarına kurban gitti. Yenisi ile istediğim gibi gezmeye başlamıştım ki, sokakta bir grup çocuk üzerime saldırıp almak istedi elimden, hızlıca bir manevra yapıp kaçtım ellerinden... Köpeklerdir, şudur budur derken, anladım ki gene en güvenli yer çıkmaz sokakmış ama ben çıkmalıymışım çooook önceden.



(Emmanuel College bisiklet park alanı)

Sonra bu ülkeye gelince, eşim sordu bisiklete binmeyi biliyor musun diye. ''Ohoooo...'' dedim, ''Tereciye tere satıyorsun sen!''. ''Yok ben burada öğrendim de!'' deyince şaşırdım. Çok güzel kullanıyordu çünkü.

Oxford, Cambridge gibi bir üniversite şehrinde yaşıyorsanız, hayatınız bisiklete bağlıdır. En kolay taşıt odur. Hem de doğa dostudur. Yakıt falan harcamazsınız. Bu sebepten pek çok firma tarafından önerilir, hatta çalışanlarına özellikle araba temin edercesine verilir. Park yeri bulma, kocaman paralar ödeme sorunu yoktur.

Eşimin şehirde kullanılabilecek türünden vardı bir tane. Geldiğimin ikinci haftası bana da dağcı olanından aldık. Çok tırmanırım ya! Ben istedim bir de özellikle. Çocukken bisikletin kaldırıma sürtmesinden, nefret ettiğimden herhalde.

Bir trafiğe çıktık ki, aman da aman! Bir kere trafik ters! Ben daha yeni gelmişim, alışamamışım. Sonra her yerde bisiklet yolu yok. Omuz başımda koca otobüs ya da kamyonlar... Ben stres! Yolları bilmediğimden eşim önde, ben arkada. Yok kollarla işaret vermek, yok özel alanda durmak... Bisiklete ilk bindiğimden beri hiç düşmemiş olan ben, bir de çamurları düşsün tekerleklerin diye özel bir alandan geçerken, takıl, düş!


Yok dedim, ben istemem, senin olsun, buyur, tepe tepe kullan. Bacaklarım sağ oldukça yürürüm. Yürüdüm de. Sokak sokak bütün şehri. Arabası olan arkadaşlara yol tarif edince şaşırıyorlardı. Ama ben sokak çıkar mı bilmem, yaya olarak geçebiliyorum diyordum. Takılıyordum.

Eşimin güzelim bisikleti, iş yerinin önünden çalındı. Güvenlik kameralarına, saatin geç olmamasına rağmen. Benimkine kaldı. Ben de yürüdüm...

Gel zaman, git zaman, eh artık benim de olsa mı bir tane şehir bisikleti demeye başladım. Eskisi de mızıkçılık ettiğinden, eşim ikimizin de kullanabileceği yeni bir tane aldı. Daha yeni, birkaç ay oldu, olmadı. Yavaş yavaş ona alışma turlarında idim ki, bu sabah kalktığımızda kendisini bulamadık! Yok! Hem de evin önünde, bisiklet bağlanan özel alanda yok! Dibimizden çalmışlar... Gündüz mü, gece mi bilmiyoruz. Gündüz nakış kursunda idim, eve geldiğimde yağmurdan zor attım kendimi içeri. Farkında değilim. Bütün gece bisikletin bağlı olduğu duvarın, iç tarafında örgü örüyordum. Çıt dese duyardım... Kısmetten çıkmış işte, yok...

Oturduğumuz yer komşunun komşuya gözcülük ettiği bir bölge, ''Neigbourhood Watch Area'' diyorlar burada. Doğrudan karşı komşuya koştum. İki hafta önce onların iki bisikleti birden çalınmış! Birileri buraları dolaşıyor herhalde dedi!

Şehre park edince çalınmasına alışığız, hatta güvenlik kameralarının önünden çalınmasına, nehre atılmalarına, sırf tekerleklerin bırakılmasına... Her türlüsünü gördük, duyduk, televizyonda izledik. Ama bu çok yakınımızda! Dibimizde, gözümüzün önünde! Çok sinir bir durum. Allah korusun, cana birşey gelmesin deyip teselli buluyorum da, hala hazmedemedim bu kadar yakından gidişine. Üstelik yeni yeni alışırken ona ve Pinokyo bisikletim gibi mavi rengine...

