28 Aralık 2007

Cumartesi Gününden...

Christmas, yeni yıla giriş derken gene sokaklar, dükkanlar süslenip püslendi. Dönemlik kıyafetlerini giydiler diyelim ya da... İlk geldiğim yıl nedense bana daha heybetli, daha süslü, daha gösterişli gelen bu dönemlik kıyafet, son yıllarda o eski heybetini kaybetti. Hatta aynı kıyafetler, değiştirilmeden dönüp, dolaşıp giydirilir oldu sokaklara, binalara... Bilmem ben alıştım, bilmem hazırlayanların cimrilikleri tuttu. Şehir merkezindeki kocaman ağaç git gide kısalıyor her yıl örneğin. Işıkları, süsleri azalıyor. Geçen sene Grafton Center'daki(Cambridge'deki büyük, kapalı alış-veriş merkezi) hareketli süslerin üzerinde, zarar verildiği için, hareketlerinin durdurulduğu yazılmıştı.

Biliyorsunuz geçen sene eşim ile sokakta gezinirken bizim mahyaların, şimdilerin sokak süsleri, ışıkları olduğunu düşünmüştük ve
bununla ilgili bir yazı yazmıştım o zamanlar. Hala aynı düşüncedeyim. Nerede bizim gecede iki defa yazı değiştiren mahya ustaları, dedirtiyor şehrin giydiği kıyafet.

Hal böyle olunca, ben de malum tatil boyunca soğuk yüzünden genelde evde kapalı kalınca, goncam da tatile çıkınca, eh bir de üzerine Bayram geldiği halde biz yad ellerde kalınca, haydi bir değişiklik olsun Londra'ya şehrin kıyafetini görmeye gidelim dedim.

Şehrin, dedim demesine de benim esas merak ettiğim Fotnum and Mason'ın kıyafeti idi. Her sene, sıradanlığa meydan okuyarak o kadar güzel süsler buluyorlar ki... Eh konu yiyecek olunca, benim de, goncamın da hayır diyemeyeceği, bam teli durumu vuku buldu ve ilk durak Fortnum and Mason oldu. Fotoğraf makinama geniş açılı mercek takılamağı için vitrinin tümünün fotoğrafını çekemedim. Ama zaten cam parlayacağı için, makinayı cama dayayarak, ancak yukarıdaki kareleri çekebildim.
Fortnum and Mason, 300 yıllık bir mağaza. İlk olarak Hugh Mason tarafından, 1705'te evinin boş odasından, hizmet vermeye başlamış. Fotnum ailesinin şehre gelişi ve soyluların daha sonra da orta hallilerin ihtiyaçlarının artması nedeni ile de gün gün büyümüş. Detayları söylemeyeyim, siz mağazanın web sitesinden okuyun daha iyi. Çünkü oldukça ilginç bir hikayesi var. Ticaretin, İngiliz ekonomisindeki önemini, aç kalmak için beslenmenin dışında, lükse, lüks tüketim malzemelerine düşkünlüğü, değişik gıdaları bulmak için neler yapıldığını, tarihçe ile çok iyi anlayabilirsiniz. Kraliçeye, mum satmakla başlayan serüvenin, 300 yıllık tarihini okuyabilirsiniz. Bununla birlikte gün gün, dönem dönem yiyecek alışkanlıklarının değişimini ve mağazanın çağa ayak uyduruşunu görebilir, ortaklığın gerçek anlamını bulabilirsiniz bu mağaza ile.
İçinde neler mi var? Ne siz sorun, ne de ben söyleyeyim. O kadar çok çeşit yiyecek, o kadar değişik ürün var ki... Muhteşem gıda ürünlerinin yanında, bir o kadar da ilginç, tuhaf, benim için tiksindirici, meraklısı için eğlendirici ürünler... Barbekü tadındaki kurt krakerleri mesela yukarıdaki fotoğraf. Aşağıda da içinde akrep olan votka var!


Binbir çeşit çay, binbir çeşit kahve var. Hem çok modern, hem çok İngiliz geleneklerine, dükkanın ilk açıldığı zamanlara uygun sunumlar... Çalışanların kıyafetleri örneğin... İçeride bir sürü frak giymiş çalışanın yanında, bir o kadar da takım elbise giymiş çalışan bulunmaktaydı... Kıdem ve görevlere göre kıyafetler de değişim gösteriyordu herhalde.


Yiyecek dışında, yeni bölümler 1925 yılında açılmış. 1964'te de meşhur saatine kavuşmuş mağaza. İçindeki yemek yenen alanlarda tiyatro eşliğinde yemek yemek bile mümkünmüş. Maliyeti de 57.50 poundmuş.
Yiyecekler arasında kocaman gözleri ile bakan istakoza çok acıdım. Sıcak suya, canlı canlı atılarak pişirilen zavallıcık, kendisini alacak müşteriyi, elleri, kolları bağlanmış halde, ancak gözlerini oynatarak, almayın beni diye diye bekliyordu. Tam karşısında da devekuşu yumurtaları ona bakıyordu. Dedim ya ilginç bir mağaza bu Fortnum and Mason.
Bir ara, iki orta yaşlı teyzenin, Türkçe konuştuklarını farkettik. Havyar kaşıklarını, zeytin kaşığı yapmaya karar vermişler, İsviçre'de gördüklerinin mi, yoksa burada gördüklerinin mi daha güzel olduğunu, kendi aralarında tartışıyorlardı. Daha doğrusu, biri bilmiş bilmiş bunu şurada şöyle kullanacaksın diye, diğerine anlatıyordu. Öbürü de saf saf dinliyordu. Sonunda görevliye danışıp, soru sordukları anda, bizi gülme tuttuğundan oradan uzaklaşmak zorunda kaldık.(Çok bilen teyzenin İngilizcesi ile bilmişliği birbirini tutmuyordu da... Bilmişlik bilememişlik durumu tezat geldi bize. Yoksa bilmek zorunda değil!)

Benim gözüm, onca şeyin arasında yukarıdaki sabunlarda kaldı. Sadece süs olarak durup, belli bir süre sonra tozlanıp perişan olabilecek bir şeyin fiyatını da kocaman bulunca fotoğrafını çekmek bana yetti. Gayet güzel süslenmiş olduklarını kabul ediyorum!
Biz yiyeceklerden yana oy kullandık ve yulaflı kurabiyeler ile Fransız badem ezmesine benzer bir tatlı ile saatler sonra Fortnum and Mason'dan çıkabildik! Nerede ise bütün günü orada geçirdik diyebilirim.
Son dönemde, 40 yamaya merak sardığımdan, bununla ilgili de bir kursa başladığımdan, 40 yama kumaşları ile ünlü Liberty'e uğramamak olmazdı. Liberty, sadece 40 yama kumaşları ile ünlü değil elbet. O da köklü bir tarihe sahip! 1875'te, Arthur Lasenby Liberty tarafından kurulmuş. Ev dekorasyonu, döşemelik kumaşlarla başlamış Bay Liberty işe. Onları, Uzak Doğu'dan özellikle de Japonya'dan getirtince, herkesin ilgisini çekmiş. Yeni bir moda başlatmış.
1884'te giyim bölümü Edward William Godwin tarafından kurulmuş. Dönemin gözde mimarlarından olan Godwin, aynı zamanda Costume Society'nin de kurucularındanmış.

Yukarıda gördüğünüz bina 1920'lerde bitmiş. Kurucusu, kendi evinize girermiş gibi içine girmenizi, odalarda dolaşmanızı istemiş ve bina ona göre tasarlanmış. Ancak binanın bitimini kendisi görememiş.

Hem döşemelik kumaşlar, hem de giyimde kullanılan kumaşlar mağazanın simgesi haline gelmişler. Bugün ne buldun? diye sorarsanız, bana çok sıradan geldiler... Desenleri, mağazanın simgesi durumuna gelmiş olabilir ama metresi 20 pounddan 75 pounda kadar değişen kumaşlarda, çok fazla bir özellik göremedim. Türkiye'deki döşemelik, perdelik kumaşların Liberty'dekilerden çok daha güzel olduğunu söyleyebilirim. Fortnum and Mason'dan farklı olarak Liberty sadece adını ve binasını korumuş göründü gözüme. Özelliklerini yitirmiş sanki...

Geri kalan zamanımızda biraz alış veriş yaptık. Defne'den kış için özel bir eğlence hazırlandığını duyan, göreceğim diye tutturan ama şaşkınlık edip, parkın adını yanlış hatırlayan ben, goncamı deli ettim! Ne söylese haklı adamcağız! Issız, karanlık parklarda dolanıp, çok şükür başımıza bir hal gelmeden ve de Winter Wonderland'ı göremeden eve döndük. Neeee işim vardı St James's Park'ta. Burnumuzun dibindeki Hyde Park dururken! Aman St James's derken sondaki ''s'' harfini unutmayın! Tube Station'daki, yani metro istasyonundaki teyze özellikle üzerine basa basa düzeltti beni. Ben ''s'' den geçmiş, Winter Wonderland derdine düşmüş idim oysa ki!(Eh belki bizim çok bilmiş teyzeye güldüğümüz gibi, o da bana gülmüştür. Ne demişler, gülme komşuna gelir başına...)

Defne eve yerleşme derdinden vakit bulabilir de, Winter Wonderland'a giderse orayı onun fotoğrafları eşliğinde görür, yazılarında detayları okuruz belki...

20 Aralık 2007

İyi Bayramlar


Geçen akşam çektiğim fotoğrafları düzenlerken Ely'de çektiğim bu fotoğrafı gördüm ve beni alıp götürdü başka zamanlara...
İngilizler'in sınıf ayrımını yaşadıkları(hala var ya neyse), fakirin çok fakir, zenginin çok zengin olduğu günlere...

Televizyonda balıkçı kulübelerini göstermişti bir seferinde. 8 çocuklu balıkçı ailesi tek göz bir odanın içinde yaşarlarmış. Kulübe, o oda sadece... Kocaman bir şömine varmış, yemek orada pişermiş, evi o ısıtırmış. Yıkanacak olan onun önünde yıkanırmış. Tuvaletini yapacak olan oturakla gene aynı yerde... Ondan başka bir de avlanan balıklar odanın orta yerine dökülür, temizlenip yıkanırmış(nedense??) Balıkçı ailelerinde sadece balık avlayanlar değil, bütün aile balık kokarmış bu sebepten. Anlatanın yalancısıyım...

Eski şirketimdeki müdürüm Angela'nın Külleri'nden bahsetmişti. Ben de DVD'sini bulup almıştım. Seyrederken de içim kasılmıştı. Fakirliğe, üzüntülere, acılara... O da gene bu tarz bir evde çekilmişti. Onu da hatırladım birden bire...

Sonra İstanbul'da çalışırken Ramazan ayında seyrettiğim başka bir program geldi aklıma. Yaşlı bir dedecik, fakir, parasız, aç... Kilometrelerce yolu yürüyüp, kuyrukta bekleyip aşevinden yemek alıyordu. İçime oturmuştu gene...

Dün dışarı çıktım. Heryer rengarenk, süslü püslü... Ağaçlar katledilmiş, camların önüne oturtulmuş, gerekli gereksiz hediyeler altına dizilmiş. İnsanlar deli gibi iki tarafa koşturup çarşamba günü için hediye alma telaşında.

