29 Aralık 2006

Bayramınız ve Yeni Yılınız Kutlu Olsun





Sağlık, mutluluk, neş'e dolu nice Bayramlar ve Seneler geçirmeniz temennisi ile...


(İstanbul'da olmam sebebi ile bir İstanbul şarkısı olsun istedim. Sevgiler....)

15 Aralık 2006

Yemek Etkinliği 17 - Kabakgiller

Ben bu etkinliğin logosuna bayıldım :) Ellerine, gözlerine, aklına sağlık Bujene!

Bu fikirle, Bujene'ye gittiğin için ve ev sahipliğin için çok yaşa marifetli Marifet Teyze Vildan!


Sütlü Kabak Çorbası:
Tarif eşime aittir. Onun doğup, büyüdüğü yerlerde yapılırmış, özlemiş bir gün, bana sordu bilir misin diye, dedim ben bilmem, duymadım hiç. Baktım hasret bacayı sarmış, girmiş mutfağa yapıyor...
Bakalım beğenecek misin? diyerek onun aklında kaldığı şekli ile uyguladı tarifi, sonrasında da ben öğrendim ve yapar oldum.
Malzemeler:
  • 3 Adet orta boy kabak (dolma yaptığımız kabaklardan, yanılmıyorsam sakız kabağı deniliyor kendilerine)
  • 500 ml Su
  • 750 ml Süt
  • 2 Çay bardağı ince (köftelik) bulgur
  • 2 Yemek kaşığı zeytinyağı
Yapılışı:
Kabaklar küp şeklinde, minik minik doğranır. Kaynamaya başlayan su, süt karışımının içine atılır. Zeytinyağı ilave edilir. Kaynamaya bırakılır ama taşmaması için de sık sık kontrol edilerek karıştırılır. Kabaklar pişince ince bulgur ilave edilerek kapağı kapatılır.
Kişisel Tercihler: Yağ ile çok aram olmadığından mümkün olduğunca az kullanıyorum. Hatta tarifteki çoğaltılmış hali.Siz damak tadınız kadar ilave edin. Çorbayı isterseniz sadece süt ile yapabilirsiniz. Fotoğraftakinin içine ben az miktarda yeşil kereviz koydum (celery), üzerine pul biber ya da karabiber ilave edebilirsiniz. Dolma yaptıktan sonra, artan içi minik minik doğrayıp kullanabilirsiniz ki ben peynirli kabaktan artan iç ile yaptım. Bu arada en son yaptığımda tuzun, sütün kesilmesine neden olduğunu gördüm, tesadüf müydü bilemiyorum ama tuzu yerken ilave etmeyi tercih edeceğim.

Peynirli Kabak
Peynirli kabağın tarifi, sizlere daha önce de bahsettiğim arkadaşım TuTu'ya ait. Babam hasta iken, ona birşeyler yedirebilmek için elimizden gelen herşeyi yapıyorduk. Bilmem sona yaklaşmanın bilincinden, bilmem hastalığın gidişatından herşeyi yemez olmuştu, aralarından özellikle seçer olmuştu. Durumu duyan TuTu dur dedi, ben değişik birşey yapayım, bunu sever. Elinde bir tepsi peynirli kabak ile çıkageldi ve babam gerçekten sevdi, hatta sonrasında bize bir daha yaptırdı. Teşekkürler TuTu!

Zor dönemlerimizde bizlerle birlikte olup en güzel yiyeceklerini paylaşan herkese çok teşekkürler...

Özellikle de dünyalar tatlısı insan Nuran Teyze'ye! Mutfağını adeta bize taşıdı.


Malzemeler:
  • 3 Adet dolmalık kabak
  • 1,5 Su bardağı pişince erimeyecek katı bir peynir (ben İngiltere'de tulum peyniri adı ile satılan, ama pek benzemeyen, kavanozda satılan bir peyniri kullandım, markasını ne yazık ki hatırlamıyorum. Siz beyaz peynir, tulum peyniri karışımını ya da sadece sert bir beyaz peyniri kullanabilirsiniz)
  • 4 Sap dereotu
  • 5 Adet kibrit kutusu büyüklüğünde kaşar peyniri (kibrit kutusu büyüklüğündeki kaşar peynirleri, ikiye kesilerek minik minik hazırlanacak)
Yapılışı:
Kabaklar enine, işaret parmağınız uzunluğunda kesilecek. En dip kısmına gelmeyecek, altı delinmeyecek şekilde, dolma yapılacakmış gibi, içi boşaltılacak. Dağılmayıp, biraz yumuşayıncaya kadar haşlanacak. Soğumaya bırakılacak.
Peynir elinizle ufalanarak, dereotu ile karıştırılarak kabakların içlerine doldurulacak. Üzerlerine minikçe kestiğimiz kaşar peynirleri konularak (Peynirlerin, kabakların içinde kalmasına dikkat edin ki akıp sizi zor durumda bırakmasınlar) fırına verilecek. 150 derecede peynirler kızarıncaya kadar pişirilecek.
Babacığımın ruhu şad olsun!
Sizlere de afiyet olsun...