03 Mayıs 2007

Bahçeye Bakım Zamanı

Sevgili Ferhan sardunyalarının fotoğrafını bana hediye etmiş, çok teşekkür ediyorum. Bizlerden de sardunyalarımızın fotoğraflarını istemiş. Geçen sene alıp, güzel güzel çiçek açtıktan sonra kaderine terkettiğim sardunyam bana darılmış olduğundan, donlara da dayanamadığından, bu sene onu saksısında cansız bir halde buldum. Ne yaprağı vardı, ne de hayat belirtisi. Bu beni çok üzdü, kendime de çok kızdım.

Bu ülkeye gelinceye dek, çiçek bakımını, sudan başka birşey istemeyen, onu da ayda yılda bir versem bana darılmayan kaktüslerimden öteye pek götürememiştim. Ama gelin, görün ki, bu ülkede bahçe bakımı, çiçekler başlı başına bir sanayi ve ben de bu furyanın içine kendimi kaptırdım gidiyorum...

İlk başlarda bir apartman dairesinde yaşıyorduk. Bahçem olmayınca, iki uzun saksı ve bulabildiğim kadar derin kap kacağın içerisine lale soğanı ekmiştim. Hepsi de çıktılar çıkmasına ama küçücük alanlara dip dibe ektiğim için çiçek vermeye çalıştılarsa da başarılı olamadılar. Bende tümüyle bir hüzün... Üstelik o soğanları alınca, birkaç hafta buzdolabında bekletmiştim ki, ev şartlarında önce kışı, sonra da baharı yaşasınlar. Çünkü soğanların içinde biyolojik bir saat varmış ve o böyle zamanları bilirmiş! Kandırdık garibanları yani, ama onlar da çiçek açacak gibi yapıp, sonra açmayınca beni kandırmış oldular.

Sonunda bir de sinek basınca, benim gibi bu işe merak saran başka bir arkadaşımın bahçesine gitti benim saksılar. Orada da ne olduğunu keşfedemeğimiz bir yaratık tarafından yok edildi soğanlar! Bahçeli bir eve taşınınca, arkadaşım yeni aldığı hediye soğanlarla birlikte saksılarımı da geri getirdi. İçinde kalan sağ soğan var mı diye baktık. Bir iki tane bulup, yenileri ile birlikte onları bahçeye ektik... Bende bir heves, 3 ay gidip gelip baktım! Sonunda açtılar. 4 senedir de güzel güzel açıyorlar. Hem nergislerim hem de lalelerim...

Ev bizim olmayınca çok fazla yatırım yapamadık bahçeye, zaten geçen seneye kadar da pek yaz aylarını yaşayabildiğimiz söylenemez bahçede. Bol yağmurdan dışarı pek çıkma şansımız da olmuyordu.