Sonra iki bayramı kıyasladım kafamda.

Birinde, bir canlıyı yok etmek var evet, ama o canlı, birisinin karnını doyuracak. Seçimi et yemekten yana olan, onu yemeği özleyen ama asla gücü yetmeyen birisinin protein ihtiyacını karşılayacak. Bazen bir yetimin, bazen bir öksüzün, bazen bir yaşlının, bazen bir dulun... Sonuçta yardıma muhtaç birinin boğazından içeri girecek.
Bayram harçlıkları ve çocukların istediklerini alabilmeleri için bunları biriktirmeleri geldi aklıma... Bir şeyi kazanmak, biriktirmek, tasarrufu öğrenmek, bütçe yapmayı öğrenme zevkini tadmaları ile birkte gözlerindeki o pırıltıyı düşündüm.
Bayram sofralarını düşündüm... Ailelerin toplandığı, şen kahkaların atıldığı, baklava,böreklerin açıldığı, her kutlamaya gelenle paylaşıldığı...
Unutulan geçmişimizle kurulan köprüyü düşündüm mezar ziyaretleri ile. Dünyadaki günlerimizin önemini bir kez daha anlayalım diye. Ölmüşlerimiz unutulmasın diye...

Sonra buradakilerin bayramını düşündüm... Burada da gene bir canlı yok ediliyor(ağaç) ama bu sefer sonradan çocuğuna eğlence olsun diye bir adamın çıkarttığı olayı adet haline getirmelerini düşündüm... Sadece bir zevk için katledilen güzelim ağaçları düşündüm... Evde süs olsun, birkaç gün dursun sonra atılıp gitsin, bir daha hatırlanmasın diye kaç senede büyüdüler kim bilir? Üstelik dinen de gerekli olmamasına rağmen yok olup gidişini... Hediyelerin süsünü püsünü düşündüm, ihtiyaç olsun olmasın alınan hediyeleri düşündüm, ekonomide para dönsün diye akıl edilmelerine yandım... Güzel yanları da var belki... Bir çocuk seviniyor, aile büyükleri o günde ziyaret ediliyor, akrabalar birbirini görüyor. Kışın ortasında üşümüş insanlar da olsa bir kıpırtı, bir canlılık oluyor çarşıda, pazarda. Hediyelerin üretilmesi, satılması için emeği geçen insanlara aş oluyor evlerinde dedim, pozitif bak bir de olaya...
Sonra bizi düşündüm. İki kutlanan bayram arasında hangisini kutlayacağını bilip, uzaklardan hatırladıkları ile, arayanlarla mutlu olan...

İyi bayramlar dilemek istedim hepinize... Hangi dinden, hangi renkten, hangi ırktan olursanız olun... Sevdiklerinizle, sağlıkla, mutluluklarla dolu iyi bayramlar hem de...

Unutulanları hatırlayacağınız, yardıma ihtiyacı olanların yardımına koşacağınız, yaşlıları yalnız bırakmayacağınız, çocukların yüzünü güldüreceğiniz, tanısanız da tanımasanız da herkesi kucaklayıp İYİ BAYRAMLAR diyeceğiniz İYİ BAYRAMLAR dilemek istedim sevgiyle...

06 Aralık 2007

Ayşem'in Dükkanı ve Şeker Kurabiyeler

Hazır İstanbul'da yaptıklarımdan bahsetmişken, dünyalar tatlısı Ayşem ile nihayet yüzyüze tanıştığımı, onun Tükkan diye bahsettiği dükkanını ziyaret etme şerefine nail olduğumu söylemeden geçersem olmaz!

Türkiye'de, hele İstanbul'da olanlar zaten çoktan ziyaret etmişler bile. Birbirinden güzel ürünlerden almışlar, Ayşem'den tarifleri öğrenmişler, dizi dizi güzellikleri yapıp sayfalarında yayımlamışlar bile. Baktıkça derin derin iç geçiriyordum.

Benim gittiğim gün Ayşem'de bir telaşedir gidiyordu. Can Bebek'i bekliyorduk sabırsızlıkla. Ayşem ve arkadaşı onun için hazırlık yapmışlardı. Tek tek, özenle hazırlanmış kurabiyeler poşetlere geçirilmiş, nazar boncuklanmış, içine konulacakları sepet hazırlanıyordu. Can Bebek'in doğduğu hastahane odasına gidecek, Ayşem'den Pınar'a sürpriz hediye olacaklardı.

Sepete bizim de ucundan, hatta tam köşeciğinden elimiz değmiş oldu. Süs bebekleri seçip yapıştırdık.

Böylece Ayşem gene ne kadar zevkli ve de becerikli olduğunu göstermiş oldu. O gün içimi kaplayan sıkıntılı bir haberi de atlatmamda farkında olmadan inanılmaz yardımcı oldu. Sağolasın Ayşem... Çektiğin fotoğraflar ne oldu diyordun, bilmem sevdin mi bunları ama ilk karedeki komşu teyzenin çamaşırları için her ne kadar bizden onlar da bizim süsümüz desen de ben biraz oynadım fotoğrafla...

Ayşem'in Bake Shop'una henüz yolu düşüp, uğramama yanılgısında bulunanlar varsa çok şey kaçırıyorlar söyleyeyim. Biz oradan kalıplar edindik cici cici. Renkli şeker hamurlarına ne kadar karşı olduğumu yazdığım yorumlardan herkes biliyordur. Şu çağın meşhur, dermansız hastalığı yüzünden en sevdiklerimi kaybettim ben. O yüzden de bu tarz yapay şeylere çok karşıyım. Bu duruma da
Miss Çilek derman oldu sağolsun. Doğal malzeme ile güzel renkler elde edebileceğimizi gösterdi bize.

Veee bunlar da acemi acemi benim denemelerim. Bebekli olanı yapamam sanıyordum. Kolu bacağı elimde kalır diye almamıştım hatta. Ayşem son dakika bir punduna getirip elime hediye diye sıkıştırarak beni mahçup etmişti. Ama en çok bebişliyi sevdim ben. Pek de kolay oldu kullanması.


Tarif elbette ki Peçete'den Notlar'dan. Şeker Kurabiyeler... Hani derler ya ilk görüşte aşk diye, benim için şeker kurabiyeler de öyle bir durum. Kurabiye Etkinliği'ne katılan diğer arkadaşlar lütfen alınmasınlar ama benim için kesinlikle ve kesinlikle etkinliğin birincisi ŞEKER KURABİYELER. Hayatımda gördüğüm en zarif, en endamlı kurabiyelerdi kendileri...

Bu hafta içinde de görür görmez Burçin'in kurabiyelerine vuruldum... Hem fotoğrafını da nefis çekmiş. Ama herşeyden önemlisi harika kurabiyeler yapmış. Azmine hayranım Burçin. Böyle birbirinden güzel şeyler görünce, etkinliğe katılmak istiyorum ama benimkiler onların yanında çok fasa fiso şeyler kalıyor, o yüzden oturup anca bakıyorum...

Karınca kararınca, acemice bizden de bu kurabiyeler çıktı işte... İlk deneme. Gerisi gelir mi bilmem, çünkü üç gün uğraştırdı beni. Bir gün kurabiyeler yapıldı. Benim gonca yemesin diye köşe bucak saklandı. İkinci gün üzerinin şeker hamuru arandı. Katkısız olanı, otçul(vegeterian) malzemeden yapılmış olanı bulundu. Üçüncü gün de süslenmeye çalışıldı ama tüpten sıkma işi yüzünden -eğri büğrü şekillerden anlaşılacağı üzere- parmaklar heba edildi. Ortaya da bu kurabiyeler çıktı. Sakın Christmas kurabiyeleri mi, demeyin olur mu? Zira değiller, siz Christmas'ı nasıl kutluyorsunuz diyenlere sinir olup, biz kutlamıyoruz diyorum. Sebebi bizim de Bayramlarımız var ama kimse bizi kutlamıyor, ben başka adetleri alıp uygulamaktansa kendimizinkilere sahip çıkmaktan yanayım! Bu kurabiyeler de sadece kalıpları denemek içindi, fırsat bulmam bu kadar zaman aldı, misafirlerimiz içindi ve yenip bittiler...

Herbirinizden hergün yeni birşeyler öğreniyorum, yeni yeni güzellikleri paylaşıyoruz. Teşekkürler arkadaşlar, iyi ki varsınız...

Ayşem'ciğim Cambridge ahalisi senden kuzucuklu kurabiye kalıbı beklemekte. Yurtdışı siparişler de alıyorsunuz değil mi? Kurban Bayramı kurabiyeleri var planda...

Sevgi ile...

30 Kasım 2007

İstanbul'dan İnekler Geçti...


Sessiz, sedasız, renkli, hoş bir şekilde İstanbul'dan inekler geçti...


Tatile gittiğimde bazıları ile tanıştım, sizlere selam söylediler.


Ne demiştik ağustos ayında ''Çatılarda, yollarda adamlar var!'' Londra'da... O zaman merakla inekleri görmeyi diliyorduk. Dileğimiz gerçekleşti, gördük.

Onlar da dizi dizi hazırlanmışlar, süslenip püslenmişler gittiğimizde. Pek sevdim...

Teşhir süreleri dolunca, 24 Kasım'da müzayedeye çıkmışlar, ama yeni sahipleri kim öğrenemedim, çünkü web siteleri güncellenmemiş. Kimbilir belki de bilinmesin istediler...

Uzun metrajlı, animasyon film yapılacakmış haklarında. Konusu yavru ineğin gizli yolculuğu ve bunu gerçeğe dönüştürme cesareti olacakmış. Mesajı da ''Kendine inan, başkalarının da kendilerine inanmaları için esin kaynağı ol!'' imiş.

Ayrıca 2008'de yaz olimpiyatları ile birlikte Beijing'de binden fazla inek gezinecekmiş. Yolu o taraflara düşenlere duyurulur. Biz herhalde o kadar uzaklara gidemeyiz, ama belli mi olur, kısmet...


Gördüklerimin arasında en çok bilgisayarlarla haşır neşir olan bana uydu. Ama Defne, fotoğraf çeken bir inek gördüğünden bahsetmişti Nişantaşı civarında, o da gidip onun fotoğrafını çekecekti neler oldu bilmem... Mola dedi, sesi sedası çıkmamakta. Çekebilse ve ben de görebilseydim herhalde en çok onu severdim. Gerçi o da paparazziyi temsil ediyormuş ama siz fotoğraf çekenleri temsil ettiğini düşünün, paparazzileri boşverin.



Renkli, şenlikli, güzel, yakışıklı, endamlı, süslü püslü, düşündürücü, inaçlı, bilimsel, acıktırcı, tılsımlı, masalsı.... inekler geçti İstanbul'dan! Sonsuz hayal gücünün ürünü...


Nice böyle renkli etkinliklerin güzelim kentime renk katması, halkının da gereken değeri vermesi dileğiyle...