13 Aralık 2006

Yemek Etkinliğine 2 Gün Kala

Öncelikle İstanbul'dan sevgi ve selamlar...


Yazın gerçekleştiremediğimiz tatilimizi kışın ortasında yapmaya karar verdik :)

Yemek etkinliğine 2 gün kala, kabakla buluşmadan önce, sizlerle İngiltere'de iken yaptığım, Evren'in ekmek tarifinden ve Pınar'ın peykek tarifinden mamul ekmek ve peykek fotoğraflarını paylaşmak istedim. İkisi de pek lezzetli oldular.

Ekmek tarifinde yaptığım tek değişiklik üzerine yumurta yerine yoğurt sürmek oldu. Peykek aynen uygulandı.

Teşekkürler arkadaşlar...






07 Aralık 2006

Mahya ve Yılbaşı Işıkları


Her sene Kasım aynın son haftalarında Cambridge Belediye'si, bandolu, müzikli bir tören eşliğinde, şehri süsleyen Christmas ışıklarını yakar. Bir de kocaman agaç kondururlar meydana. Süsleyip, püslerler. Bu sene de 19 Kasım'da yandı ışıklar.

Uzun kış geceleri zamanı artık. Saat 15:30 oldu mu hava kararmaya başlıyor. Öğleden sonra alış-verişe çıktınız mı kendinizi karanlığın içinde buluveriyorsunuz. Geçen gün eşim ile alış-verişe çıktığımızda da aynı şey oldu. Biz oradan oraya koştururken, bir baktık gece olmuş bile. Dedim süslemeler ne alemde, onlara da bir bakalım. İlk geldiğim sene çok görkemli idi. Rengarenk ışıl ışıldı ama bu sene durum pek öyle değil. Herhalde finanse edecek birilerini bulamadılar, ağaç falan pek baygın duruyordu. Öfleyip pöfleyen eşime aldırmadan, bir iki kare fotoğraf denemesi yaptım.
 
Sussex Street'te gene fotoğraf çekmek için durduğumda, eşim aaa bak bu adamlar da Mahya sanatını öğrenmişler nihayet diye takıldı. Düşündüm, sahi mahya ile, her sene hazırlanan Yılbaşı ama aslında Hz.İsa'nın doğumgünü kutlaması süslerinin, ışıklarının bir alakası var mıydı?
Biraz araştırayım dedim, ama ne yazık ki çok fazla kaynak bulamadım. Bazı siteler THY'nın Skylife dergisini referans göstermişler ancak orjinaline ulaşamadım.

Mahya sanatı başka Müslüman ülkelerde olmayan sadece Türkler'e özgü bir sanatmış. Tam olarak ne zaman başladığı bilinememekle birlikte ilk mahya ile ilgili bir yazı Ahmed Rasim (1864-1932) tarafından Menakıb-ı İslâm adlı eserinde yazılmış. Burada I. Ahmed (1603-1617) döneminde Sultanahmed Camii'ne kurulduğu yazılıymış. Ahmed Rasim "mahya" sözcüğünün Farsça "mahiye" (aya özgü) ya da "müheyya"dan (hazırlanmış, sıralanmış) kelimelerinden Türkçeleşmiş olabileceğini vurgulamaktaymış.

O dönemlerde hazırlanacak mahyalar, öncelikli olarak atlas kumaşlar üzerine çizilip padişahın beğenisine sunulur, onay alanlar hazırlanarak minarelere asılırmış. Mahya sanatı, genelde İstabul'a özgü imiş, çünkü birden fazla minaresi olan camiiler sadece İstanbul'da bulunmakta imiş. Bu olayın istisnası Edirne, Selimiye Camii imiş. Kayıtlarda Bursa'da, Rumeli'nde Siroz'da ve bir defa olmak üzere Konya'da mahya kurulduğu geçmekteymiş. Daha sonraları bu olayı seven ve görmek isteyen halk, bölgelerindeki camiilerin minare sayısının arttırılması, uzatılması ile ilgili taleplerde bulunmaya başlamış.