Geldiğimiz ilk gün yukarıda gördüğünüz, ziyareti sırasında annemin bayıldığı naneler başlıca bitkimizdi bahçede.
Nanelerin binlerce çeşidi olduğunu, Türk nanesinin de bunlardan biri olduğunu biliyor muydunuz? Bizimkinin türü nedir bilmiyorum ama çok keskin bir kokusu var. Salatalarda kullanmaya bayılıyorum. Bizim bey de: ''Şehirde yetişen bitkileri kullanma, şehrin bütün isi pası üzerinde'' diyorsa da, dayanamayıp kullanıyorum, sakın söylemeyin!
Geçenlerde Aldi'ye uğradığımda, bir sürü bitkinin satışa konmuş olduğunu gördüm ama fiyatlarını bulamadım. Sonra dergisinden bulur alırım dedim. Aman ne büyük hata yapmışım! Fiyatları çok uygun olduğundan kapış kapış gitmiş. 4 defa üst üste gittiğim halde bulamadım. Çalışanlara, ''Ne zaman gelecek?'' diye sordum. ''Geliyor ve yaşlı bahçe meraklıları yüzünden anında bitiyor'' dedi biri. Ertesi gün, bir diğerine: ''Yeni mal saat kaçta geliyor?'' diye, daha akıllıca bir soru sormuş oldum. ''Öğlen saatlerinde gelirseniz bulursunuz'' dedi. Dün öğlen saatinde gidince yukarıdaki üzerinde ''Surfinia'' yazan çiçeği buldum ve hemen aldım. Petunyanın Amerika görmüşü imiş. Yani Amerika'daki doğal petunyalar ile Avrupa'dakileri çiftleştirip(biyolojide çaprazlamak diyorduk galiba) bu türü oluşturmuşlar. Bütün yaz dönemi boyunca açma kabiliyeti varmış.
Esas aklımda kalan da bu begonyalardı. Bahçelerin önünden geçerken hep görüyordum. Önce mini mini ekiyorlardı bunları, şirin şirin çiçek açıyorlardı. Sonra büyüyüp bütün yaz boyunca her yanları çiçek dolu olarak harika duruyorlardı. 4. günün sonunda nihayet kavuştum kendilerine. Karma renkli olanı seçtim, bakalım yaşatabilecek miyim?
Geçen sene ev sahibimiz evini kontrole geldiğinde; ''Asmadan yaprak kopartıp yiyebilirsiniz'' dedi! Ben de içimden lütfettin diye düşündüm! Üzümü pek olmayan, ama yaz boyunca şımarık bir şekilde dünyayı saran bir asma var bahçede. Ev sahibimizin erkek kardeşi dikmiş! Aynı zamanda oturulan bölümü, yeşil alandan ayırıyor, böylece diğer evlerin ikinci katlarından(daha yüksek bina yok zaten çevrede) sizi göremiyorlar. Çit niyetine asma yani! Hem yeşil, hem de ayrıyor alanı. Aslında geneli böyle ülkenin, tarlaları çitler, dikenli teller değil, bodur bitkiler ayırıyor birbirinden. Ama ne hikmetse bahçelerde tahta paravanlar var!
Bu çıtır çiçekler çileğimize ait. Evimizin pek çok çiçeği gibi o da arkadaşımın hediyesi. Dağ çileği imiş. Özellikle saksıya ektim, çünkü çilekler olgunlaşmaya başladığında, onları kuşlardan korumam gerekecek. Hediye eden arkadaşım önceki senelerde bahçeye ekmiş, gözü gibi bakmış, çileklerin olgunlaştığı gün de kuşlara kaptırmıştı. Üstelik hainler gagalayıp gagalayıp bırakmış, boşu boşuna mundar etmişlerdi güzelim çilekleri.
Yukarıdaki hercai menekşe bu seneki Aldi ziyaretlerimin sorumlusudur, fişlene! Geçtiğimiz hafta çeşit çeşit görüp almak istemiştim. Birini eve taşıyabildim sadece. Eşimin izin gününü bekledim taşımak için. Gittiğimizde hiç kalmamıştı! Onun hırsına aldım begonyaları...
Hercaileri arama operasyonu sırasında küpe çiçeğine rastladık arkadaşımla bahçe malzemeleri satan çok büyük bir yerde. Katmerlisini ne zamandır istiyordum... Ekip de sulayınca, iki kat boy attı. Kışa da dayanacakmış, bakalım, yaşayacağız ve göreceğiz... Arkasında görünen de açelya ama onun pek keyfi yok. Ya aldığımızda ölüme meyletmişti ya da yerini sevmedi!
Çuha çiçekleri kendiliğinden çıktılar. Ben de çok mutlu oldum ama onların yüzünden o bölgenin çimlerini biçemez olduk!
Bu gördüğünüz çiçek, pek benzemiyor çiçeğe ama, ahududuna ait. Geçen yaz bol bol meyve verip beni mutlu eden ahududuna... Bu seneki çiçeklerine bakılırsa daha da mutlu edeceğe benzer!
Bu da kendiliğinden çıkan, öbek öbek bahçeyi kaplayan kır menekşeleri. Aslında yabani ot diye temizleyip atmam lazım ama kıyamadım.
Unutma beni çiçekleri tam bir bahar havası estiriyor.
Komşumuzun bahçesinden bizimkine göç etmeye çalışan fındık! Onun yüzünden elma ağacımız göğe yükselmeye karar vermiş. Enine tek bir dal bile uzatamıyor. Bu zararının yanında, verdiği fındıkların içi boş olmasa da kendini affettirebilse...

Velhasıl kelam ben bu aralar ortalarda yoksam, bilin ki bahçedeyim!