19 Kasım 2007

Türk Malı Kullanmalı

Neler kutlandı İngiltere'de son zamanlarda diye sorarsanız ve yaklaşık bir aylık özet yaparsak: Hasat Bayramı yapıldı.Cadılar Bayramı'nı kutladı buralılar. Sonra Guy Fawkes'u andık geceleri şenlendirerek. Ardından geçen hafta ''Pudsey Bear'' yardıma muhtaç çocuklar için yardım topladı.

Ben neler yaptım derseniz de, yola ve çağın gerisinde yöntemlerle çalışmaya çalışan firmama dayanamayarak işten ayrıldım. Eski düzenime dönmeye çalışırken gribin hain pençesine yakalandım, burnumu ve gözlerimi elinden kurtarmaya çalışıyorum. O ise ciğerlerimi ele geçirme savaşında!

Benim verdiğim Türk Elişi kursundaki Japon teyze zencefil kökü çayı önerdi. Goncam bana sattığı gripten kurtulmam için elleri ile yaptı ama içene ödül vermek lazım! Yakıcı mı yakıcı...

Yapmak için zencefil kökünden bir parça alıyorsunuz. Kabuğunu soyuyorsunuz ve rendeleyerek suda 5-10 dakika kaynatıyorsunuz. İçine limon, bal ilave ederek içmeye çalışıyorsunuz. Dün gece ben can havliyle ve de burnumun tıkalı olması nedeniyle yarım çalışan tad duyum sayesinde içmeyi başardım. Eşim gecenin ilerleyen saatlerinde ''Bu zıkkım nasıl içilir. Acaba yanlış birşeyler mi yaptık?'' diye diye evin içinde geziniyordu. Sonra baktım o da bitirmiş.

Bugün yatmaktan her yanım ağrıyarak, canım da sıkılarak, gözlerimi sile sile geçtim bilgisayarın başına. Size söz vermiştim. Yazmam lazımdı.

Hani bir zamanlar okullarda ''YERLİ MALLARI HAFTASI'' kutlardık ya, o çok ama çok önemliymiş meğer. Şimdi anlıyorum. O zamanlar komik gelirdi bize. Yemiştir, meyvedir götürüp okula bir güzel yerdik. Ama o değilmiş sadece meğer. Hakikaten yerli malı kullanmak gerekliymiş. Geçtiğimiz yaz, etamin kumaş alayım dedim. Benim bildiğim üç çeşit etamin kumaş vardı. Karelerinin büyüklüğüne göre, iri, orta, küçük diye adlandırılırdı. Eh ortaokulda el-işi dersinde az uğraşmadık onunla. Kumaşçıya gittim; ''Orta etamin var mı?'' diye sordum, adamcağız uzaydan inmişim gibi baktı suratıma. Uzun süredir etamin yok hanımefendi dedi. Şaşırdım. Denemediğim kumaşçı kalmadı. Hatta tatil için gittiğim küçük şehirlerde el-işi yapanlar vardır, o yüzden bulunur diye düşündüm ama yanılmışım. Sonuçta en azından açıklama geldi o şehirlerden. Ben çeşit konusunda yanılmıyormuşum, evet o çeşitler eskiden mevcutmuş ama kullanılmaya kullanılmaya, talep olmadığından kalkmış. Eskiden Bursa'da fabrikası varmış etamin üreten ama şimdilerde üretilmiyormuş. Bazen Bulgaristan'dan gelenler bavullarında getiriyorlarmış. Azıcık iri etamin varmış ellerinde, seccade işlemek isteyenler arada soruyormuş çünkü.

Eh az Sümerbank tesisi kapanmadı koca Türkiye'de... Hem de ne güzel tesisler...



Sonra pazara gittim, aaa ne göreyim, bizim dolmalık biberlerin yerinde bu ülkede gıcık olduğum kafa büyüklüğünde kocaman kırmızı, sarı, yeşil biberler... Kabaklara el atıyorum, aaa tombik tombik acayip bir kabak bizim sakız kabaklarının yerinde.

''Nerde bizim biberler, kabaklar?'' diyorum
''Eh bu aralar bunlardan geliyor abla'' diyor satıcı.
''Ay siz bunlara rağbet etmeyin, alıp getirmeyin bile!'' diyorum.
''Olur mu abla, bunlar çok satılıyor, alıcısı çok diyor'' satıcı.

Çıldırmak işten değil. Ben devamlı gidip, geliyorum Türkiye'ye 5 senede neler olmuş? Ben neden farkedememişim?
Sonra aklıma burada aldığımız her ürünün üzerinde gördüğüm işaretler geliyor.
İnsanların nasıl birbirini teşvik ettiği geliyor. Katıldığım nakış kursunda teyzeler birbirlerini uyarıyorlardı. Beni de. Yerel üreticiler zarar etmesin diye özellikle süt ve süt ürünlerinde üzerinde ''British'' yazanları alın diyorlardı. Ucuza ürün satan süpermarketler Hollanda'dan ucuza alıyor, bizim üreticilerimiz zarar ediyor diyorlardı.

En son aldığım şeker hamuru kesme kalıbında da ''İngiliz Malı Al'' yazısını görünce dayanamadım, yazmak istedim. Kararı artık siz verin. Konuyla ilgili
BBC'ye ait yazı burada.

Patatesinden, havucuna, elmasına, sütünden, peynirine, etine, hediyelik eşyasına, bisikletine, futbol takımına.... Bu ülke mallarına sahip çıkıyor, üstelik kimse de onlara şuncu buncu damgası vurmuyor ya biz? Biz başaramaz mıyız?

28 Ekim 2007

Neden kendi dilimizi kullanmalıyız ve dilimizi yabancı sözcüklerden arındırmalıyız?


Cumhuriyet Bayramımız hepimize kutlu olsun! Nice coşkulu bayramlara hep birlikte ulaşmak dileği ile...

Sonbahar yaprakları gibi dökülen sevdiklerimiz, tek tek vahşice alınan canlar, yurdum insanının çoğunluğunun istemediği ama bir şekilde istiyormuş gibi gösterildiği olaylar. İzinden asla dönmeyeceğim, döndüremeyecekleri Atatürk'ümün içini sızlatacak sözler...

Bardağı taşıran damlalar gibi görünse de, şu an hepimizin birlik olma zamanı. Hepimizin tek bir ağızdan, tek bir gövdeden haykırma, kalkan oluşturma zamanı.

Birlik olmamız için, aynı hedefte birleşme zamanı.

Aynı hedefi belirleyebilmek için de, aynı dili konuşma zamanı!

Bu durumu, yıllardır bizlere anlatmaya çalışan biri var. Örneklerle, yaşadığı olaylarla, şahsen tanıdığı kişilerden alıntılarla, geleceğe ışık tutacak sözleri ile... Eylül ayında
Tûba bahsetti kendisinden. Ben de tekrar, onun adı üzerine yazılmış ''Hedef Türkiye'' kitabından ve yazdıklarından bahsetmek, daha doğrusu net bir şekilde anlatabilmek için, alıntı yapmak istiyorum.

Saygı duyduğum, şahsen tanıma şerefine ulaşamadığım ama tanışmayı dilediğim sayın Oktay Sinanoğlu'ndan bahsediyorum.

Kendisi 26 yaşından beri profesör. Uzmanlık alanı kimya. Buluşları var. İki kez Nobel'e aday gösterilmiş. 1935 doğumlu. Konsolos olan babasının görev yeri İtalya'nın Bari şehrinde doğmuş. Kendisi özellikle altını çizerek, ''Orası, kanunlar gereği Türkiye toprağı idi'' diyormuş. Esin Avşar'ın ağabeyi. Bilimle uğraşmasının yanında, yaşadığımız olaylara ışık tutacak, pek çok savı var. Aralarında en sevdiğim Oxford Üniversite'sinin yerleşim planının, Selçuklu medreselerinden alınmış olduğu iddiası. Hatta şu anda Oxford ve Cambridge Üniversiteleri'ndeki cübbelerin de medreselerdeki hocaların cübbelerinden esinlenerek yapıldığını söylüyor. Araştırmasını sizlere bırakarak, ''Hedef Türkiye'' (Otopsi Yayımevi) kitabının 93 - 97 sayfalarında alıntı yapıyorum:

Türkçe Giderse Türkiye Gider!

Nerede görülmüş ki, bir milletin insanları 100 yıl önce, hatta 50 yıl önce yazılanları anlamasın?

Nerede görülmüş ki, insanların kullandıkları kelimelerin(sözcük de desen olur. O da Türkçe.) cinsine göre siyasi tavırları, bağlantıları, hatta dine karşı tutumları belirlensin? Olmaz! Böyle garabetlere Türkiye'den başka bir yerde rastlamak mümkün değil!

Türkçe'nin başına gelenler, hızla gelmekte, getirilmekte olanlar, aynı zamanda Türk milletine neler yapılmış olduğunun, Türkiye'nin başına da neler gelebileceğinin birer açık seçik göstergesi. Onun için kendisini Türk sayan, bu kültürün mensubu olan, içinde hâlâ gerçek vatan, millet sevgisi olan herkesin artık pürdikkat kesilmesi, ufak tefek ayrı-gayrılıkları bırakıp, birkaç ana hedef konusunda birleşmesi gerekiyor. En önemli hedef, birinci kurtuluş cephesi, Türkçe. Neden mi? Unutmayalım:

Türkiyenin kurtuluşu, Türkçe'nin kurtuluşuna bağlıdır. Türkçe giderse, ne Türkiye kalır, ne Türk Dünyası, ne de Türk( yâni Türk kültürüne mensup olanlar)

Türkçe'nin başına gelenler

Bir dilin yaşayabilmesinin ilk şartı, eğitim dilinin tümüyle o dilden olması. Onun içindir ki, sömürgeleşmemiş her ülkede eğitim dilinin resmî dilden başka bir dilde olması ülke anayasasına aykırıdır. O kadar ki, Avusturya gibi ülkelerde yabancı öğrencilerin bile, başka dilden eğitim görmeleri yasalara aykırı. Hele yabancı dilden eğitim anaokuluna kadar inerse o ülkenin dili bir iki nesil sonra toptan yokoluyor. İşte İngilizler bunu İrlanda'ya yaptı. Ama o zaman İrlanda, İngilizler'in İrlandalılar'a yaptığı envai çeşit zulümlerle tuzlanmış bir işgal altındaydı. Fransızlar da, Osmanlı Türk devletinden koparttıkları Müslüman Kuzey Afrika ülkelerine aynı siyaseti güttüler. Zulümler hala devam ediyor( kullanılan el altı yöntemlerine iyi bakmak lazım.) Oralarda pek Arapça kalmamış. Bunun arkasında, Roma İmparatorluğu'nun eskiden Hristiyanlaşmış eyaletlerini Müslümanlık'tan sıyırıp yeniden Hristiyanlaştırmak yatıyor.