Mahyacılık hiç de kolay bir iş değilmiş. Çizilecek desen, yazı, öncelikle kareli kağıt üzerinde hazırlanır, kandillerin (o dönemde elektrik olmadığı için diye hatırlatalım) yerleri belirlenir, sonra halatlar üzerine kandiller, düğümlemek ve halkalarla birbirinin içinden geçirmek sureti ile yerleştirilirlermiş. Her mahyacı aylar süren çalışmalarını, Ramazan ayında ışıklarla gökyüzünde sergilermiş. Bu olay, aynı zamanda tatlı bir yarış halinde imiş. Hergece, hatta aynı gece iki namaz (yatsı ve teravih) arasında, eserlerini değiştiren mahyacılar varmış. O kandillerin tek tek yakılması gerektiğini de hatırlatırsam bu işin zorluğunu sizler düşünün!

Mahya desenleri arasında Kızkulesi, kayık, vapur, köşk ve fıskiye, köprü, iki minareli ve kubbeli cami, açık şemsiye, çorba kasesi, çiçek, köşklü kayık, top arabası resimleri yeralmaktaymış. 1911 ramazanından başlayarak "Yaşasın Hürriyet", "Eytama (yetimlere) yardım", "Hilal-i Ahmeri (Kızılay) unutma", "Tayyareyi unutma", "Yerli malı al", "Yaşasın Misak-ı Milli", "Yaşasın İstiklâliyet" vb. sözler mahya yazıları arasında yerlerini almış.Yeni harfle kurulan mahyalar arasında "İsraftan kaçın, Tayyare cemiyetine yardım. Yetimleri unutma, İsraftan kaç, Yerli malı al, (para biriktir), Himaye-i Etfale yardım. İçki aile düşmanıdır, Kumar insanı mahveder" gibi sözler yeralmaktaymış. Bu sözlerle insanları milli birlik ve beraberliğe teşvik etmek, yardımlaşmayı ve kötü huylardan vazgeçilmesini telkin etmek amaçlanmış. Cumhuriyetle birlikte, Atatürk, Yaşasın Cumhuriyet yazan mahyalar kurulur olmuş ve bu sanat günümüze dek bu şekli ile ulaşmış.

Kutsal gecelerde, camiilerde kandil yakılması adetinin, bu gecelere, bu ismi verdiği konusunda da bir düşüncem var, bilmem doğru mudur? Zira kutladığımız herbir kandilin ayrı bir ismi, ayrı bir önemi vardır. Ama ortak adı Kandildir. 

TC. Diyanet İşleri Başkanlığı web sitesine göre :
Bir yabancı seyyah demiş ki: "Dünya yüzünde sevilmeye ve sayılmaya layık Türklerin hiçbir medeni eserleri olmasa bile, yalnız şu gökten yıldızları toplayıp minareler aralarında yazı yazmayı akıl etmeleri, bunda muvaffak olmaları, onların medeniyette ne kadar ilerde olduklarının bir ifadesidir."


Şimdi düşünüyorum da, bizler neden sanatlarımıza sahip çıkmıyoruz? Dün burada King's College'in chapel'ini gezdim. İçinde bir bölümü müze gibi yapmışlar. Tek tek, taş oymacılığında kullanılan figürlerin anlamını, virtayların nasıl yapıldığını, kullanılan malzeme, araç gereçleri, o chapel'e emegi geçmiş insanların hayatlarını, gezenlere sergiliyorlar. Çoluk, çocuk, kim gezerse görsel olarak beyninin bir köşesine bu bilgiler yerleşiyor. Biz ise kendimize ait bir sanatı öğrenmek için, kaynaklara bile kolay kolay ulaşamıyoruz. O dönemin aletlerini, kandillerini, kullanılan şemaları saklayan bir yer var mı bilemiyoruz. Neden bizim de böyle bir müzeciğimiz Sultan Ahmed camii avlusunda yeralmasın?

Işıklar, süslemeler derken nerden nereye gelip, ne çağrışımlar yaptı. Ben bundan sonra yılbaşı süslemelerinin ardında bir de bu hikayeyi, bu tarihi bilgileri hatırlayacağım. Sonrası sizin hayal gücünüz...

Mahya fotoğrafını blogumda yayınlamama izin veren Sayın Haluk Özözlü'ye ve kendisi ile bağlantı kurmamı sağlayan Sevgili Punto amca'ya çok teşekkür ederim.