Dil ve din yokedilirken bir yandan da Müslüman yer isimleri hep Hristiyan Roma dönemi adlarına dönüştürülüyor.(Acaba bizim gençlerden artık kaçı ''Libya'nın Osmanlı ''Fizan''ı olduğunu biliyorlar; ya ''Tripoli''nin ''Trablus Garp'' olduğunu? Çok uzaklara gitmeye gerek yok: ''Göreme'', ''Kapadokya''(hatta ''Cappadocia'') olmadı mı? Behramkale resmen ''Assos'', daha önceleri ''Reşadiye'' olan yer şimdi ''Datça'' değil mi? Hatırlayan kim? Hadi bunları da bırakın: TCDD, Haydarpaşa Garı'na öyle bir ''Türkiye'' haritası asmış ki-çoktandır orada-her köyün, her derenin adı bile Yunanca/Latince! Geçenlerde THY'nin ''Skylife'' dergisinde de benzeri bir harita gördüm.)

Türkiye'de İngilizce eğitim dilli ilk Türk okulunun Türk Eğitim Derneği'nin Yenişehir Lisesi'nin(benim okuduğum okul) İngiliz/Amerikan parmağıyla ''Ankara Koleji'' 'ne 1954'de dönüştürülen okul olduğunu kaç kere yazdım. Sonra bu oyun çorap söküğü gibi gitti: ''Anadolu(yani ''Anatolia''; yani Roma eyaletinin adı) Liseleri, Kolejler, sonra ODTÜ, derken Boğaziçi Üniversitesi, yakınlarda da, şimdiki Y.Ö.K eliyle nerdeyse tüm üniversiteler. İngilizce ile eğitim diğer Avrasya Türk ülkelerine de götürüldü. Nisan 2000'de sessiz sedâsız bir Talim Terbiye(Milli Eğitim Bakanlığı) kararı çıktı: 5-6 yaşındaki çocuklara İngilizce mecburi oluyor. İşte 40 yıldır korktuğum başımıza geldi. Bundan sonra bir nesil geçince(Kazakistan'da da Rusların yaptığı gibi) ana baba çocuğuyla Türkçe konuşamayacak.

Hâlâ çıkıp ''Yâni çocuklarımız İngilizce öğrenmesin mi?'' diyecekler var mı? Gerçi, bu ayaklara artık pek gerek kalmadı. İç düşmanlar, dış düşman ortada gözükmeden, aldı başını gidiyor, pervasızca bir gidiş, gidiş değil, tasallut, Türk'ün her değerine korkunç bir saldırı. Çocuklar her ülkedeki gibi kendi resmî dilini(yani çoğunluğun anadilini) iyice, eskisiyle, yenisiyle, lehçeleri ile hele bir öğrensin, mesleğini, işini gücünü Türkçe ile yapabilir olsun, ondan sonra gereken yabancı dil ve ya dilleri ayrıca, yabancı dil kurslarında(her ülkedeki gibi) ve yeteri kadar öğrenebilir. Yalnız ve yalnız sömürgelerde, âmir ülkenin dilini bilmeyen adamdan sayılmaz, iş bulamaz. Zaten sömürgeleşince yaratıcı düşünmeyi, kafa yormayı gereken işler, meslekler kalmaz ki. İş sahaları sadece yabancının ''hamburgerci''sinde, ''pizzacı''sında, yabancının eline geçmiş toprağında ırgat olarak çalışmak, en kabadayısı yabancı malları pazarlamak, reklamını yapmaktan ibaret kalır. Ne oldu sanayileşme? Ne oldu modern tarım ve hayvancılık geliştirmeye? İşte size bir tavuk mu, yumurta mı önce hikayesi: Yabancı dille eğitim, kafaları, ruhları sömürgeleştirir. Böyle kendi ulusuna yabancı gibi yetişenler de sömürgeci, vahşi Batı'nın bütün telkinlerine sarılıverirler. Ne sanayi kalır, ne tarımın sonunda ne de toprağın. Derken sömürgecinin hâkim kıldığı bu vatansız sınıf, eğitim dilini yabancı sömürgeci diline çevirmede, tarihine küfretmede, yer isimlerini düşmanın diline çevirmede gemi azıya alır; ve bir fasit dairedir, kısır döngüdür gider. Bunlar yalnız ülkemizde oluyor zannedilmesin. Bütün sömürgelerde aynı şeyler olmuştur.

Tersine, kalkınan ülkeler ise(''Asya Kaplanları'' gibi), bu sömürgeleştirilme tuzağına düşmemiş, Batı'nın, IMF'nin dediklerine direnmiş, bağımsız bir tutum içinde ve haysiyetlerini, kendilerini koruyarak Batı ile etkileşimlerini sürdürmüşlerdir.

Görülüyor ki, ''Türkçe'' derken, iktisat dahil hayatın her unsuru işin içine giriyor.

Türkçemize sahip çıkmanın, onun için de en başta yabancı dille eğitime karşı durmanın artık bir hayat-memat, ölüm-kalım meselesi olduğundan kimsenin şüphesi kalmasın. Bu konuda tüm vatanseverler birleşmeli. Ancak bu birleşmeyi engelleyen bazı mânâsız engebeler oluşturulmuş. Bunlara başka bir yazıda göz atacağız inşallah. Türkçe'nin başına gelenler arasında bunlar da var. Bu ara unutmayalım:

Türkçe olmadan Türk Kültürü olmaz,
Türk kültürü olmadan Türk Kimliği bulunmaz,
Kimliksizin öz güveni, özüne itibarı yoktur,
Özüne itibarı olmayanın haysiyeti olur mu?
Türk dediğin haysiyetsiz yaşamaz.

****************************

İlerleyen günlerde, aldığım ürünlerin üzerindeki bazı işaretleri, bunların kullanım şeklini ve Oktay Sinanoğlu'ndan alıntı yaparak yazdığım bu yazıdaki açıklamaların ne kadar doğru olduğunu göstermeye çalışacağım.

Beden dili üzerine aldığım eğitimde, beden dilinin algılamanın %60'ını, ses tonumuzun, vurgularımızın %30'unu, sözcüklerin ise sadece ve sadece %10'ununu oluşturduğunu öğrenmiştik. Bu da gösteriyor ki, doğru sözcüğü, doğru yerde seçmemiz çok önemlidir. Özellikle de yazışmalarda! O doğru sözcük de kanımca kendi dilimizde olmalıdır.

Anlaşabileceğimiz, birlik olabileceğimiz, parlak günler dileği ile...

21 Ekim 2007

Sonbahar ve Türk El İşleri Kursu

İnsanın ömrü oldukça, tek tek mevsimleri yaşıyor. Acısı ile, tatlısı ile, üzüntüsü ile, sevinci ile... İşte sonunda sonbahara da ulaştık. Gerçi İngiltere'de sonbahar tadında soğuk ve yağmurlu bir yaz yaşadık bu sene ama güzelim sarı yaprakları görünce altın gibi, dizi dizi yerlerde içini şöyle derin derin bir çekiyor insan. Sonra hüzün kaplıyor içini birden bire.... Gözlerinin önünde ise yaşananlar... Bu mevsim evlendim, bu mevsim İngiltere'ye geldim. Bu mevsim babamı kaybettim. Bu mevsim üniversiteye başladım. Bu mevsim tontiş dedem aramızdan ayrıldı. Bu mevsim en sevdiğim arkadaşlarımın doğumgünleri var....

(Hele bugün alınan o acı haberler var ya o acı, içime oturan haberler... Kaç ocak söndü? Kaç aile gözyaşlarına boğuldu? Kaç annenin canından can koptu. Kırılsın o hain, o beyinden yoksun gövdelerin elleri! İnsaflarından yoksun mahluklar. İnsan diyemeyeceğim ne yazık ki. İnsaf diyebileceğim ancak, insaf!)

Buhranla başladım ama biraz içinizi açayım...
Cuma günü öğle yemeğini bu şirinlerin eşliğinde yedik biz. İşyerine yakın bir parkta, dondurucu soğukla beraber, ama içimizi hoplayıp, zıplarken ısıtan bu şirinciklerle. Akın amca benim için Cambridge sincabı demiş, çok güldüm, çok hoşuma gitti. Amma velakin söylemek isterim ki, Punto herşeyi kendi kendine başardı ve sevildi. Nice yıllara...

Cumartesi günü nihayet başladık Türk El İşleri kursumuza. Bana yardımcı olanlara tek tek teşekkür ederim. Başvuran öğrenci sayısı(öğrenci dediğime bakmayın en genci 50 yaş civarında, görmüş geçirmiş hanımlar) 15 kişi idi. Ancak ben, haftaiçi çalıştığım için, haftasonuna aldım kurs gününü. O yüzden sayı düştü. Dün 6 kişi gelmişti. Hepsi de hevesli. Hatta teyzelerden birisi önce İstanbul'a gidip 4 gün kalmış. Oyalara bayılmış. Sonra eşi ile birlikte İpek Yolu turuna çıkıp daha yeni dönmüş. Nakış, dikiş konusunda da epeyce bilgili. Bakalım neler yapacağız? Şu andaki en büyük sorunumuz hammadde. Herşey o kadar pahallı ki, bu ülkede! Geçen sene ilginç bulup 50 cm'sini 5 pounda aldığım kumaşı, bu sene Kapalı Çarşı civarında metresi 3 YTL'ye görüp sinir oldum.
Her öğrenci, kendisine bir konu ve malzeme seçecek, önümüzdeki hafta malzemeleri ile gelecekler, ben de neler yapabileceklerine bakacağım. Arada arkadaşlarım yardıma gelecekler. Tığ işinde uzmanlaşmış olan biri için gün aldım bile.
Yukarıdaki yemeniyi eşimin kuzeni oyalamış. Bizim teyzeler de çok beğendiler ama yapması çok zor dediler. Hem yapması kolay, hem de bize ait işler bulma zamanı şimdi onlara.

Bir de zaman bulabilsem! Önceden zamandan bol birşey yoktu. Aniden yok oldu! Yakında görüşmek dileği ile...

07 Ekim 2007

Ben nerelerdeyim ve neler oluyor?

Biliyorum bir yazıyorum, bir susuyorum. Sesim sedam çıkmıyor. Diğer siteleri ziyaret edemiyorum... Neler oluyor bana?

Geçtiğimiz hafta gözlerim arkamda kalarak Türkiye'den Cambridge'e döndüm. Eh her seferinde bir dönüş macerası yaşamam lazım ya! Bu sefer de uçak yolculuğu gayet iyi geçti. Yanımda hoş sohbet, yardımsever, yaşlı bir İngiliz çift ile konuşa konuşa geldim. Bavulum falan da gelebildi, sorun yok. Gidiş-dönüş tren biletim vardı. İstasyona bir indim Stansead'te, Cambridge treni yok. Panolara bak, insanlara sor derken durum anlaşıldı. Yolda çalışma olduğundan, treni iptal edip, onun yerine otobüs seferi koymuşlar. Elimde iki koca bavul, homur homur söylenerek, Allah'a çok şükür ki düşmeden yukarı çıktım. Otobüs de geldi,bindim. E burada da sorun yok. Ton ton şöför amca, yolun yabancısı olsa gerek, yol bulmak için GPRS kullanıyor. Buradaki genel adı ile Tom Tom(hani bizim kağıt mendillere Selpak dediğimiz gibi buradakiler de markası ile anıyorlar bu zımbırtıyı)

Tom Tom sağa dön diyor amcaya, o da dönüyor. Üç yüz metre öteden sola diyor, o da uyuyor, harfi harfine gittik tam 40 dakika boyunca. Gittik gitmesine de bu meretler otobüsü ölçüp biçip hangi köprüden geçer, hangisinden geçmez söylemiyor ki! Geldik bir köprüye, altından o otobüsün geçmesi imkansız! Çok keskince çizilmiş bir ''S'' harfi düşünün ortasında köprü olsun ve otobüsün boyu da ''S'' ' nin boyundan çok büyük olsun! 15 dakika manevra yaptı amca. Arabalardan insanlar indi, gel, git dediler. Kan ter içinde kaldı. Ben içimden ''amca yapma, vazgeç, yok yolu'' dedim durdum. İnat etti amca. Ama sonunda anladı. Hani köprünün altına otobüsü sokmayı başarsa, kuyruğu kurtaramayacak. Biz de çıkamayacağız, ya köprüyü yıkacaklar ya da otobüsü kesecekler falan! Neyse amca olmayacağına ikna oldu. Özür dileyerek gerisin geriye aynı yola koyuldu. 40 dakika daha geri döndük mü? Bir saat boşu boşuna geçti mi? Sonra çıktık otobana, 45 dakika da oradan Cambridge tren istasyonuna sürdü mü? Göya trenle çabucacık gelecektim. Hadi indik, taksiye bindik.

Şehrin içi iğne atsan, yere düşmez halde. Üniversite açılmış. Öğrenciler, anaları babaları ile gelmişler, şaşkın şaşkın geziniyor ya da alış-veriş yapıyorlar. Bir de, gidip gidip ballard denen zımbırtılara takılıyorlar. Bu zımbırtılar taksi ve otobüslerin geçip, özel taşıtların o yoldan geçmemesini sağlayan bir sistem oluyor. Yerde sopalar var, taksi ve otobüslerdeki bir aygıt(OGS'ye benzeyen) okunarak sopa yere iniyor, ardından geri yükseliyor. Bizim acemiler de, onun önünden geri dönmeye çalışırken, yolu tıkıyor! İstasyondan eve 15 dakikalık yol oldu mu 45 dakika! Eve vardığımda çizgi filmlerdeki gibi tepemde yıldızlar uçuşuyordu.

Eh evin beyi benden 15 gün önce dönmüş olduğu için temizlikle geçti pazar günü...

Veeee esas haber, ben pazartesi günü 5 sene sonra yeniden çalışmaya başladım! Tamı tamına 5 sene sonra. Evlenip bu ülkeye gelişim de eylül sonuna denk geliyor, yeniden çalışmaya başlayışım da!

Gene bir tekstil firması. Artık bu sektörle ayrılamayız biz! Bu sefer daha farklı bir konu. Biz müşteri konumundayız ve Türkiye'de üretilecek ürünlerin, müşterimize uygunluğunu kontrol ediyoruz. Tasarımcılarımız ve patronumuz yeni ürünleri tasarlıyorlar. Müşteri alım aşamasına geçtikten sonra numuneler geliyor, ölçüleri kontrol ediliyor, müşteriye gidiliyor. Müşteride, canlı mankenler üzerinde ölçülerin uygunluğu kontrol ediliyor. Yakası, paçası uygun mu? Büzme, pot var mı? vs vs... Bunun üzerine gelen eleştiriler karşı tarafa gönderilip, istenenin üretimi aşamasına geçiliyor. Bu sırada, kumaş üzerine testler uygulanıyor. Onların müşterinin standartlarında olup olmadığına bakılıyor... Özet olarak iş bu.

Yeri Londra'da, fotoğrafta görülen binaların arka tarafında... Love Actually filminin çekildiği sokakta. Hatta yarın bizim binanın dışı gene bir filme sahne olacakmış.

Beklemelerle, arada otobüs ve yürüme ile günde tamı tamına 5 saatim yolda geçmekte. Eve gelip, biraz karnımı doyurup, uyumaya anca zaman kalmakta. Bu yüzden, sistem tam oturuncaya kadar çok sesim çıkamazsa affola. Ama sizi bulduğum kısa aralarda izliyor olacağım ve ilk fırsatta iki satır mutlaka yazacağım. Dilerim herşey çok güzel olur...

DDD için Tijen hoş ve değişik birşeyler hazırladı. Onu ziyaret etmeyi de unutmayın olur mu?

25 Eylül 2007

Oyunlar ve Güncelleme

Akın amca: ''İki satır birşeyler yazıver, eskidi artık sayfa'' dedi. Haklı! Gazeteci olarak güncellenmeyen yazılar gözüne batıyor elbet. Onların, anında haberi gazeteye yetiştirme telaşı içinde yaşadıklarını düşünürsek, benim yaptığım haksızlık. Ama mazeretim, mazeretlerim var... Kullandığım bilgisayarın benim hızıma yetişemiyor olması ise en başlıca sebep olsa gerek.

Uyarı için teşekkür ediyor, öncelikle Can Bebek'e hoşgeldin diyorum. O minik ve tatlı yüzün, annene yaşattığın güzel ama zorlu anlar, bizlere yaşattığın güzel duygularla birlikte hoşgeldin! Sağlıkla, mutluklarla birlikte annene, babana, ülkene hayırlı bir evlat olmanı dilerim.

Blogspot hocam TD bana yalanlarla ilgili top atmış, Can'ın annesi Pınar da sevdiklerimi sormuş...

Yalan... Candan Erçetin'in şarkısı geldi birden bire aklıma... Yalan...

Sevmediğim, söylemek istemediğim, söylemek zorunda bırakıldığımda da söylemekten ve zorlayandan nefret ettiğim eylem.

''Doğrucu Davut'' olmak her zaman doğru değil, biliyorum ama yetiştiriliş herhalde, yalan söylemek zorunda kalırsam kesinlikle rahatsızlık duyuyorum. O kadar ki, politika bile yapamıyorum. Yapmaya kalksam bile vücut dilim beni ele veriyor. Bazen bana yazılarımda ya da yüzyüze karşılaştığımızda çok gaddarsın diyorlar. Yalan söyleyememek gaddarlıksa evet gaddarım! TD, ''Yalan söylemiyorum diyen de yalan söylüyordur'' diyor, haklı! Arada, mecburen söyleniyor, söylettiriliyor. Batan, sıkan, boğan yalanlar... Ama bana ne oluyor biliyor musunuz? Mutlaka cezalandırılıyorum, kim mi? Üst en üst makam, karşı gelinemeyecek, ilahi adaleti sağlayan makam! Nasıl mı? Şu örneği verebilirim:

2000 yılında ev tekstili üreten bir firmada üretimden sorumlu idim.(Sayın patronum üretim müdürü denirse, çok maaş vermesi gerektiğini düşündüğünden, ucuza kapatmak için, bu sıfatı uygun görmüştü. Ama yemekhane de dahil olmak üzere 200 küsur kişiyi ben yönetiyordum. İşe almaktan, işten çıkartmaya, performans ölçümüne, planlamadan, satınalmaya kadar pek çok işi yaptığımdan, üretimimizdeki çok amaçlı örtülere dönmüştüm, artık sıfata siz karar verin!)

Aybaşı geldi mi, nedense maaşlar denkleştirilemez, insanlar süründürülürdü. Sonunda ödenirdi, haklarını yemeyeyim ama gecikme gecikmeyi izlerdi. Bu süreçte de beni dikerlerdi işçilerin karşısına: ''Söyle henüz para gelmedi...'', ''.... hanım almaya gitti...'', ''Çıkış saatine kadar para gelecek.'', ''Ödemeleri müşterilerden alamıyoruz, biraz beklemek lazım...''

Bunların altında neler yattığını hep bilirdik, sadece zaman geçirmeye cümleler havada uçuşurdu. Bu süreçte ben maaşımı almaz, bir evin borcu ödensin, ben en son da alsam olur derdim içeriye ama bunu işçiler bilmezdi. Patronlarımız da son model arabalarla gezip, tatillerini yurtdışında geçirmeye para bulur, ama nedense maaşlar için bulamazlardı. O dönemden nefret ederdim... Suçsuz yere, sırf beni karşılarında gördüklerinden çok ah almış olmalıyım ki bir sonraki işimde ne oldu bilin bakalım?

Denetçi oldum. Hem de işçilerin haklarını denetleyen bir denetçi. Ülke ülke gezdim, fabrika fabrika denetim yaptım. İşçiler maaşlarını düzgün alabiliyor mu? Çalışma saatleri kanuna uygun mu? İş kanununa aykırı bir iş yapılıyor mu? Çalışma şartları düzgün mü? Tüzüklere uygun mu? Didik didik bunları denetledim. Allah'ın sopası yok, eski çalıştığım firma bile denetlediklerimin arasına girdi. Gelin de ilahi adalete inanmayın bakalım. Gelin de yalancılık yapın bakalım...

Yalancının mumu yatsıya kadar bile yanmasın der, topu benim gibi doğru bildiklerinden pek ödün vermeyen Defne, Çiğdem ve Rahşan'a atarım...

Gelelim sevdiklerime...

En başta hayatı severim. İyisi, kötüsü, doğrusu, yanlışı ile... Tüm negatifliklere katlanmanın zorluğu ile... Bir gün, bir yerlerde, bir şekilde biteceğini bildiğim, doğru yer, doğru zaman, doğru şekilde bitmesini dilediğim hayatı! O hayatın içindeki canlıları, cansızları...

Hayatı yaşarken kurduğum dengeleri, değerleri severim. Atatürk'üm gibi, ülkem gibi, ailem gibi, inancım gibi, dostlarım, arkadaşlarım gibi... O kadar ki, bu değerlere dokunanlara, hatta dokunmak isteyenlere çok kızar, hemen tepki veririm.

Geçmişimi, geçmişimde yaşananları severim ki, geleceğime güç katsın. Aynı hatalar yaşanmasın. Güzellikler ise hep hatırlansın.

Tüm bu sevdiklerim yerli yerinde ise değmeyin keyfime... Aynen yukarıdaki pisicik gibi!

Diliyorum ki sevdiklerinizden hiç ayrılmayın, mutlu olun ve mutlu edin...

10 Eylül 2007

Can Bebek Geliyor...

Kahvaltı etkinliği yazısı ''Necefli Maşrapa'' 'ya dönüşmeden annemin bilgisayarında Türkçe karakterlere nasıl geçebileceğimi keşfettim çok şükür!

Nihayet Türkiye'ye gelebildik. Çok hızlı bir giriş oldu, leyleklerle de karşılaştık. Hiç görmediğim kadar yakından gördüm onları, dönüş yoluna geçmişlerdi herhalde. Annemin evinin yanındaki ağaçlara konup konup durdular. Gözlerime inanamadım. Hava kararmak üzere olduğundan da fotoğraflarını çekmeyi başaramadım.

1 Eylül'de Maviş'imizi(kuzenimin oğluşunu) evlendirdik. Çıtı pıtı, bıcır bıcır çok şeker bir gelinimiz oldu. Böylece ailedeki en son evlenen kuzen ünvanını kaybederek, benden sonraki nesle devrettim bu ünvanı. Düğün sayesinde akrabalarımızı görmek de benim için ayrı bir mutluluktu.