01 Aralık 2006

Cherimoya'yı Takdimimdir


İlk bu ülkede yaşamaya başladığımda bana herşey çok ters geliyordu. Yumurta almaya gittiğimde, isteğim çok basit olmasına karşın çeşit o kadar çoktu ki seçin seçebilirseniz. Önce ebatlara göre ayrılıyordu. Küçük, orta boy, büyük, sonra organik olanı vardı, olmayanı (elbet onların da ebatları), etrafta dolaşıp, salınması serbest olan tavukların, yumurtası vardı; kafeste yumurtlamaya mahkum tutulanların... Bıldırcın yumurtası vesairi hiç saymıyorum... Beynim dönüyordu, tek tek üzerlerini okuyup ne olduklarını anlamaya çalışmaktan. Bu sebepten dolayı markete gittiğimizde alıştıklarımı aramaya, almaya şartlanmıştım. İlk defa, tahini, Tesco'da bulduğumda nerdeyse Archimedes'e döndüm. Arkadaşlara haber ettiğimde de sevinç çığlıklarını duymanız lazımdı! Üzerinden dört yıl geçti, Tesco Türkiye piyasasına girdi, geçenlerde bir baktım, çamaşır suyunun üzerinde İngilizcesi yazıyor, bir de Türkçe yazmışlar. Pek mutlu oldum. Bu ilk anlattığım dönemlerde herşey çok değişik, çok yabancı geldiğinden, kendimi de bizim usul şeylere şartlandırdığımdan, bana yabancı gelen ne varsa uzak dururdum. Denemek için aldığımız birkaç şeyden hoşlanmayınca uzak duruş uzun sürdü elbet, Allah'tan eşim meraklı, gidip gelip buldu gene de birşeyler...
Tijen'in yazılarını okuya okuya çekinmeyip değişik lezzetlerle de barışık olmayı öğrendim zamanla. Geçenlerde de markete gittiğimizde üzeri kertenkele pulları ile kaplanmışa benzer ama kadife gibi çok hafif tüylü, yumuşak bir meyve ile karşılaştık. Eşimle birbirimize baktık, indirime de girmiş, alalım mı, e hadi alıp deneyelim, seversek gene alırız dedik, denemelik bir tane aldık, getirdik eve. Sevmediklerimiz çıkarsa da öğrenme maliyeti kısmına yazıyoruz bütçede. Bir süre mutfağın muhtelif köşelerinde gezindi. Alışma dönemimizdi bu ona. Tipini de pek sevdik. Hem itici, hem de sevimli. Ara ara gidip ejderha yumurtasına bakar gibi baktık. En sonunda eh yiyelim artık seni, yeter bu kadar misafirlik dedik ve kestik!




İçi, akça pakça çıktı. Kalp kalbe karşı duruyormuş gibi oldu. Hayatımızda kalplerimizi paylaştığımız gibi bu şirin meyveyi da paylaştık goncamla...
Kara iricene çekirdekleri vardı içinde, tadı da muşmulaya benziyordu. Tatlımsı, çok az pütürlü, hoş kokulu. Sevdik keratayı. Bulursam gene alacağımdır. Hani görür de almaya çekinirseniz, çekinmeyin diye, buradan haber edeyim dedim.
Işıl'ın da Wikipedia'dan alarak yazdığı gibi Mark Twain bu meyve için başlıbaşına bir lezzet dermiş. Tadını tarif edebilmek için gerçekten yemek lazım, ben yediğim halde tam tarif edemiyorum o ayrı!
Cherimoya, İnka dilinde soğuk göğüs demekmiş. Çocukları anne sütünden kesmek için bu meyveyi kullanmış olmaları ihtimalinden dolayı bu ismin verildiği düşünülüyormuş. Wikipedia ise soğuk çekirdekler anlamına geldiğini yazmış, yüksek alanlarda soğuk bir ortamda filiz verdiği için. Kaliforniya'da yetiştirilenine de Kalimoya deniliyormuş.




Anavatanı Bolivya, Kolombiya ve Peru imiş. Yarı tropikal bir bitki olmasından dolayı hafif kırağıya/dona dayanıklıymış. Güneşi ve serin geceleri severmiş. Sebze bahçelerine, domates, patlıcan fidelerinin yanına, yıldız çiçeklerinin yanına dikilmemeliymiş. Köklerine zarar veriyormuş bu bitkinin. Meyvesi kaşıkla yeniliyormuş ki biz bilmeden zaten böyle uygun görmüştük. Buzlukta dondurursanız dondurma gibi yenilebilirmiş. Soğuk yenilmesi tavsiye edilmekteymiş. Suyu sıkılabilirmiş (suyunu sıkmak için bayağı zengin olmak gerektiğini belirteyim fiyatından dolayı), şerbetlerde, sütlü karışımlarda kullanılabilirmiş. Çekirdeklerinin kabuğu kırılırsa içindeki kısım zehirliymiş.


Buradan
cherimoyalı tariflere ulaşabilirsiniz.


C vitamini deposu, kollestrol içermeyen, yağ oranı düşük bir meyve olduğunu söylemekte de fayda var.