Hafta içi koşuşturmaca ile geçerken
Pınar'dan gelen e-posta ile cumartesi günü ona davetli olduğumuzu öğrendim. Can bebek gelmeden önce Pınar'ı görebilme şansımız olacağına, yıllardır tariflerini severek takip ettiğim Nane'm Limon'um, canım bir tanem Ayşem'im ve dünyalar şekeri Bebi'm, atalarımızın aynı topraklarda yaşamış olduğu sevgili Selen, beni evimden alarak Pınar'a götürme nezaketini gösteren sevgili Yasemin, bıcır bıcır sevgili Müge ile tanışacağımıza çok sevindim. Tanıştığımda da siteyi ne iyi etmişim de açmışım, böyle güzel arkadaşlar kazanmışım dedim.

Ayşem, Ayşem'liğini yaptı gene! Beni taaaa İngiltere'lerde sürprizleri ile mutlu ettiği gibi Pınar'a da çok güzel sürprizler yapmıştı. Ellemeye bile kıyamadığımız bebiş kurabiyeleri, kendi tasarımı paketlerin içinde masaya Ayşem hızı ile yerleştirildi.

Müge'nin arabanın ön koltuğunda büyük emeklerle taşıdığı, dı dı dı nidalarıyla getirdiği Ayşem ürünü nefis pasta da gene kesmeye kıyılamayacak güzellikte, görünümü ile orantılı bir lezzette idi.

Toplantıya katılanlar arasında ilk ben yazayım demiştim ama dün akşam tüm cebelleşmelerime rağmen Türkçe'ye geçemeyince pes etmiştim. Sona kaldım. O yüzden diğer sitelerde olmayan fotoğrafları koymaya çalıştım. Yiyeceklerin hepsi birbirinden lezizdi, ellerinize sağlık hanımlar. İngiltere'de ''Pot Luck'' dedikleri, bizim imece usulü ile her site sahibi kendi özel tariflerini uygulayıp getirmişti. Ben de misafir oldum tam anlamı ile!


Yasemin, Can'a ''Onun arabası var!'' dedirtecek çaylı kek yapmıştı araba şeklinde kalıbı ve annesinin tarifi ile.

Selen'in sadece kendisinin değil kayınvalideciğinin de nefis yiyecekler yapıyor olduğunu patatesli börek ile öğrenmiş olduk ve Selen'den nefis sakızlı bir tatlı yedik.Görünümünü de anlatılandan daha çok sevdim üstelik.(Mavişi'imin düğününde takı töreni kısmını da atlamıştık ama kendimi takı töreninde gelinin kaynanasından beşi bir yerde diyen adam gibi hissettim şimdi bu yazış tarzım ile!)

Müge, manav amcaya kızsa da, patlıcanlı salatasına diyecek yoktu.

Fotoğraflardaki kurabiyeler ve peynirli çubuklar Nane'm Limon'uma ait. Yoruma hacet yok kanaatindeyim. Baton sale demek yerine de peynirli çubuk demeyi tercih ettim, umarım hata etmiyorumdur.

Pınarcık iki canlı haliyle, üstelik de son ayında geriye gün sayarken harika bir sofra hazırlamıştı. Masa örtüsünü ilk aldığı günü hatırladım. Bana sitedeki fotoğraftaki en önde görülen şemsiyenin renginde diye ipucu vermişti... Her görüşümde acaba ben de o sofrada Pınar ile birlikte olabilecek miyim diyordum ki Can sayesinde gerçekleşti!

Tarifini Pınar'dan öğrendiğim peykekten yapmıştı. Böylece ilk defa Pınar'ın elinden tatmış oldum. Kısır ve ekmek de çok güzeldi.

Sanem'ciğim, senden önce Bebi'yi yedim, bitirdim. En çok da yenirken kıkırdamasına vuruldum, haberin ola!

Sitelerde tarifleri görmek, sonra site sahipleri ile yüzyüze tanışabilmek, o tarifleri tadabilmek çok değişik bir duygu. Tarifi pek mümkün değil. Bir tek şey söyleyebilirim:

Hepiniz iyi ki varsınız!

20 Ağustos 2007

Yemek Etkinliği - Kahvaltı

Eskiler ne derlermiş; kahvaltı altın, öğle yemeği gümüş, akşam yemeği teneke imiş...

En hafif yenilmesi gereken akşam yemekleri, genelde altın değerinde tutulurken, altın olması gereken kahvaltıyı da uykudan feragat etmemek için bir iki atıştırmalık şeyle geçiştirdiğimiz çok olmuştur...

Çocukluğumun vazgeçilmez öğünü, okul zamanı bana işkence haline dönüşmüştü. Hem uyku ağır bastığı için hem de midemin strese dayanıklılığının düşük olması, hemen başkaldırı bayrağını çekmesi sebebi ile. Zaman zaman, yemek yiyerek vakit kaybetmesek, uzaya çıkanlara verilenler gibi, bir hap içsek, bizi bütün gün idare ediverse diye düşünür dururdum. Gelin görün ki, şimdilerde yemek benim en önem verdiğim konu oldu. Eh bu noktada eşimin etkisi de büyük elbet.

Dedemle yaptığımız kahvaltılardan ya da kuzenlerimle yaz tatillerinde yaptığımız kahvaltılardan aldığım tadı da bir daha hiçbir yerde bulamadım! Dedeciğim ekmeğin üzerine mis gibi tereyağı ve reçel(genelde vişne reçeli olurdu bu) sürer, bıçakla minik minik lokmalara ayrır, her bir lokmacığın üzerine de bir parça zeytin koyardı. Belki de şu anda zeytini çok seviyor olmamın sebebi budur. Sonrasında mubadele zamanı geldiği memleketini anlata anlata, tek tek bana yedirirdi...

Yaz tatillerinde kuzenlerle yaptığımız kahvaltının kapışılan yiyeceği ise patates kızartması olurdu. Annem küp küp kızarttığı patatesleri yumurta ile karıştırıp omlet yapar, yengem ise parmak kalınlığında iri iri doğrayıp kızartırdı. Hangi evde olursak olalım mutlaka patates kızartması kahvaltıdaki yerini bulurdu...

Okul zamanları evden çıkarken içiverdiğim bir bardak süt, çalıştığım zamanlarda ise arası kaşarlı, babam tarafından özenle hazırlanan tosta dönüşmüştü durum. Şimdilerde ise favorim pita arası beyaz peynir ya da çok zaman harcamadan ne yenilebiliyorsa... Parça pinçik tek tek birşeyler yemektense, börek çörek her zaman tercihim!

Çay, simit, peynirden oluşan e-posta ise benim kabusum, zira yaban ellerde simiti pek özlemekte, benzerini bulsam bile aynı tadı alamamaktayım. İngiltere'ye et, süt ve ürünlerinin girişi yasak olduğu için de güzelim beyaz peynirlerimizden yiyememekteyim. İspanya ya da Almanya'da üretilmiş, adı ve görüntüsü beyaz peynire benzeyen ama tadı alakasız peynirlerle idare edip gitmekteyiz...

Geçtiğimiz ay,arkadaşımız Hatice'nin ablası Avusturya'dan ziyaretine geldi. Biz de hoşgeldiniz demeye gittiğimizde, beyaz peynirli, simitli bir sofrada buluverdik kendimizi. Simitler Türkiye'den Avusturya'ya, oradan da İngiltere'ye gelmişler! Kaynatılmış yumurta yemeyen ben, Hatice'nin kayınvalidesinden öğrendiği, aşağıda detaylarını vereceğim tarife bayıldım! Tarif şöyle:

Malzemeler:

2 Adet orta boy kuru soğan(ya da bol teze soğan)

1,5 Su bardağı haşlanmış(donmuş da kullanılabilir) minik boy bezelye

4 Adet yumurta(sarısı katı olacak şekilde haşlandıktan sonra küp şeklinde doğranacak)

İsteğe göre maydanoz, karabiber, pul biber, tuz

Yapılışı:

Soğanlar küp şeklinde doğranarak yağsız tavada zeytinyağı ile kavrulur. Bezelyeler eklenir, kavurmaya devam edilir. Yumurtalar ve baharatlar eklenip biraz daha kavrulduktan sonra servise hazırdır...

Eğer yanında yemek isterseniz
krep(arkadaşlar en son krebe eşdeğer olarak akıtma demişlerdi) tarifimiz de var, üstelik İngilizler'in tarihinden hoş bir anı ile birlikte...

Aydınlık bir güne, güzel bir kahvaltı ile başlamanız dileği ile...

12 Ağustos 2007

La Ballerina

Çocukken baleye göndermişlerdi beni, hep parmak uçlarında yürüyorum diye... Ama bronşit olunca yarım kaldı! Hayatımda, büyük keyifle yaptığım şeylerden biri idi bale. Öğretmenim Dilek abla, yapmayın, başarılı bir çocuk, yarıda kesmeyin, konservatuara yollayın dese de, aile büyükleri sağlığı önemli, tozda toprakta çalışıyorlar, sonra da camlar açılınca hasta oluyor deyip bitirdi baleyi hayatımda. Toz toprak dedikleri de bir sınıf alt tarafı! İçimde bitti mi bale aşkı? Elbette bitmedi. Sevdim ve seveceğim daima. Amma velakin ailemin kararına da baştan üzülmüş olsam da, sonraları çok doğru buldum.

O zamanlarki doktoruma danışmışlardı zaten, kararı vermeden önce. O da: ''Ben kızlarımı yolladım ama sonradan bacakları devamlı çalışmaktan çok kas yaptı, eğer meslek olarak yapmayacaksa, bir hanım için hiç estetik değil, boşuna devam etmesin.'' demişti. Ben de çocuklarını baleye gönderenlere, göndermek isteyenlere doktoruma katıldığımı söyleyeceğim. Çocuğunuz kız ya da erkek olsun, meslek olarak daha küçük yaştan aklına koymuşsa destekleyip, güç verin ama meslek olarak seçmeyecekse, zevk için konservatuvara giden arkadaşlarımdan gördüm ki, sonradan çok kilo aldılar ve bacakları, vücutları aşırı kaslı oldu. Çünkü bale yaparken bütün vücut kasları iş başında!

Geçenlerde
Darcey Bussell'in kariyerine noktayı koyması anlatılıyordu televizyonda. Şimdiye kadar görülen en sempatik, en içten balerin tanımlaması yapılırken, modellik yaptığı fotoğraflar eşlik ediyordu anlatıma. Rol arkadaşları ne kadar cana yakın olduğunu anlatırken, o da kelebekler gibi iki yana uçuşuyordu.

Tam da o programı seyrettiğim sıralarda
Defne tutturdu Covent Garden'da La Ballerina'yı bulacağız diye!

''Yahu ne yapacağız La Ballerina'yı?''
''Gidip fotoğrafını çekeceğiz''
''Eeee çekip de ne olacak?"
"Fotoğrafını çekeceğiz işte kızım, çok konuşma!''
''Anladım da, çekince ne olacak, orada öyle oturan bir heykel işte! Ne özelliği var?''
''Çok konuşma, çakarım bak!''

Elimiz mahkum, çakarım tehdidi de var elbet, gittik, aradık, bulduk, çektik fotoğrafını. İşte yukarıdaki benim La Ballerina'm. Bu da
Defne'nin La Ballerina'sı. Fotoğraf çekmeyi seven herkes bir uğrayıp ölümsüzleştirmiş kendisini, biz de aralarına katıldık. Covent Garden'a yolunuz düşerse, sizi orada beklediğinden eminim. Ama etrafına oturan insanları kovalaması biraz zor oluyor! Bizim de boyumuz bir karış uzamış mı bir bakın bakalım. Hikayesini, neden oraya yerleştirildiğini, kimin anısını ifade ettiğini bir sorup soruşturayım dedim ama ne yazık ki bulamadım. Bulan, bilen varsa bekler, biz de öğrenmeyi isteriz.

İlave: Az önce televizyonda Billy Elliot'ı seyrettim. Daha önce İrlanda'lı bir arkadaşım, müzikaline gitmem için tavsiye etmişti. Aklımdaydı, bu akşam güzel denk geldi. Yazım ile tam örtüştüğünü düşündüğüm için, seyretmeyenlere kesinlikle tavsiye ederim. Yer Durham, zaman grevlerin başını alıp gittiği dönem. Çalışan kesimi temsil eden Billy'nin babası, oğlunu aile büyükleri gibi boksör olması için kursa gönderir. Zorlu dönemde de kendisini savunmasına yardımcı olacaktır. Babasından kalma eldivenleri oğluna verir. Aynı salonda bale dersleri de başlayınca, tesadüfen izlemek zorunda kalan Billy'i gören öğretmen bir şekilde onu da dahil eder. Boks dersleri, bale derslerine dönüşür ve alışılmışın dışında, bulundukları yerde, ilk defa bir erkek bale kursuna gider. Zaten müzikle arası iyi olan Billy kendisini dans ile ifade etmenin yolunu bulur. Sonrası mı? Seyredin ve görün!

06 Ağustos 2007

Çatılarda, yollarda adamlar var!

Bu aralar yolunuz Londra'ya düşer de Southbank civarından geçerseniz, başınızı kaldırıp çatılara şöyle bir bakın derim. Şehri demir döküm çıplak adamlar istila etmiş! ''Aaa orada da var, aaaa bu binanın da üzerinde!'' diye diye yolunuza devam ediyorsunuz.

30 civarı çıplak adam heykeli, görünür bir şekilde binaların çatılarına ve yollara yerleştirilmiş. Sebebi de
Anthony Gormley'in sergisiymiş. 100'ün üzerinde bina sahibi bu projede yeralmak istemiş. Sonuç olarak aralarında Shell Centre, The National Theatre, Waterloo Bridge, King's College, Imperial College ve Freemason's Hall gibi ünlü binalara karar verilerek ve heykeller yerleştirilmiş.

Sanatçı, yeryüzündeki insanların %50'sinden fazlasının şehirlerde yaşadığına, şehirdeki hayatın da tamamen insan yapımı şeyler üzerine kurulu olduğuna dikkat çekmek istemiş.

Londra 19 Ağustos'a kadar bu demir adamların istilası altında.
İstanbul'daki inekler nasıllar? Halkla araları iyi mi? Kaçan kovalayan var mı?


30 Temmuz 2007

Hybrid Cars - Hibrit Otomobiller - Karma Sistemle Çalışan Arabalar

Türkiye susuzluktan kırılıyor, İngiltere'yi seller almış götürüyor... Aylardır yağmurun yağmadığı tek bir gün bile geçmezken bu ada ülkesinde, ülkemde sıcaktan göller, barajlar kuruyor...


Adalet mi? Onu da yukarıdaki biliyor, işine karışılmaz! Ama yardım edilebilir. Akıl mantık kullanılabilir. Önlemlerin listesi uzun, öyle sayınca bitilebilecek gibi değil. Benim sevgili yeldeğirmenlerim başta olmak üzere, çevre ile dost o kadar çok kaynak var ki! Diğer yandan, gelişmiş ülkelerde bir çılgınlıktır almış başını gidiyor. Organik gıdalardan tutun, ekolojik pamuğa kadar. Teksille uğraştığım günlerden bilirim, ekolojik üretimin zorluğunu ve imkansıza yakın olduğu için de o modanın çok süremeyip, tıkanıp kaldığını. Amma velakin bu yad ellerde, adına ''Corporate Social Responsibility'' yani Tüzel Sosyal Sorumluluk diyebileceğimiz olgu almış başını gider. Bütün büyük firmalar, kendilerine bu birimi kurmuş durumdalar ve ne yapabileceklerini sorguluyorlar. Evilerinden işlerine yürüyerek ya da bisikletle gidenlerden tutun, arabası olduğu halde, çevre ile dost olanıyla değiştiren, işe araba yerine toplu taşıma araçları ile gidenlere kadar...


Ben de kendi adıma bir kısmını desteklemekle, elimden geleni yapmaya çalışmakla birlikte, diğer yandan yeni bir akım ile birlikte, ceplerini dolduracakları bambaşka bir kaynak buldukları inancındayım. İşte onlardan biri de buralardaki lakabı ile ''Hybrid Car'', Türkiye'deki lakabıyla ''Hibrit Otomobil'', bence ''Karma Sistemle Çalışan Araba''.

Çalışma prensibi, pil diyebileceğimiz, yeniden doldurulabilen elektrikle çalışan bir sisteme ve gene diğer arabalarda olduğu gibi yakıta dayanmakta. Az hızla gidilen kısımlarda elektrikli sistem, uzun mesafelerde de eski bildik sistem kullanılmakta. 2-3 saatte pili doldurulabilmekte. Böylece de havaya daha az karbon bileşikleri karışabilmekte, hava daha temiz kalabilmekte. Düşünsenize akşam saatlerindeki köprü trafiğinden gökyüzüne yayılan karbon bileşiklerini ve köprülerin civarında yaşayan insanları... Bazılarında petrol menşeyli yakıtlar yerine bioyakıtlar da kullanılabilmekteymiş.

Fikrin atası Ferdinand Porche, ilk karma sistemle çalışan arabayı o yapmış. Adı da ''Mixte'' imiş. Mixte pek çok Avusturya hız rekoru kırdığı gibi, 1901'de Ferdinand Porche sürücülüğünde Exelberg Rally'sini de kazanmış!

Bill Clinton 1993 yılında Crysler'ı, Ford'u, GM'u, USCAR'ı ve DoE'u yeni nesil araç üretimine teşvik ederken nedense 2001 yılında George W.Bush tarafından araştırmaların seyri hidrojen odaklı arabalara çevrilmiş. Bu da özel sektörün uzun bir geleceği hayal edip planlamasını gerektirdiğinden epeyce riskliymiş.

Günümüzde pek çok firma bu tarzda arabaları da geliştirip, üretir hale dönüşmüş, araştırmalar da hala devam etmekte. Örnekler arasında, taksiler, otobüsler, jipler, lokomotifler sayılabilir. Hatta askeri araçlar arasında bile yerini almış.

Londra'da bu tarzda taşıtlar özellikle desteklenmekte. Eko-arabalar ''Congestion Charge'' denilen, şehrin merkezi alanlarına giriş için ödenen paradan günlük 8 pound muaf tutulmakta. Onlar için en az araba vergisi ödenmekte.

Fotoğrafını gördüğünüz bu bızdık araba da Londra'da Covent Garden'a giderken yolumuzun üzerine çıkarak, bize de ilham kaynağı oluverdi.
Westminster Belediye'si iki farklı yere bu tarz arabaların şarj olmaları için, 6 aylık deneme süresi ile birlikte böyle bir sistem kurmuş. Eko-araba etiketini alanlar yararlanabiliyormuş.

Ne diyelim darısı başımıza, ayrıca azı karar çoğu zarar...

Unutmadan bir de etkinlik duyurmak istiyorum. Yediğiniz meyvelerin çekirdeklerini Manisa'dan isteyenler var. Dağlara planörlerle serpecekler, ağaç olması için de hayvancıklar yardım edecekmiş. Bana e-posta ile geldi haber, sonra da belediyenin web sitesinden buldum detayları. Proje benim çok hoşuma gitti. Detaylar için
buraya tıklayıp hemen biriktirmeye başlayın ve göndermeyi unutmayın olur mu?

24 Temmuz 2007

Doğumgünleri ve Günlük Dostlukları

Oldum olası ''Temmuz'' ayını severim, neden sevmeyeyim ki, yazın ortası, bol güneş, deniz mevsimi, okulların tatil olduğu zaman diyerek liste uzar gider ama en önemlisi benim gibi bir yengeci, yengeç yapan aydır!

Çocukluğumda, çok önemli bir güne hazırlanırmışçasına hazırlıkları günler, haftalar önceden başlardı. Limonata yapılması adettendi. Yaygın değildi soğuk meşrubatlar. Pek yoktu eskiden öyle çeşit çeşit meşrubat, varsa bile kendi yapmadığın birşeyi sunmak adetten değildi belki de. Bir yandan kocaman emaye kovalarda, cam kavanozlarda, limonlar sıkılır, kabukları içine atıp, şekerle birlikte özlenmek üzere bekletilirdi. Diğer yandan vişne likörü ve de vişne suyu için vişneler hazırlanırdı. Dedem ve babaannemin uzmanlık alanı likördü. Annem de limona için savaş verirdi. Bir gün öncesinden ''Görgülü'' 'ye gidilir, özel pasta siparişi verilirdi. Tuzlular, tatlılar... Ev ahalisini görseniz düğün ya da nişan var zannedersiniz. Ne olacak? Dilek'in doğumgünü! O sabah öpücükle uyandırılır, iyi ki doğdun birtanemiz denir, tek tek babaanne, dede, anne ve baba tarafından şımartılır... Sonra siyah 1935 model Austin'e atlanır, doğru Görgülü yolu tutulur, pasta teslim alınır. Baba kestirme yollardan ve yeni keşiflerden pek hoşlandığından asfalt dökülmemiş yola sapılır ve hoplama, zıplamalar eşliğinde eve dönülürken, pasta arka camdan hoplayarak kucağımıza gelir! Hasar kontrolu yapılır, evde adam edilmek üzere yola devam edilir... Pür neş'e arkadaşlar gelir, nedense anneleri de onlara eşlik ederdi. Sonra biz oynarken, gürültü yapmayın çocuklar sesi yükselir. Dilek içinden sizi neden çağırıyorlar acaba diye düşünürdü... O sırada baba gelir, haydi bakalım kayıt zamanı der, koca iki dönen diskten oluşan teybe kayıt başlardı. Tek tek kuzenlerden, arkadaşlardan günün önemine ait izlenimler alınmadan önce Dilek'e mikrofon verilir ve o ''Bugün 13 Temmuz, benim doğumgünüm, hoşgeldiniz kardeşlerim'' diyerek açılışı yapardı.


Benli Canan da o gün açardı. İlginç bitki idi, ne bir gün öncesi, ne bir gün sonrası, tamı tamına o gün. Yıllarca hiç değişmedi. Yaşça ondan büyüktü ama senelerce çiçeğini ona armağan etti.

Bu keyif kaç sene sürdü hatırlamıyorum. Yazlık evlere kaçış dönemi başlayıncaya kadar, sanırım. Yazlıklara gidilmeye başlanınca, uzaklara gidenler gelemez oldu. Dayday uzaklara taşındı, el sallayıp çağırdığım kuzenler de gelemeyenler arasına katıldı. Ama aile içinde kutlama hiç eksik olmadı. Bazen kuzenlerle buluşuldu. Ayşecik yengesi taaa ki annesi aynı gün vefat edene kadar onu hep aradı.

Canı, birtanesi, babası, hasta yatağında, amansız, o illet hastalıkla mücadele ederken bile onun pastasını düşündü. Elinde telefon artık Görgülü'ye gidilemediği, böyle bir pastane olmadığı için, bu sefer evlere servis yapan Pelit'e pasta siparişi vermeye çalıştı, gücünün son zerrelerini kullanarak.(Bu sahne asla ve asla unutulmayacak!)

Geçen sene kuzen Cevat; ''Evde misin bugün?'' dediğinde neler oluyor anlayamadı. kapıda elinde bir sepet Türkiye'den gönderilmiş çiçekle duran adamı görünce gözlerine inanamadı. Sevincinden zıp zıp zıpladı. Sonra yakınlarından uzak olduğu için oturdu ağladı.

Bu sene mi? Yeni tanıştığı arkadaşları ona sürpriz yapıp pasta aldı. Onlarda kutlandı. Goncası işten eve erken geldi, aldı yemeğe götürdü. Arkadaşları, sevdikleri unutmadı ve aradı. Mesafelere aldırmaksızın telefonlar çaldı durdu. MSN'den mesajlar yağdı.

Ama bütün bunların yanında çok çok özel bir doğumgünü hediyesi aldı. Çooook uzaklardan Amerika'dan, daha yüzünü bile görmediği, sesini bile duymadığı bir dosttan! Doğumgününe tam 1 gün kala, kapıda bir paket belirdi. İçinde de Cirque Du Soleil DVD'leri, CD'leri... Bu o kadar anlamlı, o kadar güzel bir hediye idi ki, sulugöz Dilek gene oturdu ağladı. Sonra da bangır bangır CD'yi dinledi, ardından DVD'leri seyretmeye başladı.

Can dost, sevgili
Bezen, çok ama çok teşekkür ediyorum. Yanımda olduğun için, dostluğunu hissettirdiğin için. Hızır gibi yetiştiğin için. Senin gibi bir arkadaşa sahip olmak en büyük hediye!


Eh bu ay doğumgünleri bitmedi. Bir de günlüğünki var! Onu açalı epey oldu. Mart 2005 ama yazamamıştım o dönem. Hem Türkiye'de babamın hastalığı ile olan mücadele, hem de şablon seçimi, nasıl bir düzenleme olması gerektiği... İlla en güzeli bulmaya çalışıyordum. Sonra baktım ki en güzel yok! Ucundan bucağından tutmak lazım. Sevgili hocam İsmail bey; ''Haydi başla artık, sırf e-postalarda fotoğraflar yollayıp anlatma, internet ortamında da paylaş'' dedi... İlk gmail davetiyesi de ondan gelmişti. Ne iyi olmuş o adresi almam... Bilgisayarımızın olmadığı dönemde çöldeki vaha gibi idi. Teşekkürler hocam. Sonra TD yetişti imdada, yorum bırakıp itici kuvvet olmakla kalmadı, elinden gelen bütün yardımı esirgemedi. Goncamı kandırdık sonra, birkaç tane şablon bulup, oylamaya sunduk, minik kuşlu olan kazandı, başladık yazmaya...

Ben dostluklarımızdan, aramızdaki konuşmalardan, paylaştıklarımızdan çok memnunum. Farklı günlerde, farklı sürprizlerle karşılaşmak, sizleri sizin dilinizden dinlemek, okumak çok güzel... Her birinizi ayrı ayrı sanal da olsa tanımak çok güzel. İyi ki varsınız, birlikteliğimizin daim olmasını diliyorum.

19 Temmuz 2007

Türk Festivali 2007

Üye olduğumuz e-posta gruplarından birinden TurkishFest 2007'nin yapılacağı haberi alır almaz, dedik bu sefer gidiyoruz! Her seferinde ya biz tatile giderken düzenleniyordu, ya yağmur yağıyordu, bir şekilde engel çıkıyor, gidemiyorduk. Bütün arkadaşlara da haber ettik. Biz gidiyoruz, gelenlere de yeri burasıdır diye. Çıktık erkenden yola. Erken diyorsam horozlar ötmüş, kahvaltıları bitmiş, öğle yemeğini düşünür hale gelmişlerdi, ama tatil günü için bize henüz erkendi. Eh bazı arkadaşların biz yoldayken kahvaltı saatinde olduklarını öğrenince abartmadığımı anladım.
Defne , ''La Ballerina'yı bulacağız'' diye başımın etini yerken, ben ''hayır Thames Barrier'e gideceğim'' diye tepiniyordum. Onun ''Aman ya, aman ya, ne yapacaksın, gidince büyüyecek misin?'' laflarına aldırmadan, Londra'ya varır varmaz(45 dakikalık bir tren yolculuğu sonucunda) kendimizi önce tube'de(Londra metrosuna böyle diyorlar), sonra da The Tower yakınındaki makinisti olmadan, otomatik hareket eden trenlerin gittiği DRL istasyonunda bulduk. Ver elini Thames Barrier dedik. Bol bol fotoğraf çekip, dönüş yolunda Defne ve eşine telefon ettik, South Bank'te TurkishFest'in olduğu parkta buluşmaya karar verdik. Eh Defne'nin Thames Barrier'e inatla gitmediğinin ama çok şey kaçırdığının altını çizmek lazım bu noktada. Biz buluşma yerini ararken, ben 'bayraaaaaak' diye bağırmışım, millet bana baktı anlamsız bir şekilde. E ne de olsa, bu ülkede öyle bağrış çığrış dolaşan pek kimse yok! Ama Thames Nehri'ne nazır dalgalanan bayrağımızı görüp de sevinmemek de mümkün değil! Bayrağa doğru yürürken, karşımıza elinde bir kasa simit tutan iki Türk çıktı. Şivelerinden anlaşıldığı üzere Kıbrıslıymışlar. Ben simit hasreti ile isterim diye tutturunca, ilk açılışı simitle yaptık. Türkiye'de en son fiyatı nedir bilmiyorum ama buradaki fiyatı 1 pound idi! Oyyy demişim ben duyunca! Neyse çaktırmadık. Satanların birisi postanede memurmuş, biri de devlet dairesinde. ''Anne babamız bizi ATV'de görünce işinize ne oldu, simit satıcılığına mı başladınız diyecekler'' diye yeriniyorlardı ama günlük hasılatları belki de aylık kazançlarını bulmuştur!
Etkinliği Turkish Forum UK düzenlemiş. Programı da onlar oluşturmuş anladığımız kadarıyla.

Neler var, neler yok diye bakınırken, kitap satış standlarını, özel Türk okullarının standlarını gördük.

Hazırlanan sahnede bir baktık bir hareket var, izlemek üzere yaklaştık. Derken dansöz kızımız kıvırmaya başladı, her milletten öğrencileri ile. Fotoğrafta sol taraftaki öğretmenleri. Diğerleri de öğrenciler... Burada iki kişi net görünüyor, sayılarını hatırlamıyorum ama kalabalıklardı. Dansları bitince seyircileri çağırdılar öne, biz Türkiye'de utanmayız, müzik duyduk mu başlarız oynamaya dedi kızımız ve herkesi oynattı, yabancıların oynayışlarını görmeniz lazımdı. Hele yaşlı bir teyze vardı, öldürdü beni gülmekten! Tek eleştirdiğim nokta, madem bu Türk festivali ve öğretmen de Türk, neden Arap müziği eşliğinde oynarlar ki? Sonra bizi Arapça konuşan, Arap harfleri ile yazan, çarşaflarla gezen insanlar olarak tanıyorlar kızıyoruz!!! Biz durumu kavrama aşamalarındayken, ekip teker teker aramaya başladı. Önce Sevda'lar geldi, sonra da Defne'ler... Cambridge'den başka arkadaşları da gördük ama onlar bizi göremediğinden uzak bir mekanda konuşlandılar. Biz de bu arada boğaz kavgasına giriştik.



Boğaz kavgasında ilk raund şişli, köfteli sandwichlerdi. Bir et, bir tavuk şiş, bir köfte, çeyrek pide, bir de ayran! Ooooh ohhh dedik. Defne'nin sitesindeki karpuz yiyerek sucuk pişiren amcayı görün derim! Sucuk ekmek satıyorlardı onlar da. Nehir kenarına iliştik, bayraklara nazır öğle yemeğinizi yedik. Benim goncamın rüzgarda devrilen ayranı ile beni yıkaması gibi küçük bir de facia yaşadık. Ama günün anlam ve öneminden ötürü hiç kaale almadık. Defne haftalardır sayıkladığı poğaçalarına kavuştu. Benim goncayı(eşimi yani) elinde koca bir kutu baklava ile gördüğümü sandım bir an, ama sonra yanakları şiş yoooo, yoktu öyle birşey diye reddetti. Bangır bangır Tarkan dinledik bir yandan...
Benim hevesle beklediğim minikler Kıbrıs Halk Oyunlarını sergilediler. Pek gururlandım. Yadellerde böyle görüntüler insanı ağlatıyor, ben zırladım bir ara, dip not olarak bunu da geçeyim. Aferim bu bızdıklara. Erkeklerin orak çevirmeleri, başlarında su taşımaları, kızların sepetli dansları... Özlemişim ben, çok özlemişim. Bu Azeri teyze ne yaptı ben çözemedim. Elbise desek, İspanyol elbisesini anımsatıyor, müzik başka, oyun başka... Pek güzel yürüdü, kendi de pek güzel bir hatundu da, yaptıkları arasında pek alaka kuramadık biz. Azerileri temsil etmiş oldu ama daha güzelini beklerdim.
Defne dondurma diye tutturunca elimiz mahkum girdik kuruğa, e malum gelenler bizimkiler olunca, kaynakçı da çoktu! Kuyruk bir türlü ilerleyemedi. Hollanda yapımı, Türk etiketli dondurmalarımızı yedik. Birara Defne yere mendil açacaktı ama mendil bulamadık. Bulsaydık, fal bakıp masrafları kurtarırdık belki! Bir hanım kuşlarına niyet çektirdi. Gelenler de etrafını sardı. Anlayacağınız, yok yoktu. Biz de keyifli dakikalar yaşayıp hasret giderdik. Tanıtım var mıydı diyorsanız, hayır yoktu. Vardı da, benim dilediğim ölçülerde yoktu, gönül isterdi ki, Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın da bir standı bulunsun. Onlar da dev bir ekrandan Türkiye görüntüleri yansıtsın. Broşürler dağıtsın. Orada bizbize idik. Gelen gidenler ya bizimkiler ya da yakınları idi. Yaşlı bir teyzeyi bile sandalye ile taşıyıp getirmişler, yürüyemiyor diye. Özlemle bakıyordu, olan bitene... Bu ülkede yaşlanmak mı? İnşallah o kadar uzun kalmayız...